Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 01 Mart 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Savaşın maliyeti hayatın cinneti

İnsan kaybından ötesi yok elbette.

Sayılar, dijital skor levhası dökümü değil ki.

Ateş elbet düştüğü yeri yakar.

Ama ateşin düştüğü yer bir değil ki.

***

Dünya Bankası’nın eski “muhalif” baş ekonomisti, Nobel’li Joseph Stiglitz’in bir “hesaplaması” yayınlandı.

ABD savunma bütçesinin “olağan” anormal 500 milyar dolarlık hacmi hariç...

Dolaylı harcamalar hariç...

Sigorta, tazminat gibi türev masraflar hariç...

Ekonomideki yan etkiler hariç...

ABD’nin Irak ve Afganistan’daki “doğrudan askeri maliyeti”, bugünkü dolar değerleriyle...

Vietnam Savaşı’ nın 12 yıllık maliyetini geçti.

Kore Savaşı’ nın maliyetini ikiye katladı.

Birinci Körfez Savaşı’ nın maliyetinin 10 katına çıktı.

Birinci Dünya Savaşı’nın iki katını buldu.

16 milyondan fazla askerin dört yıl boyunca oradan oraya yollandığı, Avrupa’da, Asya’da, Afrika’da çatıştığı İkinci Dünya Savaşı’ nın 5 trilyon dolarlık doğrudan maliyetine doğru gidiyor.

Bu döküme koydukları başlıkla, bu “3 trilyon dolarlık savaş”.

Diyebilirsiniz ki, “3 trilyon dolarlık işgal.”

***

Stiglitz diyor ki:

“Kan ve can maliyetini askerlerimiz ödüyor. Sakat kalanlar hayat boyu ödüyor.

Hazine’ye maliyet tamamen borçlanma ile karşılanıyor.

Varlıklıların vergileri düşürüldüğü için yük başka kesimlere daha fazla biniyor.

Hem silahımız var hem tereyağımız diye sevinebiliriz. Ama bedel acısını sonraki kuşaktan çıkarmak üzere birikiyor.”

Irak’ta aylık “operasyon maliyeti” 2003’te 4.4 milyar dolarmış; şimdi 12.5 milyar dolar.

Afganistan’ın aylık maliyeti de 16 milyar dolar.

Bu, koskoca Birleşmiş Milletler’in yıllık bütçesi, diyorlar.

Irak, Afganistan halklarının yediğini içtiğini sormayın artık; ABD’deki milyonlarca mutlak yoksulu da hiç sormayın.

Bir başka hesap da şu;

Iraklılar soğuktan donarken...

Amerikan uçaklarının havada havadan havaya boşalttıkları yakıt günde 1500 tonu aşıyor.

***

Bu Amerikan hesaplarında on binlerce ölü Iraklı, onca yıllık ambargo ve savaşlarda incelip kopmuş binlerce çocuk yok.

“Savaşın anormal parasal maliyeti” başka türlü bir hayat için tasarlanabilseydi; askerler, çocuklar, düşmanlar, yoksullar, vahşet, terör, nefret, korku, sakatlar, hastalar, bebekler, mamalar, açlar, gözyaşları, cenazeler ne olurdu... öyle bir hesap da yok.

“İşçisini öldüren” piyasa ile “işçisini dövdüren” devletler öyle bir hesapla fazla ilgilenmiyor belli ki.

Bombalar, mermiler yığılıyor ama erden subaya asker, emekliliğinden ürküyor, terhis olunca işsizlikten, misal bir tersanede iş bulunca ölmekten, sürünmekten, dövülmekten ürküyor.

Savaş maliyetleri borçlanma ile karşılanıyor, devlete borç veren yerli ve yabancı bankalar, spekülatörler, rantiyeler iyi kazanıyor ama, emekliler, dullar, yetimler, memurlar, işçiler, köylüler ekonomiye yük, bütçeye kara delik, hayata safra sayılabiliyor.

***

Siz zaten bu “ideolojik, siyasi, ekonomik, sosyal, askeri, küresel” esaslar üstünden ABD ile müttefik olduğunuz için, ABD Savunma Bakanı gelip “Müsamaha gösterdiğimiz harekatı kısa kesin. Esas, bize maliyeti artık çok yükselen Afganistan’a asker gönderin” diyebiliyor.

Çünkü bizim çocuklar, Afgan çocuklardan az hallice, Amerikalı çocuklara göre ise çok çok ucuz!

Bombaların maliyeti zaten aynı, ama buralarda insan ucuz, hayat ucuz, ölüm ucuz!

Sabah, 29 Şubat 2008

Umur Talu

01.03.2008


 

Kanunsuz yasak

Üniversitelerarası Kurul (ÜAK) dünkü toplantısından sonra yaptığı açıklamada YÖK Bakanı Prof. Yusuf Ziya Özcan’ı istifaya davet etti.

Önce bu kurulun kimlerden oluştuğuna bakalım: 1) Üniversitelerin rektörleri... 2) Genelkurmay’ın kendi bünyesinden belirlediği bir profesör... 3) Her üniversite senatosunun seçtiği bir profesör.

Başkanlığını Akdeniz Üniversitesi Rektörü Prof. Mustafa Akaydın’ın (hani ‘ türbanlılar kopya çeker’ diyen hoca!) yaptığı ÜAK ne istiyor?

Özetle diyorlar ki: “YÖK Kanunu’nun Ek 17’nci maddesinde değişiklik (“çene altı” meselesi) yapmazsanız türbanlıları üniversiteye almayız.”

Bunu duyan vatandaş şöyle düşünebilir: “Haa, demek ki türbanlıları ancak ondan sonra içeriye sokacaklar.”

Hayır! Niyetleri tam tersi...

Zihinlerinde şöyle bir senaryo var: 1) Anayasa Mahkemesi (AYM) değişen 10’uncu ve 42’nci maddeleri uygun görecek ama... 2) Meclis, Ek 17’yi değiştirince... 3) Bu kez AYM, o değişikliği Anayasa’ya aykırı bulacak... 4) Böylece türban yasağı ( dikkat: Anayasa’ya ve türbanı yasaklayan herhangi bir kanun olmamasına rağmen) devam edecek...

***

Olayı bilmeyen, kafası karışmış sıradan vatandaş inanmayacak ama gerçek şu: Anayasa da dahil, mevcut yasalara göre üniversitede herhangi bir kılık kıyafet yasağı bulunmuyor.

Şu anda uygulanan “yasak”, tavşanın suyunun suyu cinsinden zorlama yorumlara ve kelime oyunlarına dayanıyor. Yani “ hukuki “ değil, “ fiili “ bir yasak var ortada.

“Fiili yasak” nedir? Yasalara dayanmayan bir yasaktır... Dolayısıyla türbanlı kızları üniversiteye almayan rektörler suç işlemekte.

Nedir suçları? Birkaçını sayalım: Kanunsuz emir vermek ... Görevi kötüye kullanmak ... Eğitim hakkını engellemek ...

Savcıların bu rektörler hakkında Ceza Kanunu’nun yukarıda saydığım türden maddelerine dayanarak dava açması gerekiyor.

***

Şimdi gelin, olayı bir de tersten düşünelim: Bildiğiniz gibi bazı rektörler üniversitelerinin kapılarını açtı.

Peki bu hocalar suç mu işledi?

Hayır! Çünkü... 1 ) Bu rektörler, Anayasa’ya ve yasalara aykırı davranmıyor... 2) Daha da önemlisi: Bir savcının, bu rektörler hakkında dava açmaya kalkıştığında, dayanacağı herhangi bir yasa maddesi bulunmuyor.

O halde hukuksuzluğu savunanların... Yani ÜAK’nin dünkü bildirisine imza atanların istifa etmesi gerekiyor.

Bir soru daha: Hukuki durum buysa... O halde savcılar niye yasakçı rektörlerin üstüne gitmiyor? Niye, tam tersine, rektörlere, “ Yasak masak yok, kapıları açın “ diyen YÖK Başkanı’na karşı harekete geçiyor?

Çünkü... Anayasa’da Türkiye Cumhuriyeti’nin bir “ hukuk devleti “ olduğu yazıyor ama... Maalesef bizimki “ hukukun herkesi bağladığı “ bir devlet değil.

Türkiye’de Fransa Kralı 14’üncü Louis gibi “Devlet benim” diyen bir kesim var.

Ben o kesime, bazı siyaset bilimcilerinin de kullandığı tabirle, “bürokratik elit” diyorum.

Gördüğünüz gibi toplumda da uzantıları olan (mesela komünistler ondan yana!) bu elit... Ne Meclis’i dinliyor, ne yasalara uyuyor, ne de adil davranıyor. Bu eliti demokratik yollarla aşmak kolay değil.

Ancak eldeki tek araç da bu: Dolayısıyla demokratik mücadele devam edecek.

Sabah, 29 Şubat 2008

Emre Aköz

01.03.2008


 

Başlangıçtan geriye düşmek

Başörtüsü tartışmaları ve başörtüsüne özgürlük açısından meseleye bakıldığında tehlikeli bir durum var: Birkaç hafta içinde gelinecek nokta, başörtüsü tartışmalarının başladığı noktadan daha geri bir nokta olabilir, üniversitede başörtüsünü serbest bırakmak birkaç ay öncesine göre çok ama çok daha zor, hatta imkânsız denebilecek bir duruma gelebilir.

Cumhuriyet Halk Partisi, anayasa değişikliklerini Anayasa Mahkemesi’ne götürdü. Değişikliklerin yürürlüğe girmesine rağmen üniversiteye giremeyen kimi öğrenciler ve kimi sivil toplum örgütleri de konuyu idare mahkemesine taşıdılar. Öte yandan Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı, üniversitelere ‘Türbanlıları okula alın’ diye talimat gönderen YÖK Başkanı Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan’ı ‘Kanunsuz emir yayımlamak’tan soruşturmak istiyor.

Yani yargı organı her bakımdan devrede. Ülkenin son zamanlarda yaşadığı en önemli siyasi tartışmasını yargının bitirmesini bekliyoruz şimdi.

Bu yetmezmiş gibi Adalet ve Kalkınma Partisi Genel Başkan Yardımcısı Dengir Mir Mehmet Fırat da dün başörtülüleri okula almayan rektörlerin suç işlediğini söyledi, savcıları göreve davet etti.

Geçen gün de yazmaya çalıştım, sorunu çözmek siyasetçilerin, siyaset kurumunun ve nihayetinde Türkiye Büyük Millet Meclisinin görevidir. Ama bu son yapılan anayasa değişikliği ‘sorunu çözmek’ anlamına gelmiyor maalesef. Meclis’te değişikliği kabul eden 411 milletvekili, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün yerinde tespitinde olduğu gibi, esasen zaten Anayasa’da var olan kimi ilkeleri biraz daha kuvvetlendirdiler, o kadar.

O bakımdan, ortadaki en tartışmaya değer görüş, eski Yargıtay Başkanı Sami Selçuk’un Radikal’de yayımlanan yazısında ortaya attığı, ‘Uygulanan yasağın zaten sanal bir yasak olduğu’ görüşü. Tabii Sami Selçuk görüşünü kuvvetli biçimde savunuyor ama öte yandan onun ‘sanal’ dediği yasağı defalarca uygun gören Danıştay kararları da orada duruyor.

Şimdi yarın öbür gün Anayasa Mahkemesi, yasağın sürmesi gerektiğini hatırlatacak veya daha da beteri Meclis’in anayasa değişikliklerini iptal edecek olursa, korkarım Türkiye çok tehlikeli bir ruh haline girecek.(...)

Bu tartışma Türkiye’de demokratik hukuk devletinin zayıflamasından başka hiçbir işe yaramayacak.

Bir demokraside halk egemenliği elbette son sözü söyleyen, temel güçtür. Ancak yine bir demokraside o halk egemenliğinin gerçekleşmesini sağlayan bir de çerçeve vardır, o çerçeve hukuk düzenidir, hukuk düzeninin temel kabulleridir.

Hukuk devleti ve laiklik ilkesi, ister istemez o temel kabullerden birisidir, belki de birincisidir.

Bu basit ve haklı özgürlük konusunun laiklik ilkesini tehdit etmediğine yargı dahil bütün toplumu ikna etmek siyasetçinin görevidir. Maalesef bu görev yerine getirilmediği için Türkiye’de demokrasi yara alacak.

Her şey, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın ‘Tek cümle yeter’ demesiyle başladı, umuyorum şimdi kendisi de görüyor, tek cümle yetmiyor. Çünkü en azından kendisi bu konuda şimdiye kadar yüzlerce cümle kurdu bile.

Radikal, 29 Şubat 2008

İsmet Berkan

01.03.2008


 

Hukuk ve vicdan

TV ekranlarında çok değerli ve işinde başarılı bir rektörümüzü dinliyorum, “Mahkeme kararı kanun hükmündedir” diyor.

Hayır, mahkeme kararı kanun hükmünde değildir! Mahkeme kararları da kanunlar da bağlayıcıdır fakat nitelikleri farklıdır.

Ama olsun, önemli olan “hukukun ne dediği” değildir, türban yasağının hukuki laflarla savunulmasıdır!

‘Mantık’ şöyle: Türban mahkemelerce yasaklanmıştır, mahkeme kararları kanun hükmündedir, öyleyse türban yasağını ancak yeni bir kanun kaldırabilir; anayasa değişikliğiyle kalkmaz!

Yanlış ama yine de bir ‘ilerleme’yi yansıtıyor bu mantık. Çünkü, bir kesim var ki, “Yasak asla kalkmaz” diyor. Laiklik olduğu sürece kalkmazmış!

Bu kadarı iyice zırva artık! Bu yasak yokken Türkiye laik değil miydi? Şimdi Fransa laik değil mi?!

Yargının yetkisi?

Hukuken tartışmalı başka bir iddiaya göre ise, Anayasa Mahkemesi’nin koyduğu yasağı Meclis kaldıramaz; yargı kararları herkesi bağlar çünkü...

Bunu iddia edenler, yargının görevinin yasama tarafından konulmuş kuralları uygulamak olduğunu görmezden geliyorlar.

Prof. Ergun Özbudun, SBF Dergisi’nde yeni yayımlanan “Türk Anayasa Mahkemesi’nin Yargısal Aktivizmi ve Siyasal Elitlerin Tepkisi” adlı bilimsel makalesinde örneklerle anlatıyor:

Anayasa Mahkemesi, anayasa değişikliklerini incelemenin kendi görevi olduğuna dair kararlar vermiş, Meclis ise Anayasa’yı değiştirerek Yüce Mahkeme’nin bu yetkisini “şekil”le sınırlamıştır!

Anayasa Mahkemesi, parti kapatmayı gerektiren “odak olma halini” tanımlamanın kendi yetkisinde olduğuna karar vermiş, Meclis yine Anayasa’yı değiştirerek bu yetkiyi kaldırmış ve demokrasinin alanını genişletmiştir.

Anayasa Mahkemesi özelleştirmeyi kısıtlamış, Meclis ise Ecevit zamanında özelleştirmeyi Anayasa’ya koyarak Yüce Mahkeme’nin kısıtlayıcı kararlarını yürürlükten kaldırmıştır!

Aynı şey Danıştay kararlarına karşı Tahkim’in Anayasa’ya konulmasında da yaşanmıştır.

Son olarak Anayasa Mahkemesi’nin ünlü “367 oy kararı”, anayasa değişikliğiyle uygulama alanından çıkarılmıştır.

Aynı tarzda öğrenim özgürlüğünü Meclis’in genişletmesi neden mümkün olmasın?

Onlar da insan!

Fakat burada bir kesim için önemli olan, yasağı savunmak için hukukun nasıl kullanılacağıdır. Öyle bir “seküler itikat” ki, hukuki veriler de, sosyolojik veriler de bu “itikat”ın sahiplerinde “şüphe” yaratmıyor. Raymond Aron’un “seküler din” dediği siyasi itikat!

Onun için, torunları yaşlarındaki kızların üniversite kapısından çevrilmesi vicdanlarını sızlatmıyor; laiklik adına ‘kutsal savaş’ yürütme coşkusuyla yapıyorlar bunu!

Bu kızların modern bilimleri öğrenmesine karşı çıkmadaki “akıl dışı” tavır akıllarına bile gelmiyor!

Bu mesele hukuki olmaktan önce, insani ve vicdani niteliktedir. Bu kadar baskı, bu kadar aşağılama, peşlerinde kameralar, sürekli baskı, sürekli köşeye sıkıştırma...

Maurice Larkin’in deyimiyle, “Cumhuriyetin paryaları!”

Düşündünüz mü?.. Bu kızlar da insan; hem de her birimizin geçtiği gençlik dönemindeler. Onların da duyguları var, gözyaşları var; önlerinde, nasıl yaşayacaklarını asla bilemeyeceğimiz uzun yıllar var. Karartmaya hakkımız var mı?

Milliyet, 29 Şubat 2008

Taha Akyol

01.03.2008


 

Başörtülü kızlar

Televizyonda izledim. Üniversitelerin kapısında polisler türbanlı genç kızlara “başlarını açmalarını” söylüyorlardı.

Yüzlerini buruşturarak isteksizce açtılar.

Zorba bir iradenin onlara nasıl haksız ve insafsız bir baskı uyguladığı, o kısacık görüntüde bile hissedilebiliyordu.

12 Mart’ta bir gün sabaha karşı evimizi basmışlardı.

İriyarı bir binbaşı tüfekli askerleriyle birlikte evin içine dalmıştı.

Babam hapisteydi, biz çok gençtik, annem bize de bir şey yapmalarından çekiniyor, soğukkanlı bir nezaketle durumu kontrol altında tutmaya uğraşıyordu.

Binbaşı bıyıklarımı tutup çekerek “Bunlar ne” demişti.

Çünkü o zamanlar da bıyık “tehlikeli” bir “siyasî simgeydi”, solculuğun işareti olarak görülüyordu.

Hiçbir şey söylemeden sadece yüzüne bakmıştım.

Türbanlı genç kızlara yapılanı izlerken o gece hissettiklerimi hissettim yeniden.

Kaba bir zorbalık karşısında duyulan çaresiz öfke.

Birilerinin “devletin gücünü” kullanarak insanlara uyguladıkları haksız ve insafsız baskı hiç bitmiyor burada.

Bıyığına, sakalına, türbanına karışıyorlar.

“Sana ne” dediğinde...

Ya dipçikliyor, ya hapse atıyor, ya geleceğini engelliyorlar.

Senin nasıl davranacağına, ne söyleyeceğine, ne giyeceğine karar veriyorlar.

Seni aşağılıyorlar.

Bizim devletin en sevdiği oyun bu zaten, sürekli olarak kendi vatandaşlarını aşağılamak.

O kızları da okul kapılarında aşağılıyorlardı.

Üstelik de buna hiç hakları yoktu.

Son anayasa değişikliği, türban yasağını ortadan kaldırmıştı.

Artık bu ülkenin anayasası, “kanunda açıkça yazılı olmayan herhangi bir sebeple kimse yükseköğretim hakkından mahrum edilemez” diyor.

Türbanı yasaklayan bir kanun da yok.

Eeeee?

Niye bu kızlara hâlâ bunları yapıyorlar?

Bizim siyasî iktidar, türban yasağını epey hazırlıksız bir biçimde, paldır küldür kaldırdı.

Siyaseten eline yüzüne bulaştırdı.

“Orduyu siyasetin içinde” tutmak ve hep bir darbe ihtimalini el altında bulundurmak isteyenlere “şeriat geliyor” diye vaveyla koparmaları için fırsat verdi.

Daha özgürlükçü bir tutumla bütün üniversiteyi özgürleştiren bir paket hazırlayıp da türbanı bunun içine dahil etseydi, bugün yaşananlar yaşanmazdı.

Aslında kendisi de o kadar özgürlükçü olmadığı için bunu beceremedi.

MHP ile anlaşıp sadece türban yasağını kaldırmayı tercih etti.

Ama türban konusunda bu, sonucu değiştirmez.

Bu ülkenin üniversitelerinde artık türban takmak serbest.

Bazı rektörler yasaya uymuyor.

Bunun, onların “laiklik” kaygısından kaynaklandığına asla inanmadığımı söylemeliyim.

Üniversitelerdeki kızlar türban taktı diye şeriat gelmez bu ülkeye.

Sokaktaki kadınlar takıyor da ne oluyor, şeriat mı geliyor?

O kadınların türban giymesi şeriat getirmiyorsa...

Niye üniversitelilerin türbanı şeriatı getirsin?

Bu türban yasakçısı görevliler, bir “darbe” ihtimali bulunsun istiyorlar.

Bir darbe için her zaman kullanılacak bir neden hep hazırda tutulsun.

Ve, suç işliyorlar.

Hiç hakları olmadığı halde türbanlı kızların giyimlerine müdahale ediyorlar.

Onların eğitim haklarını ellerinden almaya uğraşıyorlar.

Yasaya karşı gelerek gerginlik yaratıyorlar.

Bir sabaha karşı bizim evi basan o iriyarı binbaşının benim bıyıklarıma asılarak “bunlar ne” diye sormasında ne kadar mantık ve izan varsa, bu rektörlerin “türbanı çıkarttırmasında” da o kadar mantık ve izan var işte.

O binbaşı, bir darbenin silahlı görevlisiydi, zaten yasaya aykırı bir işin parçası olduğundan yasaya aldırmıyordu.

Ama bu rektörlere ne oluyor?

Darbe binbaşısı mı bu adamlar?

Otuz altı yıl önce “bıyığı” solculuk sanan binbaşıdan, otuz yıl sonra “türbanı” şeriat sanan rektörlere...

Pek de uzun bir yol almış sayılmaz bu ülke.

Hep aynı zorbalık.

Hukuka ve yasalara aldırmazlık.

Bence bu rektörler anayasaya karşı geldikleri için yargılanmalı.

Ceza olarak da hepsine hukuk ve insan hakları okutulmalı.

Hukuk diye bir şey olduğunu öğrendiklerinde...

Çok şaşıracaklardır herhalde.

İnsan haklarını ise...

Mahkeme kararıyla bile öğrenebileceklerini sanmam.

Taraf, 29 Şubat .2008

Ahmet Altan

01.03.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri