Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 12 Aralık 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

ABD darbesi

Bir çılgınlık olmazsa, koskoca ABD “Ortadoğu’daki en büyük rakibi” İran karşısında “içeriden darbe” yiyerek bir yenilgi aldı.

ABD yönetiminin, “İran tehlikesi” ne dair “İsrail uyumlu” tezleri, bizzat ABD istihbarat örgütleri tarafından, artık “arkadan” mı dersiniz yoksa “tam alnından” mı, vuruldu.

Uzun süredir engellenen ve 16 teşkilatın sorumluluğunu taşıyan “Ulusal İstihbarat Raporu” nun çıkması, hem de “İran’ı tehlike saymadan” yayınlanması, “istihbarat camiası ile ordunun darbesi” diye adlandırılabildi.

Yıllarca, Türkiye de dahil, dünyanın dört tarafında darbe organize eden süper devletin iç darbesi.

Şöyle bir şey:

İsrail’le de uyum içinde, İran’ın en büyük tehlike sayıp “önleyici saldırı” ve savaş planlayan “sivil” yönetime karşı, işlerinin ciddi kısmı savaş olan istihbaratçılar ile askerler “barış” a şans veriyorlar.

Bazen, “tehlike” nin ne olup olmadığını hakikaten bilmek, savaşın ne olup olmadığını bizzat yaşamak, haksız gerekçelerle öldürmek kadar gencecik askerlerin tabutunu memleketine getirmek “başka bir yol” gösterebiliyor.

*

Çünkü, bir de şu var:

“Tek kutuplu” dünyada, tek taraflı güç ve tarz dayatmaya soyunan “neo-muhafazakâr Amerikan zihniyeti”, çuval filan geçirirken, çuvallamanın acı tadını da aldı.

Amansız gücün arkasındaki kofluk;

Acayip silahların arkasında o silahları tutacak, bir işgal yürütebilecek sayı ve nitelikte asker çıkarmaktaki zorluk;

En güçlü “küresel” devletin arkasındaki ekonomide “küresel çürüklük”;

En mağrur halkın kendi iç mağduriyetleri sonunda düştüğü yorgunluk;

“Sonsuz özgürlük” denirken o “sonsuz boşluk”;

Küresel kültürel hakimiyete rağmen o büyük küresel nefret;

Ahaliyi de, devletin bir kısmını da yıldırabiliyor.

*

Üstelik bir de acayip bir şey olmuşsa:

İran’ı tehlikeye sayanlar, bakın neler yapmıştı:

1. Şii İran’ın en büyük düşmanlarından Sünni Taliban’ı vurdular.

2. Şii İran’a karşı silahlandırıp saldırttıkları Saddam’ ı temizlediler.

3. Şii çoğunluğa rağmen Sünnilerin yönettiği Irak’ta, “İran’a yakın” Şiilerin önünü açtılar.

4. Hizbullah, Hamas ve (Fars) İran’ın ( Ahmedinecad’ ın) Sünni Arap ülkelerinde, Sünni Araplar arasında dahi, “başkaldıran, onuru dik tutan, mazlumlara örnek” duruşlarıyla (ve vuruşlarıyla) popüler saygınlık kazanmasına sebep oldular.

Eh bunca akıl, strateji, başarı için de “süper büyük devlet” olmak gerekiyormuş!

Ankara’nın bu durumu ne kadar kavradığı, ne kadar çaktırmadan idare ettiği, ne kadar tahmin ettiği de herhalde zamanla daha iyi ortaya çıkacak!

*

Bir şans daha

Burada; hükümet ile Genelkurmay, hakikaten, “dağa çıkışın durdurulması, dağdan inişin teşvik edilmesi” amacıyla, yeni bir açılımda uzlaşarak birlikte adım atma aşamasına gelmişse;

Topraklarımızın acılarının bitmesi yolunda atılabilecek her adımın bir kıymeti olabileceğini düşünmeliyiz belki.

Muhalefet elbette öncelikle karşı çıkmak içindir. Ama tam olarak nelere karşı olduklarını iyi kavramalı ve anlatmalılar.

Bir uçta CHP ve MHP, bir uçta DTP;

Tam olarak ne istediklerini, çatışma, savaş, acı, nefret, terör, şiddet süreçlerinden, eski yolların çıkmaza vurduğu o felaketten “başka hangi uzlaşılmış yollar” la çıkılabileceğini de söylemeliler.

*

Irak’ta 1 milyar dolarlık ABD silahının “kayıp” olduğu belirlendi. Ayrıntılı raporu yakında açıklanacak.

Binlerce tüfek, makineli, havan, tabanca uçuvermiş. Elden ele geçivermiş.

Bunların, “bu toprakların çocukları” nı kırdırmak, burayı şimdi fiyasko içinde kokuşan bazı ABD tezgâhlarında çekiştirip büzüştürmek için de kullanıldığını, “ABD’ye yanaşık” durmuş iktidar da, Genelkurmay da; “ABD’liler tarafından Türkiye ve İran’a karşı terör tetikçisi kullanılmış” örgütün siyasi akrabaları da iyi değerlendirmeli.

Kendi hayatımıza, kendi barışımıza, kendi kardeşlik ve huzurumuza, kendi aklımız ve vicdanımızla şans verebilmeliyiz!

Sabah, 11.12.2007

Umur TALU

12.12.2007


 

Yök’leme...

Binaların ve tüm araç-gereçlerin mülkiyet hakkına sahip misiniz?

Kredi alabilme yetkisine sahip misiniz?

Bütçenizi oluşturup öncelikleriniz doğrultusunda sarf edebiliyor musunuz?

Akademik yapıyı kendiniz belirliyor, ders programlarını kendiniz mi oluşturuyorsunuz?

Akademik personeli işe alma veya işine son verme yetkisi sizin mi?

Maaşları rahatlıkla belirliyor musunuz?

Üniversiteye alınacak yeni öğrenci sayısını saptayabiliyor musunuz?

Öğrenim ücretlerini tayin edebiliyor musunuz?

Eğer bu sorulara rahatlıkla anında ‘evet’ diyemiyorsanız, siz özerk ve demokratik bir üniversitesiniz, eğer diyemiyorsanız, durum nafile...

Kime göre?

OECD’nin 2003 yılındaki yukarıda sıralaya geldiğimiz kriterlerine göre...

Gelişmiş dünya 2003 yılından beri özerklik kriterlerini somutlaştırırken biz 1982 Anayasasının üniversiteleri kışlalaştırma anlayışının esiri olmaya devam ediyoruz.

***

Sadece OECD’mi?

Avrupa Birliği de 1998 yılından beri Avrupa Yüksek Öğretim Alanı kurmak ve bu sistemi dünya çapında teşvik etmek için çırpınıp durmakta...

Avrupa Birliği 2010 yılına kadar hedefine varmayı planlamakta...

Avrupa’nın üniversite konusundaki çabalarını somutlaştıran bu atılımın adı ‘Bologna Süreci’ olarak biliniyor.

‘Bologna Kriterleri’ de bu süreci hem yol haritası hem de pusulası...

Avrupa Yüksek Öğretim Alanı kurulduğunda ne olacak?

Üniversitelerde güvenilir bir kalite güvencesi sağlanacak.

Üniversiteler uluslararası iş pazarlarında rahatlıkla istihdam edilebilir düzeyde öğrenci yetiştirecek

Avrupa üniversiteleri arasında yüksek kalitede öğrenci ve akademisyen hareketliliği sağlanacak.

Kısacası üniversiteler, dünyalaşacak...

Yerel bir mezrayı üniversite diye tedavüle sokmak mümkün olamayacak.

***

Hem OECD Özerklik Kriterlerini hem de Bologna Sürecini hatırlatmamızın nedeni çok açık...

Çünkü, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün YÖK Başkanlığı’na Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan’ı atadı.

Türkiye, siyasal bir toplum. Bütün tartışmaları siyasi ve siyasal pozisyona göre.

Hatırlayın...

Türkiye’de büyük bir çoğunluğun ittifak ettiği nadir konulardan biri YÖK’ün kaldırılması idi...

Ama YÖK’ün kaldırılıp yerine Bologna Kriterleri ve OECD’nin somutlaştırdığı özerklik anlayışı ikame edilmediği için konu ayağa düşüp tuz buz oldu.

İlkesel bir tartışma buharlaştı, siyasal bir çatışma kreşendo çizerek süregeldi.

Halbuki, üniversite konusu doğrudan akademik bir konu.

***

Türkiye yeryüzü standartlarında üretim yapabilecek özerk ve demokratik bir üniversite istiyorsa yapılması geren çok açık...

Yukarıdaki kriterleri uygulamak bunun için yeterli...

Tabii bir de Türkiye’deki akademik performansa tavan yaptıracak bir İrlanda örneği var.

İrlanda Bologna Kriterleri’ni en başarıyla uygulayan en birinci ülke...

Gene muhakkak ki tartışma gündemimizde olması gereken bir başka örnek de İngiltere...

Tony Blair 2006’da yürürlüğe koyduğu yeni üniversite reformu ile ülkesindeki sosyal adaletsizlikleri yok etmek, fakir doğanın fakir öldüğü bir kaderi, yeni üniversite reformu ile ortadan kaldırmayı amaçladı...

***

Türkiye, yeryüzünün aranışlarına maalesef fazla bigane kalıyor...

Yeryüzü daha ileri bir noktaya ilerlerken, Türkiye’nin sağırlığı artıyor.

Neden?

Çünkü gelişmiş ülkelerde öğretim kurumlarında etkin rol oynayanlar yüksek standartlardaki beyinler iken, biz de ağır basan memurluk zihniyeti oluyor.

Lisedeki öğretmenlerin gerçek birer entelektüel,

Evrensel standartlarda bilim adamlarının egemen olduğu bir Türkiye’de YÖK kurulabilir miydi?

YÖK devam edebilir miydi?

YÖK’ün varlığı yerine YÖK’ün siyasası mı tartışılırdı? YÖK, bilimi bir yana koyarak, Cumhuriyeti koruyup kollamayı asli işi haline getirir miydi? Bilim olmayan bir Cumhuriyet işe yararmış gibi...

***

Umarız yeni atamayla YÖK’ün gündeme gelmesi, evrensel bir üniversite anlayışının da ne olduğunun tartışılmasına yol açar.

Üniversite insanoğlunun evrensel düzeydeki beyinsel faaliyetinin billurlaştığı kurumun adıdır. Türkiye böyle bir yapılanmayı başaracak mı? Başaramayacak mı?

Gerisi laf-ı güzaf...

Gerisi Yök’lemedir.

Star, 11.12.2007

Mehmet ALTAN

12.12.2007


 

Türkiye’de yargı ve AB

Türkiye’de yargı sorunlu. Yargının bağımsızlığı kuşkulu, hatta kuşku duyulmayacak kadar kusurlu. Yargının diğer olmazsa olmaz unsuru olan tarafsızlığı daha da tartışma konusu. Aynı zamanda, yargı çok yavaş işliyor. Yargı adaleti dağıtmakta aksadığı ölçüde toplum sarsılıyor, dengesi bozuluyor. Yargıya güven kayboldukça ‘orman kanunu’ akla geliyor, ‘kendiliğinden ihkakı hak’ rağbet kazanıyor.

Hâlbuki ‘Adalet mülkün temeli’. Yargı hukukun üstünlüğünün korunmasının garantisi ve baş aracı. Adil yargı demokrasinin temel unsuru. Yargı bağımsızlığı ekonomik faaliyetlerde güvenin sağlanmasında da başrol sahibi.

Neyse ki, yargıda reformun gerekliliğinde herkes birleşiyor gibi.

60. Hükümet Programı’nda yargı reformu ile ilgili çeşitli vaatler yer alıyor. Yeni anayasa tartışmalarında yargı reformu önemli yer tutacağa benziyor. Muhalefet, ilgili sivil toplum kuruluşları hareketli.

Bu çalışmalarda AB uyum sürecinin de rolü var.

Aslında AB’nin ‘uyulacak’ bir ortak adalet politikası yok. Sadece bir işbirliği başlangıcı söz konusu. Türkiye -ve diğer aday ülkeler- için yargının bağımsızlığı ve tarafsızlığı konusu esas olarak Kopenhag Siyasi Kriterleri açısından ele alınıyor.

Yargının nitelikleri bu kriterlerde açıkça belirtilmiyor ama, ‘hukukun üstünlüğünü garanti alan kurumların istikrarı’nın bağımsız yargı olmadan sağlanamayacağı açık.

Zaten son AB İlerleme Raporu’nda -daha önceki raporlardaki gibi- yargı ‘Demokrasi ve hukukun üstünlüğü’ bölümünde ‘Adli sistem’ başlığı altında yer alıyor. Ayrıca, ‘Üyeliği üstlenme kapasitesi’ bölümünde 23. ‘Adalet mekanizması ve temel haklar’ müzakere faslı çerçevesinde daha ayrıntıya giriliyor.

Rapor, özetle, TCK ve CMUK reformlarını övmekle beraber, yargının bağımsızlığı konusundaki kaygıların sürdüğünü—Anayasa Mahkemesi’nin mahut 367 oy gerekliliği kararını örnek göstererek—belirtiyor, Yargıtay hâkimlerinin atanmasındaki gerginliklerden bahsediyor, adli sistem konusunda genel bir ulusal reform planı olmadığını belirterek, bu alanda daha fazla çaba gösterilmesini istiyor

Son üye olan diğer aday ülkelerde durum çok farklı değildi. Özellikle Doğu Avrupa ülkelerinde, hukukun üstünlüğü kültürünün zayıflığı, yetersiz kurumsal bağımsızlık, yürütme erkinin aşırı müdahalesi, bağımlılık mirasının tarafsızlığı etkilemesi gibi önemli eksiklikler vardı. Bunun nedenlerinin başında devletle özdeşleşmiş olan sosyalist rejimin yargıda yerleştirdiği ‘bağımlılık’ zihniyeti gelmekteydi. Bu eksikliklerin bir kısmı mutlaka devam ediyor. Ama bu ülkeler zihniyet değişikliği açısından bir asgariye ulaştılar. Üye oldular. AB adaylığı ve üyeliği adli sistem açısından değil ama hukukun üstünlüğü kavramını yerleştirmek yönünden önemli etki yaptı.

Bu ülkelerdeki eksikliklerin Türkiye’de de olduğu ortada. Paylaştığımız olumsuzluk nedenlerinden biri de demokrasi ve hukuk üstünlüğünü gerçekleştirme sürecinde eski zihniyet kalıplarından kurtulamamamız.

Başta Taraf olmak üzere medyada genişçe yer bulan, TESEV’in ‘Demokratikleşme Programı’ çerçevesinde Prof. Dr. Mithat Sancar’ın gerçekleştirdiği “Yargıda Algı ve Zihniyet Kalıpları’ araştırmasının bulguları bu konuda son derece aydınlatıcı.

Bu bulgulara göre, yargıçlarımızın ve savcılarımızın önemli bir bölümünün devletin çıkarlarını adalet, demokrasi, insan haklarını gözetme gereklerinin önüne koyduğu anlaşılıyor.

‘Ben devletçi hukukçuyum’, ‘Biz devletçi bir ekolden geliyoruz’, ‘Devlet olmazsa hukuk olmaz’, ‘Ben rejimin savcısıyım’ şeklinde yanıtlar görüşülen yargı mensuplarının büyük kısmının yaklaşımını özetliyor.

Adaleti dağıtacak kurumun bu yaklaşımıyla yargı reformunu etkili şekilde gerçekleştirmek pek kolay gözükmüyor. Yargının bağımsızlığını sağlasanız bile bu zihniyetle tarafsızlığını sağlamak zor. Kurumun kendisinin de değişikliğe direndiği, devlete taraf olmaktan ‘gurur duyduğu’ ortada.

Eski sosyalist ülkeler değişti.

Acaba bizde devlet kavramı eski sosyalist ülkelerdekinden daha mı fazla içimize işlemiş?

Acaba devlete tapınmaktan kurtulamayacak mıyız?

Taraf, 11.12.2007

Temel İSKİT

12.12.2007


 

Mülâkata kızanlar, ‘daha önceleri neredeydiniz?’

Eskiden de Adalet Bakanlığı, hakim ve savcıları mülakatla alıyordu. Ama o zamanlar Adalet Bakanlığı CHP geleneğinden gelen bir partide veya 28 Şubat Hükümetinin bir bakanındaydı.

Bugün şikayet edenlerin tamamına yakını o zamanlar ses çıkarmıyor, ‘yargı bağımsızlığı zedeleniyor, yargı politize oluyor’ demiyordu. Hatta kendi ağzıyla kadrolaştığını söyleyen bakana karşı bile miting falan yaptıkları yoktu. Çünkü alınanlar ‘iyi çocuklar’dı.

Ama gelin görün ki, bu ‘mutluluk tablosu’ değişti. Çünkü mülakatı yapacak olanlar değişti. İşte ‘o saat’ onlar da değişti. Mülakat olmazdı. Mülakat demek kayırma demekti. Danıştay bu işe el atmalıydı.

Sonrası malum. Danıştay söz konusu yönetmeliğin yürütmesini durdurunca yeni bir düzenleme gereği doğdu. Buna göre hakim ve savcı adayları Adalet Bakanlığı’nın yaptığı mülakatla atanacaktı, ama bu kez Adalet Akademisi üyeleri (varsa öncelikle Yargıtay ve Danıştay üyesi) de mülakat heyetine dahil edilecekti. Kısacası bu düzenleme öncekine göre daha ‘objektif’ bile sayılabilirdi.

Bugün söz konusu düzenlemeye mülakat yönteminin adil olmadığı tezinden hareketle karşı çıksalar, eski defterleri karıştırmadan hala makul bir tartışmanın mümkün olabileceğini düşünebilirdim. Ama onların tamamına yakını mülakata değil, onu yapacak olana karşı olduklarını gösteriyorlar; mülakatı Bakanlığın değil seçilmişlerle hiç ilgisi olmayan bir kurulun yapmasını istiyorlar.

Bir dernek başkanı hukuk devletine sahip çıkmak, yargı bağımsızlığını savunmak ve yargının siyasallaşması tehlikesini gördükleri için toplandıklarını belirterek, yargının Atatürkçü hakim ve savcılara emanet edilmesi gerektiğini söylemiş. Gazeteci Tuncay Özkan ‘rejimin teminatı olan hukukçuların ve hukuk sisteminin yanındayız’ demiş.

Neresini düzeltmeli? Hem yargı erkini rejimin teminatı yapacaksınız ve rejimi koruma görevi verdiğiniz hukuk insanlarından adil karar bekleyeceksiniz. Hani tarafsızlık?

Ama zaten bu süreçte şikayet edenler genellikle yargının bağımsızlığından söz ediyorlar; yargının tarafsızlığından değil. Bağımsızlıktan söz ederken de esas olarak yargının ve yargı mensuplarının devletten, resmi ideolojiden bağımsızlığını değil, toplumdan ve onun oyuyla oluşan demokratik kurumlardan bağımsızlığını anlıyorlar. Eski devşirme sisteminin devamını istiyorlar; topluma karşı hesap verme durumunda olmayan, bu anlamda ‘bağımsız’ bir yargı istiyorlar. ‘Yargıya müdahale’den anladıkları da sadece Hükümetten gelecek olan müdahale; başka türden müdahalelerden pek de şikayetçi görünmediklerini 28 Şubat sürecinde yargıya verilen brifinglerden biliyoruz.

Sivas Baro Başkanı Mustafa Coşkun, ‘Yassıada mahkemelerine, 28 Şubat sürecinde yargıya müdahale olarak yorumlanan davranışlara ve 27 Nisan bildirisine karşı çıkmayanların ‘bağımsız yargı’ ve ‘demokrasi’ söylemleri inandırıcı olmamaktadır’ demiş. Yerden göğe haklı.

Yeni düzenlemeyi eleştirecekseniz avukatlıktan gelenlerin ayrı bir sınava tabi tutulmasını eleştirin; ‘fiziksel görünüm’ kriterini eleştirin; veya bütün mülakatları eleştirin, sadece Bakanlığınkini değil.

Ama çoğunuzun bunu yapmayacağını biliyorum.

Star, 11.12.2007

Berat ÖZİPEK

12.12.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri