Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 19 Ocak 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Askerlerin seçilmişlere hesap vermediği bir rejim demokrasi değildir

Ak Parti'nin yeni anayasa taslağının açıklanması biraz daha gecikirse, korkarım, 12 Eylül rejimini nihayet tasfiye edecek bir sivil anayasaya kavuşma hayalini büsbütün terketmemiz gerekecek.

Son olarak. Hürriyet'in dünkü manşetinden okuduk ki, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan 'iradesini' kullanmış, Bilim Kurulu'nun Ak Parti'ye sunduğu taslakta değişikliğe giderek, Yüce Divan'da yargılanabilecek kişiler listesinden genelkurmay başkanı ve kuvvet komutanlarının çıkartılmasına karar vermiş.

"Miş" diyorum, zira benim dün Ankara'da görüştüğüm Ak Parti yöneticileri, bu manşeti birebir doğrulamaktan imtina eden bir üslupla "Başbakan nihai kararını vermedi" diyorlardı.

Hatta Başbakan'a yakın bir kaynaktan şu yorumu dinledim: "Hürriyet'in manşetini, gazetenin temennisi saymak, bir tür ön alma operasyonu, Başbakan'ı ofsaytta bırakma çabası olarak değerlendirmek mümkün."

Taraf'ın Ankara Bürosu'ndan Erdem Gül de, anayasa çalışmasından haberli Ak Partililer nezdinde yoklama yaptı ve benzer bir sonuca ulaştı.

Buna karşın, görüştüğümüz Ak Partililerin haberi doğrudan yalanlamaması, Başbakan'ın sonunda Hürriyetin duyurduğu şekilde irade kullanabileceğine dikkat çekmeleri önemliydi.

Bana öyle geldi ki gerçekten de bir ofsayt durumu olacak; askeri bürokrasinin en üst kademesinin Yüce Divan'da yargılanması yeni anayasada da engellenecek.

***

Bu öngörüden hareket edince, Hürriyetin Ak Parti'den üst düzey bir yöneticiye dayandırdığı açıklama üzerine düşünmekte yarar var. Söz konusu yönetici, Yüce Divan'ın "siyasi" bir yargılama yeri olduğunu, dolayısıyla komutanlara Yüce Divan'da yargılanma yolu açılmasının "ciddi komplikasyonlara yol açabileceğini" söylemiş.

Oysa hukukçular böyle düşünmüyor. Taraf Ankara Bürosu'ndan Sibel Hürtaş'ın sorularını yanıtlayan Profesör Yavuz Atacın değerlendirmesi, "ciddi komplikasyon" şifresini hukuki bazda değil, sivil-asker iktidar dengeleri bazında anlamamız gerektiğini hatırlatıyor bize.

Anayasa taslağını hazırlayan Bilim Kurulu üyelerinden olan Atar'a göre, "Yüce Divan'da üst düzey bürokratlar ve devlet adına görev yapanların yargılanması bir prensip. Dolayısıyla askerler de burada yargılanabilir. Asker olması ayrı bir istisnaya tabi tutulmasını gerektirmez."

İşin hukuki yorumu buyken, Başbakan

taslağın ilgili düzenlemesinde geri adım atarsa, bunu yine Atar'ın deyişiyle "Anlaşılan siyasiler gerginlik istemiyor" diye yorumlayabiliriz.

Tabii, bir de "Yüce Divan'ın siyasi bir yargılama yeri" olduğu iddiası var. Atar ona da karşı çıkıyor: "Yüce Divan siyasi bir mahkeme olamaz. Eğer olsaydı birtakım bürokratlarda burada yargılanamazdı."

Anayasa Mahkemesi Başkanvekili Alifeyyaz Osman Paksüt de, Atar'la hemfikir: "Yüce Divan ceza yargılaması yapan bir yüksek mahkemedir; siyasal karar veren bir merci değildir."

Genelkurmay başkanı ve kuvvet komutanlarının Yüce Divan'da yargılanmasının

yolunu kapalı tutmak, bu görevdeki kişileri fiilen "hukuk önünde hesap vermekten muaf" kılmak anlamına geliyor.

Zira yürürlükteki Askeri Ceza Muhakemeleri Usulü Yasası, en üst düzeydeki komutanların, özellikle de genelkurmay başkanının yargılanması önünde engel.

Yasa, görevdeki bir subayın yargılanabilmesini komutanının iznine bağlıyor. Yani bir kuvvet komutanının yargılanabilmesi ancak genelkurmay başkanı izin verirse mümkün. Genelkurmay başkanının ise üstü yok, dolayısıyla, görevdeyken yargılanmasına izin verebilecek kimse de yok.

Öte yandan, Hürriyet in haberindeki "Yüce Divan siyasi merci, dolayısıyla askerler buraya çıkarılamaz" gerekçesi, her ne kadar hukuki açıdan yanlış bir saptamaya dayansa da, ima ettiği mantık ayrıca sorgulanmayı hak ediyor.

Zira bu özürlü mantık, askerlerin siyasi ortamlarda hesap vermesine kapalı. Başka deyişle, maaşını vergilerimizle ödediğimiz, uygulamaları ulusal güvenliğimizi ilgilendiren genelkurmay başkanı ve kuvvet komutanlarının, demokratik temsilcilerimize "hesap vermemesi" gerektiğini kabullenen bir mantık bu.

Oysa askerin seçilmişlere hesap vermediği bir rejimin adı demokrasi değildir.

Böyle bir rejim, 'Şemdinli' gibi askerin açıkça hukuku çiğnediği, 'Dağlıca' gibi komutanların tavrının, hata, ihmal ve hatta komplo çağrıştırdığı olayların siyasi süreçte sorgulanmasına imkân vermez.

***

Son 13 yılı Washington'da gazetecilik yaparak geçirdim; bir bakıma, "asker siyasetçiye hesap vermez" mantığının reddini esas alan bir sisteme her gün tanıklık ettim.

Amerikan demokrasisi, 11 Eylül sonrasında, Beyaz Saray'ın militer kararlarıyla çok örselendi. Yine de, Washington'da gün geçmiyor ki bir komutan, (sık sık da genelkurmay başkanının kendisi), Senato'nun veya Temsilciler Meclisi'nin önüne çıkmasın; Kongre üyelerinin karşısında, sorumlusu olduğu askeri uygulamalar konusunda hesap vermesin, eleştirileri dinlemesin, ayrıntılı soruları bir bir yanıtlamasın.

Bazen benzeri bir sahnelerin TBMM çatısı altında da yaşandığını hayal etmiyor değilim.

Doğrusu, Şemdinli'nin, Dağlıca'nın, hatta Ayışığı'nın, Sarıkız'ın Meclis komisyonlarında sorgulandığı, komutanların milletvekillerinin sorularını bir bir yanıtladığı bir Türkiye hayalini seviyorum.

Taraf, 18 Ocak 2008

Yasemin Çongar

19.01.2008


 

Hâlâ susacak mısınız?

'Siyasal simge' tartışmaları üzerine çok yazdım, çok konuştum. İkna olma niyeti ve kapasitesi olanlara bol bol yetecek kadar...

O yüzden bugün ne Başbakan'ın "Velev ki siyasal simge olsun" sözünün ne kadar doğru olduğunu yazacağım, ne de bu söz üzerine Ak Parti'yi suç üstü yakalamış gibi sevince kapılan ve taze bir coşkuyla türban taarruzuna geçen muhalefete çatacağım.

Bugün sözüm, türban yasağının yanlış olduğunu yıllardır için için bilen ama bir türlü açıkça ifade etmeyen; "laikçi" çevreleriyle, eşleriyle dostlarıyla ters düşmeyi göze alamadıklarından, "İslamcılar"la ittifak halinde görünmekten korktuklarından susmayı sürdürenlere...

Sözde çağdaş kadın örgütlerine, demokrat geçinen sivil toplum kuruluşlarına, "ilerici" aydınlara, "başı açık" milyonlara sitem etmek istiyorum bugün. Bakıyoruz, yeniden alevlenen türban tartışmalarında yine malum saflaşma... Bir yanda başörtülüler ve Ak Parti öbür yanda ise yeminli türban karşıtları, yani bir kısım medya, yüksek yargı mensubu, küçük bir grup STK ve CHP...

Peki toplumun büyük çoğunluğu nerede? Bütün anketlerde her yüz kişiden 70-80'ini oluşturan ve üniversitelerde türban serbestisini savunan koskoca kitlenin tutumunu ortaya koyabilme kanalları hiç mi yok?

On milyonlarca insan hiçbir sivil toplum örgütü tarafından temsil edilmiyor mu? "Yenileşme"den söz edip duran sol nerede?

Baş örtme hakkını savunmanın solcu olmakla, ilerici ya da sosyal demokrat olmakla çelişmediğini, tam tersine bunun gereği olduğunu hâlâ içlerine sindiremediler mi? Bu saflaşma çoktan "yasakçılarla başörtülüler" saflaşması olmaktan çıkarabilir, "yasakçılar ve özgürlükçüler" saflaşması haline gelebilirdi, gelmeliydi.

Bu, türban sorununun çözümü açısından belirleyici öneme sahipti. Ama sadece bu da değil... Böyle bir gelişmenin pratik sonuçlarından daha önemli olan şey, solun ideolojik alanda yaptığı açılıma yapacağı katkıydı. Çünkü artık açıkça ortada ki, solda bir yenilenme yaşanacaksa eğer, bunun en temel unsurlarından biri doğru bir laiklik anlayışı; inanç ve ibadet özgürlüğünün temel bir özgürlük olarak içe sindirilmesi olmak zorunda. Zira, bugün demokrasinin en çetin konusu bu.

Şu anda sadece Türkiye'de değil, bütün dünyada demokrasi tartışmalarının en çetin geçtiği; modernizmin en fazla çuvalladığı; Avrupa'nın en kararlı insan hakları savunucularının "sınıfta kaldığı" sınav bu noktada veriliyor.

Yıllar yılı "anti demokrasiye demokrasi tanınamaz" klişesiyle durumu idare eden "modernist" tutucular, hayatın getirip dayattığı hiçbir sorunu çözemez haldeler.

Avrupa'nın göbeğinde yaşayan 5 milyon Müslümanla ne yapacaklarını, neyi yasaklayacaklarını, neyi serbest bırakacaklarını şaşırmış bir halde birbirlerine bakıyorlar. İşte böyle bir tarihî süreçte, başörtüsü bir kez daha simge haline geldi: Özgürlükçü solla totaliter sol arasındaki ayırımın simgesi...

Türkiye'deki sol kanat içinde din ve inanç özgürlüğüne sahip çıkma yönünde bir değişim yaşanması; topyekun bir "aydınlanma" yaşanmasa bile, hiç değilse bir kanadın sol içindeki totaliter çizgiye karşı çıkıp özgürlükçü bir açılım yapması, solun kendi kaderi açısından son derece olumlu olurdu. Yakın geçmişte, solun bazı kesimlerinden, bazı büyük sendika ve derneklerden bu yönde bazı açılımlar gördük ve sevindik.

Ama ne yazık ki, bu tutumlar "namusu kurtarmak" için yapılan açıklamalar olmanın ötesine geçmedi. Bu kuruluşlar tutumlarını ısrarla ve yüksek sesle ortaya koymadılar; bir mücadele alanına dönüştürmediler; malum saflaşmayı kırmak ve özgürlükçü olup olmamak noktasında yeni bir saflaşma haline getirmek için hiçbir çaba göstermediler. Şimdi kritik bir aşamadayız.

Ak Parti türban sorununu anayasa yoluyla çözmeye kararlı görünüyor. Onu bu haklı mücadelesinde yalnız bırakmamak kendine demokrat diyen, özgürlükçü diyen herkesin görevi. Yıllardır sözünü ettiğimiz "toplumsal konsensüs"ün bütün ifade kanallarını kullanarak, kanaat önderleri, sivil toplum kuruluşları aracılığıyla kendini somut bir biçimde ortaya koymasının zamanı.

Türban meselesinin Ak Parti'yle CHP ve devletin bir kesimi arasında bir hesaplaşmaya dönüşmesine seyirci kalırsak bunun bedelini demokrasimiz. Yani hep birlikte öderiz.

Bugün, 18 Ocak 2008

Gülay Göktürk

19.01.2008


 

MHP'nin formülü türbanı çözemez

Eğer amaç üniversitelerde türbanı yasaklayan mahkeme kararlarını ortadan kaldırmaksa, Milliyetçi Hareket Partisinin dün açıkladığı anayasa değişikliği önerisi sorunu çözmez.

Önce MHP'nin önerisine bir bakalım. Anayasanın kanun önünde eşitliği düzenleyen 10. maddesinin son fıkrasına birkaç kelime eklemeyi öneriyor MHP. Fıkranın şimdiki hali şöyle: "Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadır."

MHP'nin önerisi ise şöyle: "Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde ve her türlü kamu hizmetinin sunulmasında ve bu hizmetlerden yararlanılmasında kanun önünde eşitlik ilkesine uygun hareket etmek zorundadır."

Bu fıkranın türban konusuyla uzak yakın bir ilişkisini kurmak maalesef çok zor. Nedenini anlatabilmem için sorunun hukuki gelişimine bir bakmamız lazım.

Anayasa Mahkemesi, 7 Mart 1989'da aldığı 1989/12 sayılı kararında, türbanın 'laiklik karşıtı bir simge' olduğuna ve üniversite dersliklerinde, sınav salonlarında ve amfilerinde giyilemeyeceğine karar verdi. Kararına dayanak olarak da anayasanın temel kurucu ilkelerinden olan 'laiklik' ilkesini aldı.

Gerekçeli karar incelendiğinde, türbanı serbest bırakan, ama mahkeme tarafından iptal edilen yasanın anayasanın 10. maddesi açısından da incelendiği görülür. Gerekçeden ilgili bölümü aktarmak istiyorum:

"Anayasa'nın 10. maddesindeki eşitlik kavramıyla yasalar önünde eşitlik, yani hukuksal eşitlik öngörülmüştür. Bu kuralla kimi kişilere ya da topluluklara aynı durumda bulunan yurttaşlardan daha çok, daha geniş, hak ve yetkiler tanıyarak yasa karşısında eşitlik ilkesinin çiğnenmesi yasaklanmıştır. Güdülen amaç, aynı durumdaki kimselerin yasalarla aynı işleme bağlı tutulmasını sağlamak ve yasalar karşısında dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasal düşünce, felsefî inanç, din, mezhep ve benzeri nedenlerle yurttaşlar arasında ayrım gözetilmesini önlemektir. Ayrı durumda olanlar için ayrı uygulama ise eşitlik ilkesine aykırılık oluşturmaz.

Anayasa'nın Başlangıç Bölümü'yle ilgili incelemede değinildiği gibi Anayasa yönünden din, kimi haklara sahip olmanın koşulu değildir. Değişik dinlere inananlarla hiçbir dine inanmayanlar için, din ve vicdan özgürlüğü sınırları içinde inancını açıklamak serbesttir. Din konusunda inançlarına, bakmaksızın tüm yurttaşlara eşit davranan lâik devlette, din ve mezhep farklılığı kişiler arasında hiçbir ayrıma neden olamaz. Dava konusu kural ise, giyim konusunda İslâmî olduğu ileri sürülen başörtüsüne ayrıcalık tanımakla eşitlik ilkesine biçimsel yönden ters düşmektedir. Özde başka dinlerin gerektirdiği örtülere olanak tanımak lâikliğe aykırılığı ortadan kaldıramaz.

Dinsel nedenle başörtüsü ve türbanla boyun ve saçların örtülmesine serbestlik tanınması, bu tür yönlendirme, bir anlamda zorlamadır. Kişileri şu ya da bu yönde giyinip başını örtmeye zorlamak, ayrı ve hattâ aynı dinlerden olanlar bakımından ayrılık yaratacaktır.

Bu nedenle, dava konusu madde Anayasa'nın 10. maddesine de aykırıdır."

Görüldüğü gibi gerekçeli kararda ne hizmet almaktan ne de vermekten söz ediliyor. Kaldı ki, Anayasa Mahkemesi, türban yasağı getiren kararını verirken Anayasa'nın Başlangıç bölümüne, 2. maddesine, 10. maddesine ve 174. maddesine aykırılık bulmuştu zaten. Dolayısıyla MHP'nin önerisi, 10. maddeyle ilgili aykırılığı bile gidermezken, özellikle 2. ve 174. madde engellerinin nasıl aşılacağı son derece tartışmalı.

Benim kişisel görüşüm, anayasa'da kurucu ilke olarak laiklik yer aldığı müddetçe, anayasaya madde de ekleseniz, 'bir cümlelik' değişiklik de yapsanız türbanı serbest bırakmak hukuken mümkün değildir. Bunu mümkün kılmanın yegâne yolu, Anayasa Mahkemesi'nin ilk olarak 1989'da yaptığı ve daha sonra farklı gerekçelerle en az üç kez daha tekrar ettiği yorumunu değiştirmesidir. Bu yorum değişikliği de ancak Anayasa Mahkemesi üyelerinin kompozisyonunun radikal biçimde değişmesiyle sağlanabilir.

Radikal, 18 Ocak 2008

İsmet Berkan

19.01.2008


 

Askere göre, örtü çağdışı

Bilmem sizin de dikkatinizi çekti mi?

Son zamanlarda, memleketin herhangi bir kadim meselesi konuşulurken, "Peki bu konuda asker ne diyor?" diye sormak kimsenin aklına gelmiyor...

Şimdi bazıları, "Aman iyi... Aman güzel... İşte kardeşim, asker kendi görev alanına çekilmiş durumda... Sivil siyaset işe el koymuş durumda... Şimdi bu konuyu gündeme getirmenin sırası mı? Ne istiyorsun? Neden pişmiş aşa su katıyorsun?" diyecektir...

Eğer...

Durum gerçekten de böyle olsaydı...

Yani gerçekten de "aş" pişmiş olsaydı, ben de su katarak münafıklık yapmazdım.

Fakat ne yazık ki...

Durum hiç de böyle değil...

Mesela...

Türban konusunda askerin elinde bir "tanım" var ve bu tanım, Başbakan Erdoğan'ın türban tanımıyla örtüşmemekte.

* * *

Bir yakınım, askerdeki oğlunun "yemin töreni"ne bir davet mektubu aldı geçen gün...

Mektubu gördüm...

Nazik ifadelerle yapılan bir çağrı...

Ancak...

Benim asıl dikkatimi mektubun altına özenle yerleştirilmiş "Pek mühim bir not" çekti...

"Mühim not"ta şöyle deniliyordu:

"Törene Atatürk ilke ve inkılaplarına aykırı ve çağdaş olmayan kıyafetli ziyaretçiler alınmayacaktır."

İşte askerin türban tanımlaması!

Asker türbanı, "çağdışı kıyafet" olarak tanımlıyor.

Resmen... Yazılı olarak... Alenen...

* * *

Peki bu durum ne zamana kadar görmezlikten gelinecek?

Düşünsenize:

Komutanlar, başkomutanlarının eşinin kıyafetini "çağdışı" olarak tanımlıyorlar!

Ve bu durum karşısında "Başkomutan", hiçbir şey yapamıyor!

Hadi bu da bir tarafa...

Hani türban sorununun çözümü için hem toplumsal, hem de kurumsal mutabakat aranacaktı?

En önemli kurum, türbana "çağdışı" diyorsa, "mutabakat" nerededir?

Hürriyet, 18 Ocak 2008

A. Hakan Coşkun

19.01.2008


 

Sözün bittiği yer

Erbakan "Rektörler selam duracak" dedi. Okula kısmen girebilenler de giremez oldu.

Başbakan'ın Madrit'te "velev ki siyasal simge olsun, dünyanın neresinde böyle yasak var" sözünü, bu sorumsuzlukla söylenmiş olarak kabul etmek istemiyorum.

Bunun, öyle Ece Temelkuran'ın vehmettiği gibi, "AKP'nin evine dönüşü"yle de alakası yok.

"Velev ki siyasal simge olsun" söylemi artık başörtüsü konusunda sözün bittiği noktadır.

Başbakan'ın bu sözünü anlayabiliyorum. Ne derseniz deyin, karşınızdakine meramınızı anlatamayacağınız zamanki söz söyleme biçimidir bu.

Zira... Artık başörtüsü sorunu illetli bir hal almıştır.

Başı örtülü kadınlara isnat edilen iki şey vardır. Ağzınla kuş tutsan, amuda kalksan kâr etmez. Başındaki örtü ya aile baskısıdır ya da koca baskısı. Kocasının isteği üzerine, bikini giymeyen, mini etek giymeyen kadın anlaşılabilir de "velev ki koca isteğiyle olsa örtünen" kadın bir türlü anlaşılamaz. İkisi de değilse o zaman durum daha da vahimdir, siyasal bir simgedir başındaki ve sen potansiyel bir tehlike unsurusundur.

"Artık bu ülkede yaşanmaz" diyen Fazıl Say bilmelidir ki, bu ülkede okuma hakkına sahip olamayan kızlar kimseciklere nazlanamadan yıllardır bu ülkeden sessiz sessiz gittiler. Gidemeyenler de zaten okuyamıyorlar. Yıllardır bu travmayı yaşayan, ikna odalarına tıkılan bu kızlardan daha iyi kim anlayabilir ki Fazıl Say'ı.

* * *

Tempo dergisinde yazmaya yeni başlamıştım. AKP'nin birinci dönem iktidarıydı. 27 Nisan muhtırası da verilmemişti. Dönemin uyuklamasıyla meşhur Kültür Bakanı Atilla Koç'un davetlisi olarak Moskova ziyaretine katılmıştım. AKP'li milletvekilleriyle birlikte CHP'li de iki vekil vardı. Ankara'da balık lokantası da olan CHP'li milletvekili, "AKP iktidarda olduğu için sana yazdırıyorlar, bunun farkındasın değil mi" diyerek bana samimi bir uyarıda bulundu. (Gerçi şimdi de öyle düşünenlerin sayısı az değil ya, neyse)

"Ne yani, siz iktidarda olunca benim gibilere yazdırılmayacak mı? Bunu mu demek istiyorsunuz" diye sordum. "Yoook canım öyle demek istemedim de" şeklinde sözü geveledi.

Oysa, Turgut Özallı yıllardan sonra, özellikle de Refah-Yol deneyimi ile daha da pekişen bir inanış vardı dindar kesimde: "Başörtüsü sorununu muhafazakâr partilere çözdürmezler. Bunu CHP'ye yaptıracaklar" diye.

Fakat görünen o ki, artık Türkiye'nin bir ayıbı haline gelen bu meselede CHP hiç oralı değil. Baykal "Bak işte itiraf etti" peşinde.

İnsan ülkesindeki sorunları bu kadar mı görmezden gelir. Nerede yaşıyorlar, kimlerle görüşüyorlar bilmiyorum. Bu kafayla yakında sadece birbirleriyle görüşen küçük bir kulüp haline gelecekler.

* * *

Tayyip Erdoğan ve partisi de, 2002'den bu yana, başörtüsü konusunu evirip çevirerek epeyce sulandırdılar. Cumhurbaşkanlığı konusundaki ısrarı, üniversite konusunda göstermediler.

İddia sahipleri, iktidara gelince, nimetlerin büyüklüğünün farkına varıyor ve biraz daha "tadına varmak" için insanları oyalayıp durabiliyor.

Başbakan'ın kafası karışık mı bilmiyorum ama benim kafam fena halde karışık.

İnanın ki halkın da öyle...

Zira Mehmet Ali Şahin'in daha bir yıl önce başörtülü kadınlar hakkında sarfettiği "yüzde bir buçuk" sözü unutulmuş değil.

"Ülkenin türbandan önemli sorunları var, mesela işsizlik" söylemleri de unutulmuş değil.

Halka sormuşlardı da, en önemli sorunlar sıralamasında başörtüsü meselesi çok gerilerde kalıyordu.

İşsizlik sorunu çözülmüş değil. Bilakis, ekonomideki iyileşme tabana yansımış değil.

E, peki ne oldu da şimdi bir anda gündem yeniden türbana döndü.

Bunun önümüzdeki dönem yapılacak yerel seçimler için bir yatırım olduğuna inanmak istemiyorum.

İnsanlar inandıkları için örtünüyorlar deniliyor, yok efendim bu siyasi simgedir diye karşı çıkıyorlar.

Başbakan'ın da artık canına tak etmiş olmalı ki, "velev ki siyasi simge" dedi.

"Siyasi simgeler de mi yasak? Hadi bakalım. Şimdi ne diyeceksiniz?" diye okuyorum bunu.

Şimdi de, "yok efendim, bu kadınlar kocalarının baskısıyla örtünüyorlar"a mı dönecek?

"Velev ki öyle". Karı-koca arasındaki münasebetleri de mi siz belirleyeceksiniz?

Koca baskısı ile olmaz, baba baskısı ile olmaz, dini baskı ile olmaz.

"Devlet baskısı" ile bugüne kadar ne hallettiniz diye sormazlar mı insana...

Saçmalama vaktimiz dolmadı mı daha?

Akşam, 18 Ocak 2008

Elif Çakır

19.01.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri