Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 12 Aralık 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Dizi Yazı

Halil Uslu

Ali Uçar ile üç yıl bölgeyi dolaştık

Dünden devam

ISLÂH EDİCİ İLÂÇLAR VE YOLLAR

Bunu teyid eden bir misâl:

Gözlerimi hayata açtığım aziz Van ilimizde, Ertoşi aşâirinin kalabalık olduğu bir taziyede Kur’ân-ı Hakim’den bir aşr-ı şerif okudum, akabinde her zaman yaptığımız gibi, mevtâ ile ilgili müjde veren bir konuşma yaptım. Konuşmamda, âyetler-hadisler, Farisî beyitler ve Hz. Bediüzzaman’ın sözleri vardı. Orada bulunan bir baba, söz aldı ve dedi ki: “Halil Bey kardaşım, benim oğlan Hizbullah örgütünün faaliyetlerinden dolayı Elazığ Cezaevi’ne girmişti. Bayramda onun ziyaretine gittim. Oğlum bana hitaben ‘Baba, elimdeki kitabı cezaevi yetkilileri verdi. Bu kitap, Bediüzzaman Hazretlerinin Gençlik Rehberi’dir. Artık onu okuyorum, eğer bu eseri önceden okusaydım, buraya silâhlı örgütten düşmezdim, katılmazdım’ dedi.”

Bu hatıraya iki tane daha ilâve etmek istiyorum. Birincisi Denizli, ikincisi Afyon Cezaevlerinde cereyan ediyor. 1942-43 yıllarında Hz. Bediüzzaman, Denizli Cezaevinde mümtaz talebeleri ile tutukludur. Koğuşlarda adam öldürenler de vardır. Hz. Bediüzzaman’a gelirler: “Hoca efendi, ıslâh olmak istiyoruz, bize yardım eyle” derler. Hz. Üstad, onlara Denizli Cezaevi’nde telif ettiği “Meyve Risâlesini” verir. Okurlar, okurlar, bir müddet sonra ıslâh olup namaza başlarlar ve tekrar Bediüzzaman Hazretlerine gelir, derler ki: “Hocam, bizim koğuşta tahta bitleri var, acaba onları öldürsek günahkâr olur muyuz?” Evet, yorumu, Adalet ve İçişleri Bakanlığı’na bırakıyorum.

İkinci hatıra ise şöyle: Benim kıraat ve mahreç dersi hocam olan ve Hz. Bediüzzaman’ın talebesi, Afyon Ağır Ceza Mahkemesi’nde Hz. Üstad ve talebeleri ile müşterek yargılanan ve Afyon Cezaevi’nde tutuklu bulunan merhum Sabri Halıcı Amcamız anlatıyor: “Cezaevini medrese-i Yusufiye yaptık. Risâleler yazıyor, Risâleler okuyoruz. Koca hapishane bir medrese oldu. Katiller, gaspçılar vesâireler namazlara başladı ve biz onlardan tam 163 adet bıçak ve kesici âlet topladık. Bu topladıklarımızı, cezaevi müdürüne verdik ve dedik ki: “Sizler, bizleri 163. Madde’den yargılıyorsunuz. Alın size 163 tane imha bıçağı. Kimin millete hizmet ettiğini ve ıslâh ettiğini anlayın.”

Yine 1966 yılında, gençliğimizin ilk dönemlerinde, laikliğe aykırı hareketten dolayı haksız ve garazkârâne olarak tutuklu bulunduğumuz Konya Mahpushanesi’nin 6. koğuşunda 36 kişi bulunuyorduk. Yer olmadığında, Şubat-Mart aylarının soğuk gecelerinde, beton üstüne hasır sererek yatıyordum. Sabah, ezanlar okuyarak bütün bölümü ve koğuşumuzu ayağa kaldırıyorduk. 4. gün 36 kişilik koğuştan 34’ü ile sabah namazına durduk. Kalkmayan 2 kişi de esrarkeşti. 24 saat uyuyordu. Arkamızda katiller, vesâireler tekbir getirerek namaz kılıyorlardı. 10 ağabey ve kardeşimizle misafir olduğumuz bu mekânda 117 gün kaldık. Hakikaten orayı bir medrese-i Yusufiyeye çevirdik. 700 mahkûmun 400’ü namaza başladı. Cemaatle namaz kılınıyor ve Nur-u Kur’ân okunuyordu. Daha sonra merhum Sedat Kısakürek başkanlığındaki, yargılandığımız 2. Ağır Ceza Mahkemesi’nce tahliye olduk. Cezaevinden ayrılışta, bütün mahkûmlar bizleri ayakta yolcu etti. İçlerinde hüngür hüngür ağlayanlar vardı, bizi de ağlattılar ve dediler ki: “Ne olur bizi bırakıp gitmeyin, buralar yine bize zindan olacak.” Peki aklı erenler, kalbi müstakimler sormayacaklar mı? Bu işin sırrı ne?

İşte bunun gibi, o yörelerde yaşayan vatanperver, ihlâslı Nur talebelerinde sayısız hatıralar var. Makalelere, kitaplara sığmaz. Birer destan ve abidedirler. O yörelerde hizmet eden bu münevver vatan evlâtlarını ayakta alkışlamak ve onlara şeref plâketleri takdim etmek lâzım. Bu nevî insanlara, hizmet zeminleri hazırlamak elzemdir. Önlerine takoz koymak değil, bilâkis onlara yardım etmek, bütün potansiyelimizle güç ve destek vermek lâzımdır. Senin gitmediğin ve gidemediğin yerlere, bu asilzade evlâtlar, bin türlü zorluklara ve meşakkatlere dayanarak ve çoklarını aşarak hizmete, şefkate ve kucaklamaya koşuyorlar. İslâm kardeşliği için çırpınıyorlar. İşte ülkenin birlik ve beraberliği... Bunları durduranlar kimlerdir? Uyanmak ve iyi bakmak lâzımdır. Bunlar kravatlı da olabilir, çarıklı da...

BEDİÜZZAMAN’IN VÂRİSLERİ

Bu yıllar içinde ve bu minval üzere hizmetlerimiz devam ederken, basında Barzani ve emsâli beyanların birbirini takip ettiği bir dönemde İstanbul’da bir araya gelen, Bediüzzaman Hazretlerinin fiilen hizmetinde bulunan mümtaz talebelerinden merhum muhterem Bayram Yüksel ve hâlen hayatta bulunan muhterem Mustafa Sungur, muhterem Mehmed Fırıncı (Güleç), merhum Mehmed Emin Birinci, muhterem Mehmed Kırkıncı, merhum Muzaffer Aslan ve muhterem Mehmet Kutlular gibi zevâtın da bulunduğu Yeni Asya gazetesi seminer salonundaki istişarede, ortak görüş şöyle idi: “Madem ki M. Mustafa Barzani böyle dengesiz, çelişkili beyanlarda bulunuyor, şark vilayetlerinde kargaşa ve ırkçı hareketleri tahrik ediyor ve bu istikbalde büyük sıkıntılara sebep olacak, o halde acilen o bölgeyi iyi bilen, o bölgeden olan, ağzı lâf yapan, Nur Külliyatına vakıf iki kardeşimizi orada istihdam edelim. Kendilerinden rica edelim, eğer müsaid iseler, gitsinler oralarda hizmet etsinler.” Akabinde yapılan tekliflerle “Halil Uslu ve Ali Uçar” tasvip edildi ve onlar da sırf vatan aşkı için ve İttihad-ı İslâm için kabul ettiler ve yollara düştüler, Yunus Emre misâli, Evliya Çelebi misâli.

1977’deki bu istişarenin neticesi gereği, gittiğimiz yerlerde iki husus üzerinde durulacaktı:

Birincisi; Barzani’nin karşı çıktığı ittihad-ı İslâm, yani İslâm kardeşliği.

İkincisi; ülkenin birlik ve beraberliği, yani vatan sevgisi, muhabbet-i millî.

1977 ilâ 1980 yılları arasında üç yıl hiç durmadan bir çok maddî ve mânevî sıkıntılara katlanarak, sırf Allah rızası için sayısız hizmetler deruhte edilmiştir. Özellikle Doğu Anadolu’nun İran ve Irak sınırına yakın tampon bölgede ve sonradan OHAL olan on iki vilayetin büyük kısmında, ilçe ve köyleri dahil bir çok merkezinde, aynı aşk, aynı duygu ve büyük fedakârlıklarla hizmet ettik.

Aslen Osmaniyeli olan merhum Ali Uçar, Batman’da öğretmenlik yapmış ve Risâle-i Nurları orda tanımış. Daha sonra İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi ve oradan da Almanya... Almanya’da Nurun intişarında önemli hizmetleri olmuş ve yüzlerce konferans vermiş. Osmaniye’nin yiğit bir insanı idi. Kendine has bir meşrebi vardı. Çok hassas ve çok hızlı konuşan iyi bir hatip idi. Batman’ın dışında da fazla yer tanımıyordu. Aslen Vanlı olduğumdan ve ailemin büyük ekseriyeti orada yaşadığından, kendilerine oraları tanıttırdım ve hangi zeminde nelerin ifade edileceği hususunda kendilerine yardımcı oldum. Elimden geldiği kadar, müşterek hareket etmenin bütün zeminini hazırladım. Bu arada kendi aramızda hizmetlerle ilgili acı tatlı hatıralar da olmuştur. Kolay değildi, uzun zaman Almanya, oradan şark bölgesi ve bazı köy ve ilçeler... Zordu, fakat düşe kalka, vatan aşkı içinde bunları hep birlikte aştık ve aşıldı. Geleceğe örnek olacak, kimsenin inkâr edemeyeceği, kubbede hoş bir sadâ bıraktık. Camiler, vakıflar, dershaneler, kürsiler, köy odaları, köy camileri, yaylalar, yayla köyleri ve emsâli yerlerde konuşarak, anlatarak ve orada bulunan Risâle-i Nur talebeleriyle yakın irtibat kurarak geniş zeminlerde daha çok hizmet etmenin kolaylığına hep kavuştuk. Gittiğimiz her yerde neş’e, sürur ve memnuniyet vardı.

Bilhassa Kuzey Irak’tan gelen Barzani’nin mollaları, şarktaki mollalar üzerinde çok tesir yapıyorlardı. Gençlerin üzerinde, aşiret reislerinin üzerinde tahşidât yapıyor ve kafaları karıştırıyorlardı. Bu itibarla; elimizden geldiği ve dilimizin döndüğü kadar, oranın fedakâr insanları ile çok yol kat ettik. Mollalarla, gençlerle, muhtarlarla, aşiret ağalarıyla ve oranın resmî zevâtıyla tek tek görüştük ve anlattık. Hz. Bediüzzaman’ın çağımıza ışık saçan ve şarkın dertlerini halleden ve tedavi merkezlerini gösteren cihanbahâ eserlerini okuduk ve satırları gösterdik. Elbette sosyal münasebetlere, beşerî diyaloglara, yörenin gelenek ve göreneklerine dikkat ederek, kimseyi rencide etmeden ve kimseyi hakir görmeden, yaralı gönüllerde tekrar yara açmadan, müjde vererek, ümit vererek ve alın akıyla çalışıldı.

MEŞHED ŞEHRİNDEN FRANSIZCA ÖĞRETMEN

Okuduğumuz ve anlatmaya çalıştığımız eser ve konuların ne kadar merakâver ve ne kadar elzem olduğunu yüzlerce misâlden bir misalle teyid etmek istiyorum:

1978 yıllarında İran kaynıyordu. Şah Rıza Pehlevi, eşi Farah Diba ve çocuklarıyla İran’ı terk etmesiyle birlikte Humeyni’nin meşhur “Kum şehrine” Fransa’dan gelmesi neticesinde, İran bir iç savaşın ve katliâmların içine girmişti. Öldüren öldürene, kaçan kaçana idi. Türkiye sınırına bu günkü gibi yığılmışlardı, fakat bugünkü kadar adam geçmiyordu. Şimdi tırlarla, kamyonlarla geçiyorlar ve müessif trafik kazalarından sonra ancak öğreniliyor, yurt içinde yakalanınca biliniyorlar. Bunların ayrıca üstünde duracağım.

22 Temmuz 1978’de genç arkadaşlarımızla, o günlerde dört saat süren Van feribotu ile Tatvan’a gidiyoruz. Feribotta Ğulam Rıza Pürasa isimli İran’ın Meşhed şehrinden bir Fransızca öğretmeni ile tanıştık. Kendilerinin Humeynistlerden kaçtığını, İran’da güvenin kalmadığını, kardeş kardeşi vurduğunu ve ortalığı çapulcuların kasıp kavurduğunu anlattı. Bizler de dillerimiz döndüğü kadar, Bediüzzaman Hazretlerinin şu bir kaç paragrafını okuduk:

“Yirmi sekiz sene zarfında hükûmetin resmî adamlarından bana rastgelenler, hep sıkıntı verdikleri halde, zabıtanın bana hiç sıkıntı vermediği gibi, bazı himayetkârâne vaziyeti göstermelerinin hikmetini şimdi izhar ediyorum ki: “Nur talebeleri ve Risâleleri, mânevî bir zabıta hükmünde âsâyiş ve emniyeti muhafazaya-hem kudsî bir şekilde-çalıştıkları ve herkesin kalbinde nasihatleriyle iman cihetinde bir yasakçı bıraktıkları tahakkuk etmiş.” Zabıta bunu mânen hissetmiş ki, bize her vakit dost göründü. Bunun sırrı budur ki:

“Kur’ân’ın bir kanun-u esasîsiyle, yüzde doksan mâsuma zarar gelmemek için on câni yüzünden âsâyişi bozmaya çalışanları men ediyorlar. Birisinin günahıyla başkası mesul olamaz. Bu sırra binaen, şimdi âsâyişi bozmaya çalışan mânevî, dehşetli kuvvetler mevcut olduğu halde; Fransa, Mısır, Fas, İran gibi yerlerden daha ziyade bu mübarek memlekette çalışıldığı halde emniyet ve âsâyişi bozamadıklarının en büyük sebebi, 600 bin Nur nüshaları ve 500 bin Nur talebeleri zabıtaya bir mânevî kuvvet olarak o mânevî tahribata karşı dayandıklarını zabıta mânen hissetmişler ki, yirmi sekiz seneden beri resmî memurlara muhalif olarak Nurlara insafkârâne ve merhametkârâne vaziyet gösteriyorlar.”5

—Devam edecek—

Dipnotlar:

5- Emirdağ Lâhikası, s. 315, Yeni Asya Neşriyat, Bediüzzaman Said Nursî

Halil Uslu

12.12.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri


Önceki Dizi Yazı

  (11.12.2007) - Şark yaylalarında en çok Münâzarât okunuyor

  (10.12.2007) - Şarkta, Bediüzzaman'a herkes saygı duyuyor

  (06.12.2007) - İslâm dünyasının Davos’u

  (05.12.2007) - İhtişam var, kültür yok

  (21.04.2007) - Barikatın kapısı açılır mı?

  (20.04.2007) - Kıbrıs’ın gerçek fotoğrafı

  (19.04.2007) - Kıbrıs'ı doğru anlamak lâzım

  (17.02.2007) - İttihad-ı İslâma ihtiyaç var

  (16.02.2007) - Türkiye de hedef tahtasında

  (15.02.2007) - Yerli işbirlikçiler

 

 Son Dakika Haberleri