Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 15 Mart 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ

Yahut azabı gördüğü an der ki: “Keşke dünyaya bir kere daha dönüp de güzelce kulluk edenlerden olsaydım!”

Zümer Sûresi: 57

15.03.2008


HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ

Allah'ı, emirlerine uyarak yücelt ki; Allah da seni aziz kılsın.

Câmiü's-Sağîr, c: 1, no: 662

15.03.2008


Meşrutiyeti Şeriat nâmına alkışladım

Dördüncü Cinayet: Avrupa, bizdeki cehâlet ve taassup müsaâdesiyle, Şeriatı—hâşâ ve kellâ—istibdata müsait zannettiklerinden, nihâyet derecede kalben üzülmüştüm. Onların zannını tekzip etmek için, Meşrutiyeti herkesten ziyade Şeriat nâmına alkışladım. Lâkin yine korktum ki, başka bir istibdat tekrar o zannı tasdik eder, diye ne kadar kuvvetim varsa Ayasofya Camii’nde meb’usana hitaben feryat ettim. Ve söyledim ki:

Meşrûtiyeti, meşrûiyet ünvanı ile telâkki ve telkin ediniz. Tâ yeni ve gizli ve dinsiz bir istibdat, pis eliyle o mübareği ağrazına siper etmekle lekedar etmesin. Hürriyeti, âdâb-ı Şeriatla takyid ediniz. Zira câhil efrad ve avâm-ı nas; kayıtsız hür olsa, şartsız tam serbest olsa, sefih ve itaatsiz olur. Adâlet namazında kıbleniz dört mezhep olsun. Tâ ki, namaz sahih ola. Zira, hakaik-ı Meşrutiyetin sarahaten ve zımnen ve iznen dört mezhepten istihracı mümkün olduğunu dâvâ ettim. Ben ki, bir âdi talebeyim. Ulemaya farz olan bir vazifeyi omuzuma aldım, demek cinayet ettim ki, bu tokatı yedim.

Beşinci Cinayet: Gazeteler iki kıyas-ı fâsid cihetiyle ve haysiyet kırıcı bir neşriyat ile ahlâk-ı İslâmiyeyi sarstılar. Ve efkâr-ı umumîyeyi perişan ettiler. Ben de gazetelerle, onları reddeden makaleler neşrettim. Dedim ki:

Ey gazeteciler! Edipler edeplí olmalı, hem de edeb-i İslâmiye ile müteeddip olmalı. Ve onların sözleri, kalb-i umumî-i müşterek-i milletten bîtarafane çıkmalı. Ve matbuât nizamnâmesini, vicdanınızdaki hiss-i diyanet ve niyet-i hâlisa tanzim etmeli. Halbuki, siz iki kıyâs-ı fâsidle, yâni taşrayı İstanbul’a ve İstanbul’u Avrupa’ya kıyas ederek efkâr-ı umumiyeyi bataklığa düşürdünüz. Ve şahsî garazları ve fikr-i intikamı uyandırdınız. Zira; elif bâ okumayan çocuğa felsefe-i tabiiye dersi verilmez. Ve erkeğe tiyatrocu karı libâsı yakışmaz: Ve Avrupa’nın hissiyâtı, İstanbul’da tatbik olunmaz. Akvâmın ihtilâfı, mekânların ve aktârın tehâlüfü, zamanların ve asırların ihtilâfı gibidir. Birisinin libası, ötekinin endamına gelmez. Demek Fransız Büyük İhtilâli, bize tamamen hareket düsturu olamaz. Yanlışlık, tatbik-i nazariyât ve muktezâ-yı hâli düşünmemekten çıkar.

Ben ki ümmî bir köylüyüm, böyle cerbezeli ve mugalâtalı ve ağrâzlı muharrirlere nasihat ettim; demek cinayet işledim.

Divan-ı Harb-i Örfî, s. 24-26

Lügatçe:

istibdat: Baskı.

meşrûiyet: Meşrûluk, kanuna ve dine uygun bulunma.

ağraz: Garazlar, kötü maksatlar.

Bediüzzaman Said NURSÎ

15.03.2008


Vefatının 19. yılında rahmetle anıyoruz

“Nurun kahraman bir şakirdi”:

Mehmed Feyzi Pamukçu

Nur manzûmesinde Ahmedler vardır, Mehmedler vardır, Sabriler vardır, Tahirler vardır, Feyziler vardır.

Bu Feyzilerden birisi de Mehmed Feyzi’dir.

Ahmet Feyzi Kul... Hasan Feyzi Yüreğil... Ve Mehmet Feyzi Pamukçu.

1912 yılında Kastamonu’da doğan Mehmed Feyzi Efendi, 1943’te Denizli, l948’de Afyon hapishanelerinde Üstadıyla birlikte bulunmuştu. 4 Mart 1990 yılında Hakkın rahmetine kavuştu.

“Beni Nurlara celbeden 32. Söz olmuştu”

Mehmed Feyzi Efendi anlatıyor:

“İlk defa 1937 senesinde İstanbul’da Kastamonulu bir adam ‘Kastamonu’ya bir hoca geldi’ diye Üstaddan bahsetmişti. Daha sonraları Kastamonu’ya geldikten bir sene kadar geçmişti ki, Üstadı tanımak şerefine erdim. Beni nurlara celbeden Otuz İkinci Söz olmuştu. Daha evvel Arapça bildiğim için Hizbi’n-Nûrî’yi vermişti. Otuz İkinci Söz’ü okuduğum zaman yattığımda bir rüya görmüştüm. Büyük bir şose, hava ise sümbülî, alakaranlık. Kalabalık insanlar. Bu asrın vazifeli şahsiyeti geliyor. Ekin biçildiği zaman çıkan tırpan sesi işitiyorum. Hışırtı devam ediyordu. Daha sonraki senelerde Üstad’la beraber tevkif edilip Denizli’ye gittiğimiz zaman aynen o yolu orada gördüm. Nazif Çelebi’deki Üstad’ın abası, rüyadaki aynı aba idi...”

“Üstadın bir kerâmetini gözlerimle gördüm”

“Denizli hapishanesinde mahkemeye gidip gelişlerimizi hatırladım. İkişer kişi halinde kelepçe takarlardı. Her duruşmada çeşitli arkadaşlarla kelepçelenirdik. Bir gün beni Üstad’la beraber bağladılar. Mahkemeye gidiyorduk. Tam kabristanın yanından geçerken Üstad ‘Fatiha!’ diyerek okumaya başladı. Kelepçe, zincirli ve asma kilitliydi. Yan gözümle Üstad’a baktım. Fatihayı okuduktan sonra ellerini yüzüne sürdü. Elimiz beraber bağlı olduğu halde benim elim kalkmadı. Bunu Üstad’ın bir kerâmeti olarak bizzat müşahede ettim.

Fevzi ‘Feyzi’ oldu

“Eskiden ismim Mehmed Fevzi idi. Üstad, ‘Mehmed Feyzi olsun’ dedi ve öyle oldu.”

Atın üzerinde bile Risâle tashihi

“Mektupları ve risâleleri dağda veya evde tebyiz ederdim, bazen de kendi ağzından yazardım. Atla dağa giderken yolda bile boş durmazdı. Siyah bir atı vardı, hayvanın üzerinde eserleri tashih edeceği zaman dizginini tutmadığımız halde at kendiliğinden dururdu.

“Kırda namaz kılıyorduk. Namaz esnasında yanımıza iki camus geldi. İki-üç metre kadar yaklaştılar. Ben kortum ve telâşlandım. Namazdan sonra Üstad bana: ‘Senin telaşın benim namazımı da teşviş etti’ dedi.”

Hapishaneyi mektebe çevirdiler

“Denizli’de, müdde-i umuminin muâvini adliye vekiline telgraf çekmiş: ‘Bediüzzaman ve talebeleri hapishaneyi bir mektebe çevirdiler!’ diye.

“Üstad, ‘Hapishanenin mektep olmasından memnun olunsun’ diyordu.”

İdamlıklar Risâlelerle imanlarını kurtarmışlardı

“Hapishanede mahkûmlar bize duâlar yazdırmak istiyorlardı. Delâil-i Şerifi yazmıştım. Ağır cezalılardan İbrahim bunu muska yaparak kaçmak istiyordu. Ben de ‘Böyle şeylerle kaçılmaz. Eğer kaçılsaydı biz kendimiz kaçarız!’ diye lâtife yollu cevap vermiştim. Daha sonra İbrahim’i idam ettiler. Bir çok mahkûmları kötü vaziyetten kurtarmıştık. Kötü hayattan Kur’ân okuyarak, Nurları okuyarak kurtuldular.

“Bazılarını Kur’ân okurken, bazılarını tesbihat yaparken, bazılarını ise namazdan alıp götürdüler, idam ettiler. Kumardan ve diğer fenalıklardan alıp götürselerdi, ne olurdu biçârelerin hâli?”

Üstad: “Yeni yazı ile Risâleleri yazın!”

“Üstad’ yeni yazı ile Risâleleri yazın’ deyince, bazıları itiraz ettiler. Sadık Bey ise, sadakatle, ‘Üstad ne derse o olsun’ diyordu.”

“Nurcu ismini ilk defa Afyon’da duydum”

“Denizli’den sonra ise, 1948 senesinde Üstad’la birlikte ilk defa bizi Afyon hapishanesine gönderdiler. Gece vakti tevkif ettiler. O zamana kadar Nurcu ismini duymamıştım. İlk defa Nurcu tabirini Afyon’da duydum.

“Afyon’da hepimizi bir nezaret odasına koymuşlardı. Üstad, bizleri, talebelerine göstererek: ‘Bu on Said kadar hizmet etmiştir. Şu yüz Said kadar hizmet etmiştir!’ diye iltifat ediyordu.”

