Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 29 Şubat 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ

Allah'ın hidâyet verdiğini de saptıracak yoktur. Allah, kâfirlere lâyık oldukları cezâyı verecek bir izzet sahibi değil midir?

Zümer Sûresi: 37

29.02.2008


HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ

Rızkı yerin altında arayın.

Câmiü's-Sağîr, c: 1, no: 639

29.02.2008


Medeniyet, kadınla, beşeri baştan çıkardı

Sanemperestliği şiddetle, Kur’ân, men ettiği gibi; sanemperestliğin bir nevî taklidi olan sûretperestliği de men eder. Medeniyet ise, sûretleri kendi mehâsininden sayıp, Kur’ân’a muâraza etmek istemiş. Halbuki gölgeli, gölgesiz sûretler, ya bir zulm-ü mütehaccir veya bir riyâ-i mütecessid veya bir heves-i mütecessimdir ki; beşeri zulme ve riyâya ve hevâya, hevesi kamçılayıp teşvik eder. Hem Kur’ân, merhameten, kadınların hürmetini muhâfaza için, hayâ perdesini takmasını emreder; tâ hevesât-ı rezîlenin ayağı altında o şefkat mâdenleri zillet çekmesinler, âlet-i hevesât, ehemmiyetsiz bir metâ hükmüne geçmesinler.HÂŞİYE

Medeniyet ise, kadınları yuvalarından çıkarıp, perdelerini yırtıp, beşeri de baştan çıkarmıştır. Halbuki, âile hayatı, kadın-erkek mâbeyninde mütekàbil hürmet ve muhabbetle devam eder. Halbuki, açık saçıklık, samimi hürmet ve muhabbeti izâle edip, âilevî hayatı zehirlemiştir. Hususan, sûretperestlik, ahlâkı fena halde sarstığı ve sukùt-u ruha sebebiyet verdiği, şununla anlaşılır:

Nasıl ki, merhûme ve rahmete muhtaç bir güzel kadın cenazesine nazar-ı şehvet ve hevesle bakmak, ne kadar ahlâkı tahrip eder; öyle de, ölmüş kadınların sûretlerine veyahut sağ kadınların küçük cenazeleri hükmünde olan sûretlerine hevesperverâne bakmak, derinden derine, hissiyât-ı ulviye-i insaniyeyi sarsar, tahrip eder.

Hâşiye: Tesettür-ü nisvan hakkında Otuz Birinci Mektubun Yirmi Dördüncü Lem’ası gayet katî bir sûrette ispat etmiştir ki, “Tesettür, kadınlar için fıtrîdir; ref-i tesettür, fıtrata münâfidir.”

Sözler, 25. Söz, 3. Şuâ, 2. Cilve, 4. Esas, s. 374

Lügatçe:

sanemperestlik: Puta tapıcılık.

men etmek: Yasaklamak.

sûretperestlik: Sûrete tapıcılık, dış görünüşe aşırı ehemmiyet vermek.

sûret: Görüntü, resim, dış görünüş.

mehâsin: Güzellikler, iyilikler.

muâraza: Söz mücadelesi, kavga, çekişme.

zulm-ü mütehaccir: Taşlaşmış, katılaşmış zulüm.

riyâ-i mütecessid: Cesed hâline girmiş gösterişlilik.

heves-i mütecessim: Cisimleşmiş heves.

riyâ: Gösteriş.

hevâ: Nefsin arzusu.

hevesât-ı rezîle: Rezilce hevesler, günah ve çirkin olan arzular.

Bediüzzaman Said NURSÎ

29.02.2008


Hakikî ve nisbî hakikatler (2)

Gerçek hakikatlerde mertebeler ve farklılıklar bulunmazken, izâfî hakikatlerde niçin mertebeler ve farklılıklar vardır?

Allah, şu kâinatı tecrübe ve imtihan meydanı olarak yaratmıştır. Hikmeti böyle iktizâ etmektedir. Onun için Allah, şu âlemde zıtları birbirine karıştırmıştır. Hayırlarla şerleri, iyiliklerle kötülükleri, olumlu ile olumsuzu iç içe yaratmıştır. Bir şeyden çok ve çeşitli netice almanın yolu budur. İnsanın donanımını da buna göre düzenlemiştir. Hem iyilikte, hem de kötülükte zirveye çıkma kabiliyeti vermiştir. Bu sayede insanlar, hem meleklere arkadaş olabilmekte, hem de şeytanların yanında yerini alabilmektedir. Meleklerden böyle bir beklenti olmadığı için duygu ve donanımları da ona göre yapılmıştır.

Şu âlemin kendisi de sürekli değişmeye maruz ve müptela olduğu için o da bir nisbî hakikattir. Mevsimlerin değişmesi, mevsimlere göre içindeki varlıkların değişmesi, ondaki izafî olma özelliğini ortaya çıkarmaktadır. Herkes kendi gözlüğünün rengine göre âlemi seyretmektedir. Biri stresten boğulup çatlarken, diğeri şen ve şakraktır. Aynı mekânı paylaşmak, aynı hissiyâtı paylaşmayı gerektirmiyor.

Bu farklılıklar sayesinde Allah’ın harika san'atları ve o san'atların farklı yönleri daha iyi anlaşılmaktadır. Hayata farklı pencerelerden bakmak, farklı nakışları seyretmek demektir. Farklı nakışları bulup yakalayabilmek, bir zenginliktir. Teşhir edilen san'atı daha iyi okumak demektir.

Bu iniş ve çıkışlar, insanların dünyasında hep var olmuşlardır. Bunun sebebi nedir?

Bunun sebebi, iyi ile kötüyü, faydalı ile zararlıyı, ayırt etmektir. Varlıkların altın ve bakırını birbirinden ayırmaktır. Yerden çıkan altın madeninin karışık bulunduğu toprağından ayrılıp saflaşması için fırınlara girmesi gerekmektedir. Fırına giren maden, niçin bana bu kadar eziyet edilmektedir dememeli. Çünkü, sonunda saf altın ancak bu şekilde ortaya çıkmaktadır.

Tecrübe ve imtihan, gelişmeye sebep olmaktadır. Hesaba çekilmeyen ve imtihana tabi tutulmayan bir yerde gelişme olmaz. Gelişme, istidat ve kabiliyetlerin açılmasına ve artmasına sebep olmaktadır. İstidat ve kabiliyetlerin açılması ise, nisbî hakikatlerin meydana çıkmasına zemin hazırlamaktadır. Bu noktada, zıtlıklar devreye girmekte ve nisbî hakikatlerin sümbüllenmesine, binlerce çeşit haline dönmesine sebep olmaktadır.

İman hakikatinin yanında yer alan insan, duygularını bu yönde geliştirirken, imanın karşısında yerini alan da o yönde duygu ve hislerine yön vermektedir. Nisbî hakikatler bir seçim sonucu ortaya çıktığına göre, insan bu yönüyle bir nisbî hakikattir. Seçtiği ve yaslandığı yere göre kıymet kazanmaktadır.

İnsanlar, doğumlarından ölümlerine kadar, yüzlerce meslek ve san'atta kabiliyetlerini inkişaf ettirmek için çaba harcamaktadırlar. İlköğretimden üniversiteye kadar, ondan sonra da ihtisas yoluyla kabiliyetlerini açmaya çalışmaları, nisbî hakikatlerin ne kadar çok ve çeşitli olduğunu ortaya koymaktadır. İnsanlar adedince, her insanın da kabiliyetlerinin dereceleri nisbetinde, nisbî hakikatler çoğalmakta ve çeşitlenmektedir. Bu sayede insan, Allah’ın isimlerine bin bir nakışlı bir ayna haline gelmektedir. İnsandan beklenen de bu nisbî hakikatleri en mükemmel ve binlerce çeşitlilik içinde göstermesidir. Bu durumda zıtlıklar, onun dünyasında önemli bir teşvik kamçısı görevi görmektedir. Tembelliği ne kadar azaltırsa, ondan harika derecede çalışkanlık ve bu çalışmanın sonucunda bin bir çeşit ilim ve san'at meyvesi ortaya çıkmaktadır.

Bir insanda bulunan mühendislik kabiliyetinin ortaya çıkması için yirmi seneye yakın bir süre emek ve çaba harcaması gerekmektedir. Ancak ondan sonra mühendislik bilgisinden ve şu âlemdeki görüntülerinden istifade mümkün olmaktadır. Demek kabiliyetlerin açılıp inkişaf ettirilmesi ciddî bir emek istemektedir. Tohumdan sümbüle kadar olan mertebeler, hücreden insana kadar olan gelişmeler, insanda binlerce çeşit kabiliyet görüntüleri, bir emeğe, bir zamana, bir takım şartların bir arada bulunmasına bağlı bulunmaktadır.

Bu mânâda, görünen ve görünmeyen hakikatler vardır. Olan ve olması gereken hakikatler vardır. Fizik âlemin gerçekleri olduğu gibi, onun ötesindeki âlemin de gerçekleri vardır. Var olan ya da yaşanan gerçekler, çıktığımız merdiven basamakları gibidir. Ama önümüzde çıkılması gereken çok basamaklar vardır. Yani, hayat seyri olarak ifade edebileceğimiz bu merdivenin ucu açıktır. Herkesin her basamağı tırmanması veya en sonuna kadar gitmesi mümkün değildir. Hakikat denilen şey, bulunduğumuz yerden seyredebildiklerimizdir. Göremediklerimiz ve bilemediklerimiz de vardır. Ulaşamadıklarımızı yok saymak akıllıca bir iş değildir. Yani kendi gerçeklerimizin dışında daha nice gerçeklerin varlığını kabul etmek gerekmektedir. Bu durum, toplum hayatına yansıtıldığı zaman, ondan hoşgörü ve müsamaha doğar. Kendi açımızdan baktığımızda görünenler gerçek olduğu gibi, başkasının penceresinden görünenler de ona göre hakikat ve gerçektir. Diğerinin gerçeğini kabul etmeyebilirsin, ama saygı duymak durumundasın. Bu durum, çeşitliliği ve müsamahayı hayatın ayrılmaz bir parçası haline getirmektedir.

İzâfî hakikatlerin ortaya çıkması ve çeşitlenmesi, zıtlıklar sayesinde olmaktadır. Sıcaklığın derecesi, soğuğun ona karışması nispetinde artmakta veya azalmaktadır. Lezzetin derecesi, elemin ona müdahalesi nispetindedir. Çokluğun derecesi, azlığa göre ölçülmektedir. Hayatın kıymeti, ölümün ona müdahalesi ile anlaşılmaktadır. Zıtlıkların birbirine karışması sayesinde, sıfırdan artı ve eksi tarafa rakamlarla ifade edilemeyecek kadar çok mertebeler meydana gelmektedir. Zıtlıklar, tohumları çatlatan hayat iksiri gibidir. Bu sayede, bir tohumdan birçok başak ve yüzlerce tohum meydana gelmektedir. İnsanların fikirleri, inançları, san'at ve kültür farklılıkları, medeniyetleri bu sayede çeşitlenmekte ve renklenmektedir. Böylece, Allah’ın güzel isimlerinin bin bir çeşit mertebesi, insanlarda gözükmekte, insanlık olarak ona mükemmel bir ayna olma özelliğini göstermektedir.

İzâfî hakikatlerdeki gelişmeler bir maksat için yapılmaktadır. Şu kâinat seli, kararlı bir havuza doğru akmaktadır. Bu dünyadaki tecrübelerin neticeleri, Allah’ın isimlerinin tecellilerinin görüntüleri, san'atının ince nakışları, varlıkların vazifelerinin tamamlanması, kâinat kitabı olarak yazılan mahlûkatın mânâlarının alınması, kabiliyetlerin sümbüllenmesi, dünyanın misâlî manzaralarının alınması, bütün bunların bir hedefe koştuğunu göstermektedir. Zâhirî sebeplerin arkasında, bunların toplanacağı bir havuzu işaret etmektedir. Bu dünyadaki izâfî hakikatler, değişkenliklerden kurtulup sabit ve kararlı, değişmez hakikatler haline getirilmek için, yeni bir âlemde, yeniden yapılanmaya gidilecektir. Buradaki nisbî hakikatler, orada gerçek ve sabit hakikatler haline döneceklerdir. Hayaller hakikat olacaktır. Çünkü orada terakkîye, gelişmeye ihtiyaç yoktur. Oraya gelen her şey en iyi şekilde terakkî etmiş olarak gelecektir. Değişkenlikler kararlı ve değişmez hale gelecektir. Nisbîliklerin tamamı sabit ve kararlı hale dönecektir.

Nisbî hakikatlerde tercihler, her zaman doğrudan yana olmayabilir. Arzu edilen, elbette ki doğrudan yana olmasıdır. Ancak, yaşanan hayata bakıldığında, bunun her zaman gerçekleşmediği görülmektedir. Kötünün ve kötülüklerin seçilmesi, böyle bir tercihin sonucunda olmaktadır. Meselâ, kaptanın uyuması, kötü bir tercihtir. Geminin karaya oturmasına sebep olmaktadır. Ona sorulsa hiçbir şey yapmadım diyecektir. Ama yapması gereken işi terk etmiştir. O da bir vazife ihlâlidir. Olumsuz bir tercihtir.

İzafî ve nisbî hakikatleri kullanırken ölçüyü kaçırmamaya dikkat etmek de önemlidir. Meselâ, izâfî adalette toplumun selâmeti için fert feda edilmektedir. Çoğunluğun hakkı için azınlığın hakkından fedakârlık yapılmaktadır. Bu kapı suistimale açıktır. Nitekim, tarihte birçok zulme de sebep olmuştur. Burada işin içine hissiyât karışabilmektedir. Hissiyatın da ölçüsü ve sınırı olmayabilir. Onun için asıl olan “adalet-i mahzâ”dır. Yani hakkın hiç birini feda etmemektir. Çünkü hak, haktır, küçüğüne büyüğüne bakılmaz. Adalet-i mahzanın mümkün olduğu yerde izâfî adalete gidilemez. Gidilse zulümdür.1 “Adalet-i mahza”nın mümkün olmadığı yer ve zamanda, zulme kaçmamak şartı ile izâfî adalet uygulanabilir. Böyle durumlarda izâfî adaletten vazgeçmek, zulme kapı açar. Çünkü bir şeyin tamamı elde edilemiyorsa, tamamen terk edilmez. Meselâ, yüz tane alacağı var, ancak bunlardan otuzunu alma imkânı var. Yetmişini alamayacak. Yetmişini alamıyorum diye otuzundan vazgeçmek daha fazla hak kaybına sebep olur. Dolayısı ile burada izafî adaleti uygulamak gereklidir.

Hak ve hürriyetleri savunan ve yaşatan bir sistem, bu yönüyle yaratılışa daha uygundur ve daha güzeldir. Sadece “benim” değil herkesin hakkı savunulmalıdır. Düşmanın hakkı da haktır. Düşman olduğu için onu çiğnemek yanlıştır. Düşman bile olsa, hakkı savunmak ve onu ayağa kaldırmak bir insanlık görevidir. Fırat kenarındaki bir kurdun yiyeceği koyundan kendini sorumlu tutan bir hak anlayışına ancak böyle ulaşılabilir.

Nisbî ve izâfî hakikatler, kâinatın cüzleri arasındaki bağlardır. Adına kâinat nizamı denilen hakikatler, nisbî hakikatlerden doğmuştur. Nisbî hakikatler, kâinatın her tarafına dal budak salmıştır ve hakikî hakikatlerden daha çoktur. Şerlerin ve çirkinlerin, şer ve çirkinliklerinden daha fazla, ortaya çıkardığı güzellikler vardır. Çirkinlik olmasaydı, güzelliğin binlerce çeşidi ortaya çıkmayacaktı.2 Nisbî hakikatlerin nihâî neticesine bakıldığında, içinde bulunan şerlerden, çirkinliklerden daha çok hayır ve güzellikler ortaya çıkarmaktadır.

Dipnotlar:

1- Nursî, Bediüzzaman Said, Mektubat, s. 56

2- Nursî, Bediüzzaman Said, İşârâtü’l-İ’câz, s. 33

(SON)

Ali SARIKAYA

29.02.2008


Temennî

Geçenlerde, Risâle-i Nûr Külliyâtından bir eseri, 1958 târihli baskısından okurken, Osmanlıca’dan yeni harflere çevirmede bir hayli okuma veyâ dizgi hatâsı bulunduğunu gördüm. O günün şartlarında, bunları nazar-ı müsâmaha ile karşılamak gerektiğini sanıyorum. Sonraki neşriyâtta o eksikliklerin pek çoğunun giderildiği de bir hakîkattir. Ancak, şimdikilerde de yer yer imlâ yanlışlarına rastlanmaktadır.

Çoktandır düşünüp durduğum bir konu var: Risâle-i Nûr Külliyâtını, ilmî bir çalışma ile, Frenklerin “édition critique” dedikleri şekilde basmak mümkün olmaz mı? Bu işi yapabilecek kàbiliyette, ilmî kifâyeti bulunan pek çok gönüllü çıkacaktır. Risâle-i Nûr Enstitüsü bünyesinde bu kabil himmet erbâbının bulunduğunu sanıyorum.

Bunun için, önce Hz. Üstâd’ın tashîhinden geçmiş Osmanlıca metinler ile şimdiye kadar çeşitli şahıs ve nâşirler tarafından Latin harfleriyle bastırılan nüshalar bir araya getirilip esaslı bir karşılaştırma yapmak gerekecektir. Bu nüshalardan, imlâsı aslına en mutâbık olanı temel alınmalı ve “karşılaştırmalı, tenkîtli neşir” kàidelerine uygun şekilde neşredilmelidir. Böylece, istikbâle sağlam bir kaynak aktarmış olmanın iç huzûru ile vazîfe îfâ edilmiş olacaktır.

Bu çalışma için, alâkadâr diğer gruplardan destek istenmesi, birlikte gayret sarf edilmesi; ortak mesâînin mahsûlünü herkesin kabûlü husûsunda netîceye te’sîr edecektir.

Üstelik bu durum, böyle ağır ve kıymetli hazînenin taşınması ve korunmasında kuvvetli ellerin ittifâkına da vesîle olacaktır. Böyle bir mesâî tanzîminde ilk adımı atacak olanların mânevî kazancının büyüklüğünü düşünmek bile heyecân verici…

İzmir’den müdakkik kardeşim Bilâl Tunç’un bu konuda, karınca kararınca, yapmaya çalıştıkları bize numûne-i imtisâl olmalı diye düşünüyorum. Tabii ki, bu mühim gayret bir kişi işi değildir. Hattâ, sınırlı bir ekip işi de değildir. Külliyâtın her bir eseri, şahs-ı mânevîyi temsîlen, meydana getirilecek ayrı çalışma grupları tarafından titizlikle taranmalıdır.

Belki de, bahsettiğimiz bu konuda çalışmalar yapılıyordur. Bu husûsda bilgi sâhibi olmadığımı îtirâf etmeliyim… Böyle bir hâl vârid ise, daha a’lâ! Hemen o zevâtla irtibâta geçilmesi, vakit kazanmaya vesîle olur.

Epey zamandır yapılmakta olan, sayfa kenârı lügatli, dipnotlu, indeksli baskılar zâten bu vâdîde hayli yol alınmasını sağlamıştır.

Bu faâliyetin tamamlanmasından sonra, belki bâzı nâşirler, basacakları kitabın bir sayfasına, temel aldıkları Osmanlıca metni, karşı sayfaya da Latin harfleriyle dizilen okunuşunu koymak sûretiyle, daha da kıymetli ve kullanışlı bir şekil vereceklerdir. O sâyede, Osmanlıcayı henüz okuyamayan meraklılarına bir fırsat doğacaktır.

Şahs-ı mânevîye tevdi’ edilmiş bulunan hatt-ı Kur’ân’ı muhâfaza vazîfesi de böylece yerine getirilecektir. Böyle bir gayretin Hz. Üstâd’ın rûhunu şâd edeceği şüphesizdir.

Gelecek nesillere bırakılacak bu hediyenin çok makbûle geçeceğini tahmîn etmek, kerâmet değildir…

Ekrem KILIÇ

29.02.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

 Son Dakika Haberleri