Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 12 Şubat 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ

Tâğuttan ve ona kulluk etmekten kaçınarak Allah'a yönelenlere gelince, müjde onlar içindir. Kullarımı müjdele.

Zümer Sûresi: 17

12.02.2008


HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ

Başkalarının işlerinin görülmesinde aracı olun ki, sevap kazanasınız.

Câmiü's-Sağîr, c: 1, no: 616

12.02.2008


Herkes harekât-ı meşrûasında şâhâne serbest olsun

Sual: Bazı nâs, senin gibi mânâ vermiyorlar. Hem de bazı Jön Türklerin a’mâl ve etvârı pis tefsir ediliyor. Zira bazı Ramazan’ı yer, rakı içer, namazı terk eder. Böyle, Allah’ın emrinde hıyanet eden, nasıl millete sadâkat edecektir?

Cevap: Evet, neam, hakkınız var. Fakat hamiyet ayrı, iş ayrıdır. Bence bir kalb ve vicdan fezâil-i İslâmiye ile mütezeyyin olmazsa, ondan hakikî hamiyet ve sadakat ve adalet beklenilmez. Fakat iş ve sanat başka olduğu için, fâsık bir adam güzel çobanlık edebilir. Ayyaş bir adam, ayyaş olmadığı vakitte iyi saat yapabilir. İşte, şimdi salâhat ve mahareti, tâbir-i âharla fazileti ve hamiyeti, nur-u kalb ve nur-u fikri cem edenler vezâife kifayet etmezler. Öyleyse, ya maharettir veya salâhattir. Sanatta maharet ise müreccahtır. Hem de o sarhoş namazsızlar Jön Türk değiller, belki şeyn Türktürler. Yani fena ve çirkin Türktürler. Genç Türklerin râfızîleridirler. Herşeyin bir râfızîsi var. Hürriyetin râfızîsi de süfehâdır.

Ey Türkler ve Kürtler! İnsaf ediniz. Bir râfızî bir hadise yanlış mânâ verse veya yanlış amel etse, acaba hadisi inkâr etmek mi lâzımdır, yoksa o râfızîyi tahtie edip nâmûs-u hadisi muhafaza etmek mi lâzımdır? Belki hürriyet budur ki: Kanun-u adalet ve tedipten başka, hiç kimse kimseye tahakküm etmesin. Herkesin hukuku mahfuz kalsın, herkes harekât-ı meşruasında şâhâne serbest olsun. “Allah’ı bırakıp da birbirimizi rab edinmeyelim.” (Âl-i İmrân Sûresi, 3:64.) nehyinin sırrına mazhar olsun.

Sual:Haşiye Demek biz eskiden beri hürriyetimize mâlik idik. Hürriyetimiz tev’em olarak bizimle doğmuş. Öyleyse başkalar keyiflensin, bize ne?

Cevap: Evet, zaten o sevdâ-yı hürriyettir ki, sizi tahammülsüz meşakkatlere mütehammil kılmış. Ve medeniyetin muşa’şâ bu kadar mehasininden, sizin anka-i meşrebâneniz sizi müstağnî etmiştir. Fakat, ey göçerler, sizde olanı yarı hürriyettir. Diğer yarısı da başkasının hürriyetini bozmamaktır. Hem de kut-u lâyemût ve vahşet ile âlûde olan hürriyet, sizin dağ komşularınız olan hayvanlarda da bulunuyor. Vâkıa, şu biçare vahşî hayvanların bir lezzeti ve tesellîsi varsa, o da hürriyetleridir. Lâkin güneş gibi parlak, her ruhun mâşukası ve cevher-i insaniyetin küfvü o hürriyettir ki, saâdet-sarây-ı medeniyette oturmuş ve marifet ve fazilet ve İslâmiyet terbiyesiyle ve hulleleriyle mütezeyyine olan hürriyettir.

Hâşiye: Haymenişinler tarafından yani göçebe, siyah çadırlı bedevîlerin suâlidir.

Münâzarât, s. 56-58, Y.A.N.

Lügatçe:

nâs: İnsanlar.

fezâil-i İslâmiye: İslâmî faziletler.

salâhat: Sâlihlik.

tâbir-i âhar: Diğer tabirle.

müreccah: Üstün olan, tercih edilen.

râfızî: Kurallardan ve nizamdan ayrılan.

kanun-u adalet ve tedip: Adalet ve Ceza Kanunu.

harekât-ı meşrua: Meşrû, şer’î hareket.

tahtie: Hatalı çıkarma.

tev’em: İkiz.

müşa’şâ: Parlak, şa’şaalı.

anka-i meşrebâne: Anka meşrepli olarak, kanaatkâr mizaç.

kut-u lâyemût: Ölmeyecek kadar.

âlûde: Karışık, karışmış.

12.02.2008


Nefsin elinde inceden bir elif

İnce bir elif... Nefsin elinde inceden bir elif duruyor. İnceden, hem de nâzenin, hem de pek mühim bir elif. Yerden başlayıp, göğe doğru uzanan bir elif. Bir nokta ile başlayıp semâya doğru kırılmadan, eğilmeden dimdik uzanan bir elif.

Boynunu bükmeden nazenin duruyor elif. Nefsin elinde kâinatın tılsımını açabilecek mühim bir anahtar duruyor… Nefsin elinde inceden bir elif: Ene.

Ene kelime olarak; ben, benlik anlamlarını ifade eder. Fakat mahiyetinde geniş anlamlar barındırır. Ene, insanın mânevî varlığının en küçük yapı taşı hükmündedir. Onu ne üzere kullanırsan, seni kullandığın maksat üzere geliştirir. Hayra kullanırsan hayra erişir; Hakk’a erersin. Tam aksi kullanırsan hayırdan uzak düşersin. Ene içinde kaybolur; enen de boğulursun. Ene çizgisinde ben merkezci giden bir insan, sadece kendi nefsini düşünür. Gurura, kibire kapılır. Bu, mü’min kula yakışmaz bir haldir.

Bir muammadır elif… Bir bilmecedir elif… O muammayı idrak edebilirsen, Rabbinin esmâsını daha iyi tanırsın. Rabbini tanıdıkça, O’na olan muhabbetin de artar. Enenin kapılarını açmayı becerebilirsen, kâinatın kapılarını da kolaylıkla açarsın.

“Kâinatın miftahı, anahtarı insanın elindedir. Âlemin kapıları açık ise de mânen kapalıdır. Cenâb-ı Hak bütün o kapıları ve kenz-i mahfîyi açan ene nâmında bir miftahı insanın eline vermiştir. Fakat, ene de kapısı kapalı bir bilmecedir. Bunun kapısı açılıyorsa, kâinatın da kapıları açılıyor. Evet, Cenâb-ı Hak insana bir benlik, bir nev’î hürriyet vermiştir ki, Cenâb-ı Hakk’ın rububiyetine ait evsâfı bilmek için mevhum, farazî bir vahid-i kıyâsî yapsın.”1

Bu noktada akla, Veysel Karânî’nin münâcâtı geliyor. Veysel Karânî Hazretleri, enenin muammalı tılsımını açmış ve Marifetullaha ulaşmıştır. Ki bu hâl duâlarına yansımıştır. Münâcâtında şöyle der: “Allah’ım, Rabbim Sensin, ben ise senin kulunum… Rızık veren Sensin, ben ise senin verdiğin rızıkla besleniyorum… Sonsuz azamet ve büyüklük sahibi olan Sensin; ben ise, küçük ve değersizim… Gerçek kudret ve kuvvet sahibi Sensin, ben ise sınırsız zaaf ve acz içerisindeyim...”2

Başta dediğimiz gibi yerden başlayıp, göğe doğru yükselen… Bir nokta ile başlar; eğer Rabbinin emrine riâyet ederse, Rabbinin lütfuna daha da yaklaşır. Yok, tam dersi “ben”de takılır; Rabbini unutur da gurur ile kibir ederse; insan makamının en aşağı seviyesine düşer. Yani en dip noktaya…

Ene ile olan alâkadarlığımızı şu durum ile anlayabiliriz: Birincisi; güzel bir iş başardık ve neticesinde, o muvaffakıyeti bize lûtfeden Rabbimiz aklımıza gelmez de, “Ben başardım” deyip fahre, gurura düşersek… İkincisi sıkıntılı bir durum karşısında; “Ben şimdi ne yapacağım?” sorusunu soruyorsak... Bakın, her iki durumda da “ben” kelimesi çıktı karşımıza. Ya da tam tersine, hatırımıza Allah ü Teâlâ geliyor, O’nun lütfuna hamd ediyorsak. Ve Hâlık-ı Rahîm’in şefkatine sığınıyorsak … Hayatımızın ayrıntı noktalarına biraz dikkat edebilsek; benliğimizde nasıl bir “ben” taşıdığımızı anlayabiliriz.

Ene öyle bir anahtar ki, bu kıymetli anahtarla esmâ-i hüsnânın gizli hazinelerinin kapısını aralayabilir ve hatta âlemin tılsımını bu anahtarla açabilir; kâinatın bahçelerinde mânevî yolculuklara çıkabilirsiniz. Öyle ki, lezzeti kalbinizde kalacak mânâ keşifleri sizi saadet makamlarına uçurabilir.

Dipnotlar:

1- Mesnevî-i Nûriye, s. 167

2- Hizb-ü Envâri’l-Hakâikı’n-Nuriye, Büyük Cevşen

Fatma Altuner

12.02.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

 Son Dakika Haberleri