(Son Şahitler, c. 2, s. 126)

Üstadın, Mehmed Feyzi Efendiye yazdığı mektup

Isparta kahramanlarına arkadaş olabilmek

Feyzi kardeşim,

Sen Isparta vilayetindeki kahramanlara benzemek istiyorsan, tam onlar gibi olmalısın. Hapishanede—Allah rahmet eylesin—mühim bir şeyh ve mürşid ve cazibedar bir Nakşî evliyasından bir zat, dört ay mütemadiyen Risale-i Nur’un elli altmış şakirtleri içinde celbkârâne sohbet ettiği halde, yalnız birtek şakirdi muvakkaten kendine çekebildi. Mütebakisi, o cazibedar şeyhe karşı müstağni kaldılar. Risale-i Nur’un yüksek, kıymettar hizmet-i imaniyesi onlara kâfi olarak kanaat veriyordu.

O şakirtlerin gayet keskin kalb ve basireti şöyle bir hakikati anlamış ki: Risâle-i Nur’a hizmet ise, imanı kurtarıyor; tarikat ve şeyhlik ise, velâyet mertebeleri kazandırıyor. Bir adamın imanını kurtarmak ise, on mümini velayet derecesine çıkarmaktan daha mühim ve daha sevaplıdır. Çünkü iman, saadet-i ebediyeyi kazandırdığı için bir mümine, küre-i arz kadar bir saltanat-ı bakiyeyi temin eder. Velayet ise, müminin Cennetini genişlettirir, parlattırır. Bir adamı sultan yapmak, on neferi paşa yapmaktan ne kadar yüksek ise, bir adamın imanını kurtarmak, on adamı velî yapmaktan daha sevaplı bir hizmettir.

İşte bu dakik sırrı, senin Ispartalı kardeşlerin bir kısmının akılları görmese de umumunun keskin kalbleri görmüş ki, benim gibi biçare günahkâr bir adamın arkadaşlığını evliyalara, belki de eğer bulunsaydı müctehidlere dahi tercih ettiler.

Bu hakikata binaen, bu şehre bir kutup, bir gavs-ı âzam gelse, “Seni on günde velâyet derecesine çıkaracağım” dese, sen Risâle-i Nur’u bırakıp onun yanına gitsen, Isparta kahramanlarına arkadaş olamazsın.

(Kastamonu Lâhikası, s. 56)

“Üstadıma hürmetim ebede kadar gidecektir”

Bu memleketin vatanperverleri Meşrûtiyet devrinde, milliyetçiler ve hamiyetperverleri Cumhuriyette, bu Üstadın ilme ettiği fevkalâde hizmeti vatan ve millet namına takdir ettiklerine bir nümunesi şudur ki:

Câmiü’l-Ezher sisteminde, Medresetü’z-Zehrâ namında Van vilayetinde temeli atılıp eski Harb-i Umumî münasebetiyle geri kalan Şark darülfünununa İttihad ve Terakkî hükûmeti 19 bin altın lira verdiği gibi, yirmi dört sene evvel Cumhuriyet hükûmeti de Üstadımın Dârülfünununa 163 mebusun tasdikıyle 150 bin lira tahsisat verilmesini kabul etmeleridir. Bu yüksek Üstadın tek başıyla Câmiü’l-Ezher gibi binler hocaların teşebbüsüyle vücuda gelecek bir medrese-i kübrâyı vücuda getirmeye yakın muvaffak olması gösteriyor ki, vatanperlerler ve milliyetperverler dahi, medrese ulemalarıyla beraber bu Üstadımı takdir ve tahsin etmeleri lâzım ve elzemdir.

Biz de böyle bir Üstad elimize geçtiği için her zahmet ve meşakkate tahammüle karar vermişiz. Füyuzât-ı ilmiyesiyle ve yüz otuza varan âsâr-ı kudsiyesinin hakaikiyle beni ilim ve iman yolunda terakki ettiren bu mümtaz allâme-i zamana sonsuz bir varlıkla hürmetim vardır. Bu hürmetim ebede kadar inşaallah gidecektir.

(...) Yegâne alâkamız, hükûmet-i cumhuriyenin kanunları muvacehesinde en çetin imtihanlarda, en yüksek ehl-i vukuf heyetler tarafından icap eden hürmeti görmüş ve salâhiyettar mahkemelerde beraat kazanmış Risale-i Nurlardır. Bu ise, vatana ve millete ihanet değil, doğrudan doğruya vatana ve millete nâfi ilim uğrunda bir çalışmaktır. Bunun hâricinde ne bir siyasî maksat ve ne de başka bir garaz yoktur.

Mehmed Feyzi Pamukçu’nun Afyon

Ağırceza Mahkemesi müdafaasından...

(Şuâlar, s. 482(

15.03.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

 Son Dakika Haberleri