Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 22 Aralık 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

‘Karşı tarafın’ değerleri

Genelkurmay’ın araştırma merkezindeki sempozyumda konuşan Büyükanıt’ın söyledikleri haklı olarak çok ilgi çekti. Çünkü terörle mücadele süreci içinde devletin “insanlığın yüksek değerlerini” elinden kaçırdığı ve bu değerlerin ‘karşı tarafın’ eline geçtiği tespiti başarısızlığın sonuçlarından değil, nedenlerinden biri. Bu tespitin bunca yıldan sonra, yarım ağızla da olsa yapılabilmiş olması, başarısızlığın itirafının önemini azaltmıyor. Çünkü devlet adına güç kullananların günümüz dünyasının egemen ideolojik algılaması altında manevi olarak ezildiğini gösteriyor. Herkesin bildiği üzere bu dünya artık insan haklarından, özgürlüklerden, demokrasiden ve barıştan söz ederken geçmiş dilin epeyce ötesine uzanmakta. Bugün bu kavramlar modernist ve pozitivist bir yorumun içinde hapsolamayacak kadar toplumsallaşmış durumdalar. Devletlerin tek boyutlu vatandaşlık tanımlarının dışına çıkarak, egemen kurumsal ve ideolojik yapının ‘kırşısında’ duran bir anlayıştan söz ediyoruz artık...

Ne var ki Genelkurmay Başkanının konuşmasında meselenin bu yanının bilincinde olduğuna dair bir belirti gözükmüyor. Her zaman elinde tuttuğu ve kullandığı bazı stratejik araçları ve ona uygun dili kaybetmiş olan birinin hayal kırıklığını görüyoruz sadece. Genelkurmay Başkanı şikâyetçi... “Bizi insan haklarını dikkate almayan” birileri olarak gösteriyorlar diyor. İyi de Diyarbakır Askeri Hapishanesi’nde olanlar insan haklarına uygun muydu? Güneydoğu’da binlerce köy boşaltılıp, devletin kendi rakamlarına göre 1,2 milyon kişi zorunlu göçe tabi tutulurken yaşananlar insan hakları kapsamında mı telakki edilmeli? Genelkurmay Başkanı şikâyetçi... “Bizi demokrasiye inanmamış” birileri olarak gösteriyorlar diyor. İyi de 28 Şubat’ı yapanlar, daha birkaç ay önce internet sitesinde muhtıra yayınlayanlar kendileri değil miydi? “Bizi özgürlüklere tahammül göstermeyen” birileri olarak sonuyorlar diyor. Nokta dergisi basılırken, başörtüsü üzerinden içi boş irtica tehditleri üretilirken aynı değerlendirmeyi yapmaları daha anlamlı olmaz mıydı? Genelkurmay Başkanı’nın şikâyeti bitmiyor. “Bizi barıştan nefret eden” birileri gibi gösteriyorlar diyor. Ama bu şikâyet de yersiz, çünkü günümüzde toplumsal talepleri göz ardı eden bir devletin barışa hizmet ettiği söylenemez. Barış, bir toplumun kendi farklılıklarını ve çeşitliliklerini taşıyarak bir bütünlük içinde geleceğini kurabilmesinin koşullarının sağlanmasıdır ve son dönemde askerin tutumunun bu merkezde olduğunu söyleyecek çok fazla insan çıkmayabilir.

Dolayısıyla insan hakları, demokrasi, özgürlük ve barış gibi kavramlar bugün ‘karşı tarafın’ elinde ise, bunun sorumlusu bizzat devletin kendisidir. ancak asıl önemlisi bu sonucu yaratan hatanın bizzat ‘karşı taraf’ tanımıyla bağlantılı olduğunun hâlâ idrak edilememiş olması. Çünkü bu kavramların asıl kullanıcısı ima edildiği üzere PKK değil, genel olarak Kürtler. Diğer bir deyişle PKK’dan şikâyet edebilmek için önce genelde Kürtlerin niçin doğal bir biçimde bu kavramları sahiplenebildiklerini ve bu durumun niçin bütün dünyanın gözünde meşruluk yaşadığını sorgulamak gerek. Oysa Genelkurmay Başkanı terörü silahlı ve silahsız diye pek de meşru olmayan bir ayırıma zorladığında, ‘karşı tarafın’ meşruiyetini daha da pekiştiriyor. Çünkü ‘silahsız terör’ diye tanımlanan Kürtlerin siyasetçilerinden başkası değil. Yani hiç teröre bulaşmamış insanlara bile ‘terörist’ denmiş olur... Peki, hangi gerekçeyle? Bu gerekçenin zımnen ‘Kürtlük’ olmadığına Kürtleri nasıl ikna edeceğiz? Genelkurmay Başkanı’nın mantığını kabul edecek olursak, Türkleşmemiş bütün Kürtlerin terörist oldukları gibi bir sonuca varmaz mıyız?

Büyükanıt “Terörle mücadelenin esası terör örgütünün başarılı olma ümidini ortadan kaldırmak” demiş. İyi de biraz geç olmuş... Çünkü kendi sözlerinden anladığımız kadarıyla, başarılı olmuşlar bile...

Teröristin silah bırakmasının ancak onun legalleşmesiyle birlikte yürüyebileceğini ve tam da bu sürecin terörü ortadan kaldırabileceğini bile anlamamış bir zihniyetin terörü bitirmesi mümkün mü?

Legalleşmenin toplumsallaşmayı ifade edeceğini, ‘karşı tarafın’ siyasetini ve zihniyetini kendi toplumu önünde tartışmaya açacağını bilmeyen bir yönetimin barış getireceğini iddia etmesi gerçekçi mi?

Meselenin propaganda ve manipülasyon değil, basit ve samimi bir konuşma gerektirdiğini artık herkes biliyor. ama bunun Genelkurmaş Başkanı’nın ifade ettiği zihniyetin içinden yapılabilmesi biraz zor...

Taraf, 21 Aralık .2007

Etyen Mahçupyan

22.12.2007


 

Avrupa’da kaç cami var düşündünüz mü?

2006 Şubat’ında Trabzon’da.

Santa Maria Katolik Kilisesi rahibi Andrea Santoro. Ondan 6 ay sonra Samsun’da. İtalyan Katolik Kilisesi rahibi Pierre Brunissen. Ardından. 2007 Nisan’ında Malatya katliamı.

Geçen ay... Mardin’in Midyat ilçesinde Mor Yakup Manastırı’nın rahibi Daniel Savcı...

Bu hafta da...

İzmir’de Meryem Ana Kilisesi rahiplerinden Adriano Francini...

Ya öldürüldüler...

Ya bıçaklandılar...

Ya doğrandılar...

Ya da kaçırıldılar.

Bunlar normal mi?

***

Dünkü star, İzmir’deki son bıçaklama olayı ile ilgili olarak ‘Zanlının eylem nedeni ise bildik cinsten’ diye yazıyordu.

Dink cinayetinin tetikçisi O.S’nin Eskişehir-Bursa bağlantısı uzun süre tartışılmıştı.

O.S’nin de cebinden 3 YTL çıkmıştı... Ayrıca üzerinde bulunan SİM kartının sırrı çözülememişti... Suikast öncesi garip bir şehirlerarası otobüs trafiği söz konusuydu.

İzmir’de rahip bıçaklayan Ramazan B’nin de cebinden 2 ytl çıkıyor... Üzerinden SİM kartı çıkıyor... Diğer benzerlikler de neredeyse tıpatıp aynı.

***

Örneğin...

‘Birbirinin kopyası gibi’ olan saldırılardaki benzerlikler şöyle sıralanmaktaı:

‘Trabzonlu O.S.,.

Malatyalı Emre G...

Ve Balıkesirli Ramazan B...

Hrant Dink cinayeti, Malatya Katliamı ve İzmir’de Rahip Franchini’ye saldırı olaylarının aktörleri.

İsimleri ve şehirleri değişse de, rolleri hep aynı: din ve millet adına, farklı din veya milliyetten insanlara saldırı düzenlemek.

Zanlıların ortak profili: hepsi 16-19 yaşlarında, işsiz ve yakalandıklarında üzerinde bir kaç lira bulunan, Bursa, Eskişehir ve bir kaç ilde ve kamu görevlileriyle tartışmalı bağlantıları olan, adeta ‘cinayet geliyor’ dedirtecek şekilde rahat davranan, filmlerden ve birbirlerinden etkilenen ‘ vatanseverler’...

Adliye çıkışında aynı ‘mağrur’ pozu veren, kelimesi kelimesine aynı ifadelere imza atan zanlılar, işledikleri suçlar ve davranış biçimleriyle hep aynı senaryoyu uyguluyor görüntüsü veriyor ama ‘perde arkası’ hep karanlıkta kalıyor.

Son olarak İzmir’de Saint Antuan Kilisesi’nde rahip Adriano Franchini’yi bıçakla yaralayan 19 yaşındaki zanlı Ramazan B., Agos Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Hrant Dink’in katil sanığı O.S’ye özendiğini, kendisinin de diğer zanlılar gibi ‘kahraman’ olmak istediği için olayı gerçekleştirdiğini söyledi.’

***

Malatya’daki kanlı vahşetle ilgili skandallar ise devam etmekte.

Önceki gün cinayetin hemen ardından yakalananların kanlı elbiselerinin ‘aynı poşete’ konduğu ve elbiseler üzerindeki kanların birbirine bulaştığı ortaya çıktı.

Böylece elbiselerdeki kandan kimin cinayete karıştığı, kimin kimi öldürdüğünü anlamak imkânsız hale geliyordu.

Bu düpedüz bir ‘delil karatmaydı’...

Davanın başından beri ortaya çıkan gelişmelere bakılınca, bu cinayetin ardında güçlü bir karanlığın olduğu görülmekteydi.

***

Benim garibime giden...

Bu tuhaf sessizlik...

Ürkütücü aldırmazlık.

Halbuki...

Fikir ve ifade özgürlüğünden...

Din ve inanç özgürlüğünden yana her samimi kişinin...

Bu utanç verici saldırganlığa karşı çok güçlü ve yığınsal bir tepki vermesi gerekmez mi?

Özgürlük, hoşgörü yalancı nutukların sahte bir aksesuarı mı yoksa?

***

Daha da vahimi...

Ağır bir ‘ikiyüzlülük’ ihtimali.

Çünkü...

Sırf Almanya’da iki bin camiimizin olduğu bizzat Bayındırlık ve İskan Bakanı Faruk Özak tarafından açıklandı.

Batı’da bizlere tanınan hak ve hukuku...

Batı’da bizlere tanınan fikir, din ve inanç özgürlüğünü kullanıp...

Kendi ülkemizdeki caniliklere çok sert bir tepki vermemek nasıl açıklanabilir?

Böyle durumlarda kullandığımız ‘kendine Müslüman’ özeleştirisiyle mi?

Star, 21 Aralık 2007

Mehmet Altan

22.12.2007


 

Ya mazlûm ve mağdurlar ne yapsın?

Dünkü yazımın başlığı “Yüzde 70’i ne yapmalı?” şeklindeydi. Türkiye’de, yukarıdan aşağıya köklü dönüştürme iradesi böyle bir gerilim alanı oluşturmuş, devlet (ya da elit azınlık) ile toplum arasında bir sancı meydana gelmişti.

Türkiye’de bugün “Yüzde 30’u ne yapmalı?” sorusu da sorulabilir. Çünkü bir kesim kendisini “azınlık” statüsünde görmekte ve çok partili hayata geçildiğinden bu yana siyasi iktidarı da belirlemekte olan toplum çoğunluğundan rahatsızlık duymaktadır. Bu da toplumsal bir sorundur. Başbakan Erdoğan’ın Kurban Bayramı mesajının bir boyutu bu yönden dikkatimi çekti. Diyor ki Başbakan:

“Cami, kilise ve havrayı yan-yana yaşatan tarihi tecrübesi Türkiye’yi, küresel barış projesi medeniyetler ittifakının sembolü haline getirmiştir.” Bu söylem, Türkiye’nin (İslam’ın) gayrı müslim unsurlara sağladığı barış-hoşgörü zeminini anlatmak üzere, uluslararası kamuoyuna yönelik olarak öteden beri kullanılır. Doğru bir söylemdir de.

Ama şimdilerde “azınlık bunalımı” nı seslendirerek gündeme gelen “Yüzde 30”, gayrı müslimlerden başka bir grubu oluşturmaktadır. Böyle bir yüzde 70-30 ayrımı reel anlamda var mı, yoksa birilerimiz, kendi gerilimlerini çoğaltıyorlar mı, bu tartışılabilir ama bu farklılık daha küçük gruplar için söz konusu olsa bile, bulduğu medyatik karşılık açısından önemsenmesi gerekir.

O yüzden ben, AK Parti iktidarının uluslararası camiaya hitap eden “medeniyetlerarası ittifak” söyleminin ve onu realize edecek adımlar atmasının yanında içerideki farklılaşmalar için de bir anlama, çözümleme iradesi geliştirmesi gerektiğini düşünüyorum.

Bir gerçek şu:

AK Parti iktidarı, henüz oy aldığı kesimlerin (o kesim yüzde 70’in içindedir) mazlumiyet-mahrumiyet duygularını izale edebilmiş değildir. Burada yüzde 70’in ezilmişlik hissi söz konusudur. O yüzden AK Parti’ye oy verenler, yüzde 30 adına bir ezilmişlik söylemini çok da anlayabiliyor değillerdir. Yani hâlâ başörtüsü yasağını iman gibi savunan ve kız öğrencilerin okullara girmesine karşı çıkanların, üstelik şu an AK Parti iktidarına rağmen bunu uygulamaya devam edebilenlerin, bir baskı altında olduklarını ifade etmeleri çoğunluğa pek anlamlı görünmüyor.

Buna rağmen AK Parti iktidarı, içerideki her sancılı alanı görmek ve sancıyı gidermek gibi bir külli barış çizgisi tutturma misyonu ile karşı karşıya gibi görünüyor. -Kürtlerle ilgili bir sancılı alan var ve AK Parti bunu görme durumunda. -Alevilerle ilgili bir sancılı alan var ve AK Parti bunu görme durumunda...

-Yaşam tarzı kaygısı çekenler ayrı bir grubu oluşturuyorlar ve AK Parti bunlara da güven vermek durumunda.

AK Parti tüm bunları görebilir. Çünkü bu partinin kurucu kadroları, mahrumiyetler zeminini yara yara ilerlemiş bulunuyorlar ve oy aldıkları toplum kesiminin hâlâ ciddi sistem mağduriyetleri yaşadığını görüyorlar.

O yüzden kendi iktidarları döneminde yeni mağduriyet alanları oluşturulmasını kabul etmemeleri gerekir.

Peki buna rağmen ortaya atılan mağduriyet çığlıklarına ne demeli? Bu çığlıkların AK Parti iktidarına bir özeleştiri görevi yüklediğinde kuşku yok. Kendi duruşlarına bakmalıdırlar, “iktidar” bazen ayağının altında neyin kaldığını fark edemeyebilir. Bazen de iktidardan çok iktidar olanlar hukuk alanını çiğneyip geçebilirler. Bunlar gözden geçirilmeli.

Bununla birlikte, bir kesimin, elinden “devlet oyuncağı” alınmışlık hissi yaşadığını da görmek gerekiyor. Toplumu güdegeldikleri devlet kırbacı ellerinden alınanların öfkesinden söz ediyorum. Bir tür ağalığın bitmesi sendromu bu. Köylünün hukuktan söz etmesine karşı öfke serenadları... Demokrasi fazla geliyor birilerimize...

Oy hakkı da öyle. Cumhurbaşkanı’nın ilk kabul ettiği akil isimler, Talat Halman ve Halil İnalcık’tı... AK Parti’nin Kültür Bakanı CHP dünyasından gelmiş bir insandır. AK Parti Kürt ve Alevi vatandaşlarımıza uzanma arayışındadır. Bunlar iyi şeylerdir.

Ama ben, biraz da öteki kesimlerin, toplum çoğunluğunun beklediği itinayı gözetmelerini isterdim.

Bugün, 21 Aralık 2007

Ahmet Taşgetiren

22.12.2007


 

Ulusalcılar, AB size de lâzım olacak

Öylesine ilginç bir sürece girdik ki, herşey birbirine karıştı.

Kavramlar, dünya görüşleri, hatta ideolojiler karmaşası yaşıyoruz. Eski solcular, bugünün tutucuları oldular. Eskiden laik kesim dünyaya, özellikle batıya açıktı. Bugün bir bölümü içine kapanmış, herkesi düşman görüyor.

Beni en çok kendileri hem laik, hem de ulusalcı-milliyetçi kanatta görenler şaşırtıyor. Daha doğrusu, onları bir türlü anlayamıyorum. Laik olduklarını söylüyorlar, ancak örneğin AKP kadar dindar ve türban yanlısı olan MHP ideolojisini paylaşıyorlar. Laik sistemi destekleyen, laikliği vazgeçilmez koşul olarak gören ülkelere veya gruplara kapılarını kapatıyorlar.

- Özgüven’i kalmamış ülke’nin her an bölüneceğine, özellikle batı’nın Türkiye’yi parçalayacağına inanan bir kesim.

- Bir büyükelçinin yemek davetini dahi, “adamın ayağına gitmek” diye algılayan, Türkiye’yi kurtarma misyonuna soyunmuş bir kuşak.

- (...)dünya ve Türkiye koşullarının değiştiğini kabul etmeyen bir zihniyet.

Korkutucu bir yalnızlık içinde yaşıyorlar.

Eğer bir gün, kazara bu ülkeyi yönetecek duruma gelseler, bizleri de aynı yalnızlığa mahkum edecekler.

Bu paranoya nedeniyle, gözleri laik sistemi koruma ve kollamanın önemini de görmüyor.

Bir bölümü, “sol” adına laiklik bayrağını dik tutuyor, ancak öte yandan batı düşmanlığı yapıyor.(...)

Laik ulusalcılar, bugün düşman gibi gördükleri AB’yi, eminim yarın mumla arayacaklar.

Laikliğin güvencesi Avrupa Birliğidir

Gözümüzün önünde bir gerçek var ve toplumun geniş kesimi henüz bunu görebilmiş değil.

Türkiye’nin laik sisteminin güvencesi, Avrupa Birliğidir.

Bu gerçeği sürekli tekrarlıyorum ve okurlarımı bıktırma pahasına da hep tekrarlayacağım.

Özellikle, AB’den nefret eden ve açık bir düşman muamelesi yapan ulusalcı laikler bunu çok iyi bilmeliler.(..)

Avrupa Birliği bir melekler kulübü değildir.

AB, bir sistemdir.

Her üye ülkenin çıkarlarını koruyan, zenginleşmelerini sağlayan bir yapıdır. Bu binaya giriş koşulları ve binada yaşama kuralları vardır. (...)

Bu binada oturmanın en önemli ve vazgeçilmez ilkesi üyelerin laik-demokratik bir sistemle yönetilmeleridir.

AB’de kilise veya cami ülke yönetemez. Asker politikaya karışamaz. Darbe yapılamaz.

Eğer bunu Türkçeye tercüme edersek, hepimizin çok korktuğu İran’laşma, Avrupa Birliği binasına girmiş ve tam üyelik katına yerleşmiş bir Türkiye’de gerçekleşemez. Ya o kattan çıkarılır ve binadan atılır veya İran’laşma sevdası taşıyan bir iktidar gelirse bu sevdadan vazgeçmek zorunda bırakılır. Bir süre önce Avusturya’da hükümet olan faşist Jörg Haider iktidarı gibi, “siz bu işi bırakın” denir.

Türkiye giderek muhafazakarlaşıyor. Bütün anketler bunu gösteriyor.(...)

İlerde, partilerden biri çıkıp, bir adım daha atıp din unsurunu ülke yönetimine tam anlamıyla sokmak istediğinde ne olacak?

Bu gidişe laik medya mı karşı çıkacak?

Silahlı Kuvvetler mi DUR diyecek?

Darbe yapıp, milyonları tanklarla mı korkutacağız?

Böyle bir olasılığa sadece AB direnebilir.

Bunun koşulu da tam üyeliktir.

AB ancak tam üye durumuna girmiş bir Türkiye’ye güvence sağlayabilir.

AB ile ekonomik-mali ve sosyal açılardan iç içe girmiş bir Türkiye, Brüksel’den gelecek sinyallare çok daha duyarlı olacaktır.

Ekonominizi, bütçenizi bir sisteme bağladıktan sonra “ben buranın kurallarına uymak istemiyorum” diyemeyeceğinizden dolayı, kulüpten atılma tehlikesi çok daha caydırıcı etki yapacaktır.

İşte bundan dolayı AB, laik sistemimizin en etkili güvencesi olacaktır.

Yeter ki, tam üyelik aşamasına gelebilelim.

Şimdi bana, “uğraşma zaten almayacaklar ki” diyeceksiniz.

Ben de size “Hayır, Türkiye kulübe girip koşullarını yerine getirsin, kimse bizi kapı önünde bırakmaz “ yanıtını vereceğim.

Gelin, bu kısır tartışmaları bir kenara bırakıp, tüm gücümüzle AB projesine asılalım.

Posta, 21 Aralık 2007

M. Ali Birand

22.12.2007


 

İyi bayramlar ama...

Nerede o eski bayramlar diyenlerden değilim. Ama sanki bugünkü bayramlarda bir eksiklik var. Tıpkı diğer pek çok alanda olduğu gibi.

Peki sizce bayram ne anlama geliyor? Tatil mi, İslami bir gelenek mi yoksa coşkuyla kutladığımız bir hoşgörü günü mü?

Hepsi bir arada diyenleriniz gibi, hayır hiçbiri değil diyenler de mutlaka çıkacaktır. Buluştuğumuz ortak noktaların sayısı giderek azalıyor.

Türkiye’nin önümüzdeki süreçte belki de en önemli sorunu bu. Ama bunun farkında bile değiliz.

Ortak kültürel değerlerin öğretildiği, kalıcı davranışa dönüştüğü adreslerin en başında okullar geliyor.

Peki okullar bu misyonunu yerine getiriyor mu?

Evet demek o kadar zor ki! Ülkesini yeterince sevmeyen, fırsat bulduğunda yurtdışına kaçmak isteyen, ulusal değerlerden hızla uzaklaşan, manevi değerlerde uçlarda dolaşan, üretmekten çok tüketmeyi düşünen ve amaçları için her yolu mübah gören nesiller sizce kendiliğinden mi yetişti? Yoksa bugünkü çarpık eğitim sisteminin ürünleri mi?

Okulunu, derslerini, öğretmenlerini sevmeyen gençlerin, ailesine ve geleneklerimize karşı mesafeli olması sizce tesadüf mü? Hele bir düşünün! Oturup siz karar verin!

Milliyet, 21 Aralık 2007

Abbas Güçlü

22.12.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri