Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 21 Ocak 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Genelkurmay'a sorular

Sınır rahatlıkla geçilmiş. Tabur kolayca basılmış. On iki gencecik insanımız şehit olmuş. Sekizini de alıp götürmüşler. Fatura ise basılan taburdaki telsizci ere çıkartılmış. Müebbet istemiyle yargılanmaya başlanmış.

Bu nasıl oluyor?' diye sorduğunuzda... Cevap olarak küfür mü, hakaret mi olduğu anlaşılmayan bir resmi açıklama geliyor:

'Ordu karşıtlığını siyasi ve ekonomik rant aracı yapan bazı çevreler...'

'Türk Silahlı Kuvvetlerine seviyesiz bir şekilde saldırmak...'

'Olayı saptırarak kendi amaçları doğrultusunda kullanmak...'

'Türk Silahlı Kuvvetleri'ni yıpratmak.'

İlk sorum şu:

Bu üslup nedir?

***

Sorulara cevap vermek yerine, soru soran Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarıyla bir kamu kurumu yönetiminin bu tarz ve bu düzeyde polemik yapması ne kadar doğal?

Ne kadar meşru?

Ne kadar demokratik?

Ne kadar hukuksal?

Aynı şeyi, tüm devlet kurumlarının yaptığını düşünün... Her eleştiriye, her soruya, her şikâyete yukarıdaki üslupla cevap veren kamu kurumları, Türkiye'yi düzlüğe mi çıkartır yoksa ülkeyi mi çökertir?

İstenen 'mutlak bir sessizlik' mi?

***

Gelelim, Dağlıca baskını ile ilgili yayınlanan dünkü bildirinin diğer kısımlarına:

'İdari soruşturma yapılmakla birlikte; olayın yargısal sürece tabi tutulması, basın ve kamuoyuna karşı şeffaflık açısından arzu edilen bir durumdur.

Türk Silahlı Kuvvetlerinin bu tavrı, onun özgüveninin ve hukuka duyduğu saygının en açık göstergesidir.

Nitekim, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin hukuk dışı her türlü eylemi yargıya havale etmekte asla tereddüt göstermediği, kamuoyu tarafından yakından bilinmektedir.'

Bunlar olması gereken olumlu bir yaklaşım...

Ama bir sorun var:

Askeriyede 'hukuk dışı her türlü eylem' hangi 'yargıya' havale ediliyor?

Askeri yargıya...

Askeri yargı ne?

Sicil amirinin aynı zamanda komutanı da olduğu asker üyelerin oluşturduğu mahkemelerin tümü...

'Çift başlı yargının' hüküm sürdüğü bir ülke 'hukuk devleti' sayılabilir mi? Hangi çağdaş ülkede, bizdeki gibi askeri mahkeme, Askeri Yargıtay, Askeri Danıştay var?

Var ise bir örnek rica edelim...

Gerçek bir hukuk devleti olacaksak, doğal yargı ile olacağız...

Bunu arzulayan insanların ne gibi 'rantı' olabilir?

***

Başka bir soru daha:

Askeri yargıya havale ediliyor da, sonuç ne oluyor?

Hatırlayalım:

Doğal mahkemenin 39 yıl ceza verdiği Şemdinli sanıkları nerede tahliye edildi?

***

Güneydoğu Anadolu Bölgesi'nde görev yaptığı dönemde, 'hákim ve savcıları' hizaya getirmek için 'birkaç bomba attırdığını' söyleyen emekli Korgeneral Altay Tokat hakkında açılan dava ne oldu?

Askeri savcılık, 'meskûn mahalde bomba attırmak' suçundan açılan ilk soruşturmayı yetkisizlikle sonuçlandırdı.

Askeriye yeşil ışık yakmayınca, sivil mahkeme de ilginç bir karar aldı...

Hakkári Başsavcılığı, Tokat'ın 'halkı kin ve düşmanlığa tahrik', 'yargı görevini yapanı etkileme'den soruşturulması gerektiğine ancak, Tokat bölgede 1989'da görev yaptığı için bu suçların zaman aşımına girdiğine hükmetti.

'Bomba attırdığını' üstelik de bunu 'savcı ve hakimleri hizaya getirmek için yaptığını' söyleyen bir emekli komutanın cezasız kalması, 'hukukla' ve 'hukukun üstünlüğü' ile bağdaşır mı?

Genelkurmay için bu soruları soranlar, 'Türk Silahlı Kuvvetlerini yıpratmayı...', '... onun terörle mücadele ve Türkiye Cumhuriyet'in temel ilkelerine sahip çıkmadaki kararlılığını aşındırmayı düşünenlerin' mi?

Tersten sorarsak, sağa sola bomba attırdığını söyleyen eski komutanlara ilişmemek mi Türk Silahlı Kuvvetlerini yıpratmıyor, terörle mücadeleye destek veriyor ve Cumhuriyet'in temel ilkelerini aşındırmıyor?

***

Şunları da pas geçmeyelim:

Yıllar önce...

Cizre'nin...

Yeşilyurt köylülerine dışkı yedirildiğinde de...

Yargıdan ceza çıkmamıştı.

Yargıtay'dan bir üye bana, bunun 'güvenlik güçlerinin moralini bozmamak' gibi 'hukuksal olmayan' bir nedene dayandırıldığını anlattıydı.

***

Rüşveti verenin 'rüşvet verdim' dediği ama rüşveti alanın karanlıkta kaldığı tek ülke neresi?

Türkiye Cumhuriyet'i Devleti.

Olay ne?

Askeri uçak alımı, Lockheed.

Bu 'hukukun üstülüğü' ile uyuşuyor mu?

Boeing firmasından alınan tanker uçakları...

Awacs erken uyarı uçakları...

Casa uçakları hakkında yolsuzluk iddiaları ne oldu?

***

Türkiye Büyük Millet Meclisi İnsan Hakları Komisyonu'nun 'Kulp'ta bulunan toplu mezar' raporunu hatırlayan var mı?

1993 yılında Kulp ilçesinde gözaltına alınan on bir köylü kayboluyor. Aradan yıllar geçiyor ve Diyarbakır'ın Kulp ilçesi Kelpir bölgesinde bir toplu mezar bulunuyor. Kaybolan köylülerin yakınları savcılığa başvuruyor. Dönemin Kulp Cumhuriyet Savcısı bu başvurulara aldırmıyor, bölgeye de gitmiyor. Bulunan kemiklerin ve diğer eşyaların toplanıp getirilmesini istiyor. Komisyon, bu nedenle 'görevi ihmalden' dönemin Kulp Cumhuriyet Savcısı için suç duyurusunda bulunma kararı alıyor.

Türkiye aynı olay nedeniyle daha önce de Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nde mahkum oluyor. İnsan Hakları Komisyonu 'cezai yönden takibat açılmasının' faili meçhulleri önlemek açısından önemini hatırlatıyor.

TBMM İnsan Hakları Komisyonu, dosyalar üzerinde yaptığı incelemeler sonucu 'olayın Bolu'dan gelen General Yavuz Ertürk komutasındaki Bolu Komando Dağ Taburu'nun operasyonu sırasında gerçekleştiği' kanaatine varıyor.

***

Silopi'de kaybolan iki HADEP'linin döneminde de aynı yetkilinin orada görevli olduğu da İnsan Hakları Komisyon raporunda var.

Bunlardan dolayı sürekli AİHM'de mahkum olmak Cumhuriyet ilkeleri ile bağdaşıyor da, 'hukuksuzluk bizi çürütür' demek mi bağdaşmıyor?

Yerim kalmadı.

Eşref Bitlis olayını ve diğerlerini pas geçiyorum...

Ama yıllardır söylediğimizi tekrarlıyorum:

Lockheed askeri uçak alımındaki rüşvet olayının şimdiye dek bir tek Türkiye'de ortalığa çıkmaması tüm kurumlar üzerindeki şaibeyi sürekli kıldı.

Hukuk denetiminden kaçan ülkeler ve kurumlar çürüyor. Yolsuzluklar bir ur gibi bünyeyi sarıyor. Üstelik tüm bu rezaletler büyük bir 'vatanseverlik' propagandası ile örtülmeye çalışılıyor.

Bunu yapmaya ve 'hukuktan yana taraf' olan insanları çirkin bir şekilde suçlamaya devam etmeyin.

Madem 'hukukun üstünlüğü' önemli...

O zaman hukuksal bir soğukkanlılık ve hukuksal bir kibarlık lütfen.

Star, 20.1.2008

Mehmet Altan

21.01.2008


 

Adalet cesaret ister

Birileri vuruluyormuş, suikastlar, saldırılar oluyormuş, suçlulur yakalanmıyormuş, yakalananlar serbest bırakılıyormuş...

Bunlar bizim iktidarımızın ilgisini hiçbir şekilde çekmiyor.

İktidardaki kardeşlerimiz biraz "ürkek" tabiatlı çünkü; duymak, görmek, söylemek, onların bünyesine pek uygun düşmüyor.

Tabii siyasi iktidar böylesine ürkek ve suskun olunca başkaları konuşuyor.

Genelkurmay Başkanlığı kalkıp bir açıklama yapıyor.

Açıklama, Dağlıca ile ilgili.

Tabii buna pek "açıklama" denmez, bir şey açıklamıyor çünkü, daha ziyade korkutma ve tehdit üzerine bir metin.

Şöyle diyor örneğin:

"Ordu karşıtlığını siyasi ve ekonomik rant aracı yapan bazı çevreler, Türk Silahlı Kuvvetleri'ne seviyesiz bir şekilde saldırmak için, bu olayı saptırarak kendi amaçları doğrultusunda kullanmaktadırlar."

Dağlıca baskını üzerine giden gazete biziz.

Dürüst birkaç yazardan başka kimse bu olayı sorgulamadı, hele siyasilerden ses bile çıkmadı, ödleri patlladı onların.

Şimdi bunu yazan paşalara sormak istiyorum:

Biz, "Dağlıca baskınında neler oldu" diye sorarken bundan kendimize nasıl "siyasi ve ekonomik rant" sağlıyoruz?

Külliyen yalan bu.

Yazarken bunun yalan olduğunu, bilmiyorlar mı, biliyorlar. Niye böyle bir şey yazıyorlar peki?

Bir ülkenin Genelkurmayı'na yakışır mı bu?

"Olayda şüphe, önyargı ve kinle üretilmiş iddialar ön plana çıkarılmakta; Dağlıca'da aynı zamanda hain bir saldırının 12 vatan evladının kan ve canları pahasına püskürtülerek, bir fedakârlık örneği sergilendiği gör ardı ediliyor."

Biz de tam bunu soruyoruz işte.

O 12 çocuk niye öldü?

Askeri açıdan gerekli bütün tedbirler alındığı halde mi öldü o çocuklar?

Genelkurmay "Bütün tedbirler alındı" diyorsa, o tedbirleri açıklasın.

"Alınmadı" diyorsa tedbir almayanlar hakkında ne yapıldığını söylesin.

O baskından sonra sadece PKK'nın alıp götürdüğü "sekiz asker" tutuklandı.

Onlar mı gerçekten o baskından sorumlu olanlar?

PKK'nın daha bir hafta önceden katırlarla yığınak yaptığı, baskın günü telsizlerle konuştuğu bilindiği halde nasıl bir hazırlık yapıldı bu baskına karşı?

Niye bölük komutanları izindeydi?

Niye tabur komutanı yerinde değildi?

Niye, askerlerin iddialarına göre, PKK'nın geliş yönündeki üç mevzi boşaltılmıştı?

Niye hedef gösterir gibi sis ışıkları yakılmıştı?

Askerlikte baskına karşı bunlar mı yapılıyor?

Bunların sorumlusu hapisteki sekiz asker mi?

Açıklamada, ordunun "köklü bir özeleştiri geleneği" bulunduğu da söyleniyor.

Nedense ben ordunun yaptığı tek bir "özeleştiri" örneği bile hatırlayamadım.

Acaba Dağlıca ile ilgili bir özeleştiri de yapabilirler mi?

Bakın, biz çok basit ve çok net sorular soruyoruz.

Bir gazetenin "işi" budur.

Topluma ve parlamentoya karşı sorumlu olan Genelkurmay'dan da aynı basitlik ve netlikte cevaplar bekliyoruz.

O gece Dağlıca'da neler oldu?

Neden bütün suç esir düşen sekiz askerin üstüne yıkıldı?

Bu sorulara cevap vermeyen hiçbir açıklama gerçek açıklama değildir.

Bir de, açıklamada tehditkâr ve korkutucu bir üslup var.

Paşalara şunu söylemek isterim, biz korkmak için çok ihtiyarız.

Bundan vazgeçsinler.

Yazarların ensesinden vurulduğu bir ülkede yaşadığımızın fevkalade farkındayız.

Ama yaşadığınız ülkede çocuklar haksız yere hapse atılıyorsa...

Vurulan yazarları öldürtenler araştırılmıyorsa...

Utanıyorsunuz.

Utanılacak işler yapılan bir ülkede sesini çıkarmadan yaşamak ise bazıları için ölmekten daha kötüdür.

Bilmem, anlatabiliyor muyum.

Taraf, 20.1.2008

Ahmet Altan

21.01.2008


 

Yapılması gereken

Ne yalan söyleyeyim, kendimi uzun zamandır ilk defa ortalara doğru savrulmuş hissediyorum. Türban/başörtüsü ile ilgili son tartışmalarda tam benimsediğim bir 'taraf' yok.

Başbakan Tayyip Erdoğan'ın Madrid konuşmasıyla başlayan süreçte, Ak Parti ile MHP, sorunu 'anayasa değişikliği' ile çözme yanlısı bir 'taraf' oluşturdular, ben ise konunun anayasayla çözülmesini doğru bulmuyorum. Buna karşılık, Ak Parti ile MHP'nin ortak anayasa değişikliği hamlesine karşı çıkanların tavrı daha da betime gidiyor; rejim konusunda bu kadar hassaslarsa, türbana özgürlük tanıyan bir anayasa zorlarına gidiyorsa, sorunun çözümü için başka bir yöntem önerseler ya!

En başta dedim işte: Ben iki tarafın ortasında bir yerlerdeyim.

Üniversitelerde uzun yıllardır sürdürülen yasak Türkiye'yi bir 'hâkimler devleti' olarak görenlerin eseri. Demokratik hukuk devletlerinde, anayasa, yasa, devleti oluşturan kuvvetler, sınırları belirgin tanımlara sahiptir. 'Kuvvetler ayrılığı' esastır, bu sebeple yasama ve yürütme organları yargıya müdahale edemezler; ancak yasama organına ait bir yetki kullanılmak istendiğinde yargı da "Kullanamazsın" diyemez. Özgürlükler alanına ait bir yasak, anayasadan ve yasadan destek almıyorsa, mahkeme kararları gerekçe gösterilerek uygulanamaz demokratik hukuk devletlerinde.

Daha önce yazdım, burada özetini sunayım: Eğitim özgürlüğü alanını ilgilendiren türban yasağı bir anayasa veya yasa maddesine dayanılarak uygulanmıyor ülkemizde. Tam tersine: 1982 Anayasası "Temel hak ve hürriyetler ancak yasayla sınırlandırılabilir" hükmünü taşıyor. Konuyla ilgili yürürlükteki tek yasa maddesi, YÖK Yasası'nın geçici 17. maddesi, o da "Yüksekokullarda kılık-kıyafet serbesttir" diyor. Buna rağmen uygulanıyor üniversitelerde türban yasağı...

Bir demokratik hukuk devletinde asla olamayacak gariplikte bir durum var ülkemizde ve bu durum uzun yıllardır süregeliyor.

Bu yanlışlığı nasıl ortadan kaldıracağız? Ak Parti'nin ortaya attığı, MHP'nin de karşı-formülle desteklediği 'anayasa değişikliği' bir yol elbette; ancak

gereksiz ve anayasa mantığı bakımından doğru olmayan bir yol... Üzerinde uzlaşı bulunan temel hak ve özgürlükleri vurgulayan birer metindir anayasalar; herkese eşit uzaklıkta ve herkese eşit mesafede bir metin. Öyle de kalmalı.

Anayasa değişikliği yoluyla sorunun çözülmesine karşı çıkanlarla yolumuz bu noktada ayrılıyor. Onlar yönteme karşılar, ama mağduriyetlere sebep olan sorunun ortadan kalkıp kalkmaması umurlarında bile değil. Daha da kötüsü, hükümeti ve Ak Parti'yi köşeye sıkıştıracak, zinde güçler ve iyi saatte olsunlar ile karşı karşıya getirecek bir fırsat yakaladıkları için, konuyu kanırtmaktan ayrıca zevk alıyorlar. Yüzlerce, binlerce genç kız, onların milyonluk bir kitleyi oluşturan aileleri ve yakın çevreleri, halkın yüzde 80'e yakın bir bölümünün hassasiyeti... Bütün bunlar onların gözünde hiçbir değer taşımıyor...

Oysa, diyelim Ertuğrul Özkök, ikide bir yazdığı gibi üniversitelerde uygulanan yasağa karşıysa, bunu söylemek ve yazmakla yetinmesin, "Anayasa bu sebeple değiştirilmesin, ama üniversitelerde de artık yasak uygulanmasın" diye yazsın. Hürriyet gazetesi "Yıllarca mağduriyetlerini mağrur bir duruşla sineye çekmiş genç kızlarımız daha fazla mağdur edilmesin" kampanyası açsın. Açsın ki, Ak Parti ile MHP'nin anayasa yoluyla yasağı kaldırma girişimine gerek kalmasın. Rejim tehlikeye giriyorsa o yolla, rejim tehlikeden uzaklaşsın...

Fakat görüyorsunuz işte: "Üniversitelerdeki yasağa ben de karşıyım" deyip durdukları halde, sıra sorumlu yerlerde oturanlardan "Uygulamayın bu yasağı" talebinde bulunmaya geldiğinde lâl ü ebkem kesiliyorlar, gıkları çıkmıyor...

Kırılma noktası "Yasak kalksın mı, devam mı etsin?" olduğunda çok fazla ortada kalamayacağımın bilinmesini isterim

Yeni Şafak, 20.1.2008

Fehmi Koru

21.01.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri