Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 22 Mart 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

Mesele AKP’yi kurtarmak değil

Evet, AKP’nin bazı beyan ve icraatlarını bahane ederek Türkiye’de demokrasinin önünü kesmeye, Türkiye’yi yarı demokratik-tam despotik bir rejim haline getirmeye çalışan odakların yeni ve 28 Şubat’tan daha organize bir komplosu söz konusu.

Bu girişime karşı çıkmak yine boynumuzun borcu.

Ama bunu AKP için yapacak değiliz.

AKP darbelere ve antidemokratik girişimlere karşı tek panzehirin özgürleşme olduğu gerçeğini bir türlü anlamak istemedi. Şu 12 Mart faşizminin ürünü Siyasi Partiler Kanunu’nu işine geldiği için değiştirmeye bile yanaşmadı.

Oysa bu kanunun, herhangi bir Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı’nın AKP gibi, DTP gibi siyasi partiler hakkında dava açabilmesini adeta bir zorunluluk haline getirdiği gerçeği biliniyordu.

AKP beş yıldır iktidarda, isteseydi bu yasayı da antidemokratik hükümler içeren benzer bir sürü yasayı da değiştirebilirdi.

AKP’nin kapatılmasına yönelik bu davadan söz ederken mutlaka bu duruma da değinmek zorundayız.

Hadi durumun nazikliğinden ötürü, “AKP’nin de kabahati vardı” demesek bile, “yapması gerekenler vardı” demek boynumuzun borcu olmalı.

Önceki gün gazetemizin manşetlerinden biri Yargıtay eski Başkanı Sami Selçuk’un bu konudaki görüşlerine ayrılmıştı.

Şöyle diyordu değerli hukuk adamı:

“Türkiye’deki yazılı hukuk adil ve doğru bir hukuk değildir. Mevcut Siyasal Partiler Yasası 25. yaşındadır bu yasa kaldırılmalı ya da gözden geçirilmeliydi.”

Devam ediyor Selçuk:

“Cumhuriyet savcısının eline bir bomba veriyorsunuz adeta. Diyorsunuz ki bu bombayı patlatmadan uygulamayı yap, bu mümkün değildir. Bu bomba patlayacaktır. Neden patlayacaktır. Şimdi patladı geçmişte de patladı. Âdeta siyasetçiye siyaset alanını daraltıyorsunuz. Böyle bir mayın tarlasına dönüştürüyorsunuz siyaseti orada yapın. Bu mümkün değildir. Böyle bir yasanın örneği hiçbir ülkede yoktur. Bu yasa demokrasi özürlü bir yasadır.”

301’inci madde için de böyle bir tartışma yapılmıştı hatırlarsanız.

Selçuk’un da arasında bulunduğu hukukçular bu yasa maddesindeki suç tanımının belirsiz olduğunu ileri sürerek yasanın çok açık ve savcılara pek fazla yorum imkanı vermeyen bir madde haline getirilmesi ya da tümden kaldırılmasını önermişlerdi.

Başta zamanın Adalet Bakanı Cemil Çiçek olmak üzere Başbakan Erdoğan buna karşı çıkarak şu savı ileri sürmüşlerdi:

“301 için uygulamaya bakalım. Zamanla uygulama sakıncaları ortadan kaldıracaktır. İçtihatlar oluşacaktır”

Oluşan ne oldu? Hrant Dink mahkum edildi. Bu dava nedeniyle de hedef haline getirilerek yönlendiricileri devletin içinde olan karanlık güçler tarafından öldürtüldü.

Bugün 301’inci maddeden yüzlerce yayıncı, yazar-çizer, bilim insanı yargılanıyor. Böyle bir madde ile devlete, devlet kurumlarına ve ‘Türklüğe’ yönelik her eleştiriye karşı dava açılma imkanı bulunuyor.

Yani savcıların eline verilen bombaların sayısı öyle bir iki falan değil.

“Bütün hukuk sistemini elden geçirmek gerekiyor” diyor Sami Selçuk.

Peki kim geçirecek? Tabii ki iktidar partisi.

Üstelik de aldığı oy oranı, böylesine köklü dönüşümleri yapmasına yetecek bir gücü de kendisine veriyor.

Peki niçin yapmıyor ya da yapmak istemiyor bunları AKP?

Bence mesele bu.

Yalnız bakıyorum, “Darbe AKP’ye karşı yapılıyor. AKP de eşittir millet iradesinin tamamıdır. O halde AKP’yi bu girişimden nasıl koruruz” tartışmaları ön plana çıkıyor.

Sanki AKP bu badireyi atlatırsa, Türkiye bu bunalımı da bir biçimde, mesela bazı yasaların sağı solu elden geçirilerek aşarsa mesele halledilirmiş, herşeye kaldığı yerden devam edilebilirmiş gibi yapılıyor.

Bu yaklaşım çok can sıkıcı.

Demokrasiyi nasıl korur ve geliştiririz? Bu bunalımdan demokrasi adına ne gibi dersler çıkartır ve yeni reformlar için AKP’yi nasıl zorlayabiliriz, tartışmasına girmek yerine, meseleyi Ergenekon’a bağlamaya çalışan arkadaşlarımız da var.

Bu netameli bir mesele. O zaman, “AKP bu meselede Şemdinli’de olduğu gibi bürokrasiyle bir pazarlığa yanaşırsa ne olacak?” sorusu da gündeme gelebilir.

Şahsen, Ergenekon’dan söz etmeden önce Şemdinli’yi konuşmanın daha doğru olacağını düşünüyorum.

Bir gazetede AKP’nin çeşitli dönemlerde önüne çıkan zorukları nasıl aştığına ilişkin bir toparlama yapılmış. Sonuç AKP’nin hep kendisi için yasa değiştirdiğini, yasakların genel anlamda kaldırılması için bir çabaya girişmediğini ortaya çıkarıyor.

Şimdi krizden çıkılması için ortalıkta uçuşan önerilerin hemen hepsi yine aynı amaca yönelik. “Vaziyeti nasıl kurtarırız?” sorusuna cevap aranıyor.

“Bu meseleye nasıl bir köklü çözüm getiririz?” arayışlarına rastlamıyoruz.

Oysa AKP’nin kendisini kurtarmak amacıyla geçici tedbirlere yönelmek yerine bu krizden esaslı bir demokrasi dersi çıkartması gerekir.

Mesele Türkiye’nin meselesidir ve Türkiye bu darbeci anlayışı tümüyle tasfiye etmek için gereken acil reformlara ve AB yoluna bir an önce yönelmek durumundadır.

Seçmenin AKP’ye verdiği yüzde 46.5 oranında oyun gerçek mesajı da budur.

Yeni Şafak, 21 Mart 2008

Koray Düzgören

22.03.2008


ÂYET-İ KERİME MEÂLİ

And olsun ki, sana ve senden öncekilere, "Eğer Allah'a ortak koşarsanız bütün yaptıklarınız boşa gider; o zaman hüsrâna düşenlerden olursunuz" diye vahyolundu.

Zümer Sûresi: 65

22.03.2008


Davanın tek iyi yanı

(...)” Bu kapatma davasının iyi yanı nedir? “

Ama önce biraz tarih... Atatürk, 1937’de başbakanlığı Celal Bayar’a verirken şöyle demişti: “ Ordu komutanlarını ben atarım. Vali atamalarını da ben yaparım. Gerisi sana kalmış... “

İşte iki başlı ‘siyasi yapı’ bu... Bir yanda: Halkın oyuyla hükümete gelen siyasetçiler ki onların işi ekonomiyle uğraşmaktır... Öte yanda: Devlet alanında konumlanıp ‘yüksek siyasetle’ (?) uğraşan bürokratik elit...

İki grubu ayıran hudut da laikliktir . Bürokratik elit, alttan gelerek, maddi ve manevi çıkarlarını tehdit edenlerin önünü laiklik ilkesini bir öyle, bir böyle yorumlayarak keser.

Aynı şeyi sık sık yapabilmesinin sırrı şudur: Halkın büyük çoğunluğu Müslüman’dır. Geleneksel kültür din ile yoğrulmuştur. Kitle partisi oluşturmak isteyen hemen her politikacı; dini temalara başvurmak, kendini o terimlerle anlatmak zorundadır.

Ancak politikacı dinden söz ettiği anda... “ Dini siyasete alet ediyor “ yaygarası ile karşılaşır: Aynı Menderes’in, Demirel’in, Özal’ın başına geldiği gibi...(...)

Bizdeki sistemin diğer kırılgan noktası Kürtlerdir . Kürt vatandaşların en sıradan, en normal talepleri dahi “ bölücülük “ olarak adlandırılmıştır.

Kürtlerin demokratik taleplerini dile getireceği partiler kapatılmıştır.

Şimdi tekrar AKP’ye dönebiliriz...

AKP ekonomideki başarısıyla gelen devasa oy oranına dayanarak “özgürlükçü siyaseti “ boşladı.

Mesela ... 301’i uykuya yatırdı... Anayasa’da ve Siyasi Partiler Kanunu’nda gerekli değişiklikleri yapmadı... AB sürecini yavaşlattı... Alevi açılımını kısa keserek, “ Canım, zaten bunlar Sünni partisi “ dedirtti... Van savcısı Ferhat Sarıkaya’yı yalnız bıraktı... DTP’ye kapatma davası açıldığında sessiz kaldı.... Hrant Dink davasını daha fazla zorlamadı...

Misalleri çoğaltabiliriz.

Sonucu hep birlikte görüyoruz: Antidemokratik güçler atağa geçti.

Özetle: Türkiye’nin hukuk devleti olamadığını apaçık gösteren bu ‘siyasi’ davanın tek olumlu yanı, AKP’yi kendine getirmesi olacak. Tekrar demokrasinin ipine sarılacak. Kendini kuyudan yukarı çekerken, hakkı yenilen diğerlerini de beraberinde sürükleyecek.

Yapmazsa, boğarlar.

Sabah, 21 Mart 2008

Emre Aköz

22.03.2008


HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ

Bana cevâmiü'l-kelîm, az sözle çok mânâ ifâde etme kâbiliyeti verildi.

Câmiü's-Sağîr, c: 1, no: 669

22.03.2008


Seçmece bir hukuk anlayışı

Yargıtay Başsavcısı’nın kapatma davasından sonra herkesin hukuka saygısı birden arttı.

AK Parti davasında herkes hukuka saygılı olmaya çalışıyor. Şemdinli Davası’nda bu hassasiyet yoktu nedense. Genelkurmay Başkanı’nın adı iddianamede yer aldı diye kıyametler kopmuştu.

Yargı yargı olalı herhalde böyle bir baskı görmemiştir.

Sonunda bir savcı mesleğinden olmuş, iki sanık astsubay da mahkûmiyet kararı bozularak askeri mahkemede beraat ettirilmişti. Ergenekon da benzer muameleye tabi tutuldu.

Bir benzer gelişmeyi Hrant Dink suikastında gördük.

Bir kısım medya, bu suikastı ısrarla bir grup maceracı gence bağlamakta ısrar etti.

Oysa kimi kamu görevlilerinin de yer aldığı bir cinayet olduğu apaçık ortadaydı.

Ergenekon’u sadece Orhan Pamuk’a yönelik bir suikast girişimi olarak gösterme çabası içine girenler, Dink suikastını da sokak çocuklarının işi göstermekte ısrarlıydı.

Trabzon’da görülmekte olan “ihmal” davası suratlarına bir tokat gibi çarpmış olsa gerek.

İki jandarma astsubayının ifadeleri, Dink’e yönelik suikast girişimi ihbarlarının nasıl planlı bir şekilde örtbas edildiğini ortaya koydu.

Bu gelişme, Ergenekon tipi örgütlenmelerin ülke insanı için ne kadar büyük tehdit olduğunu bir kez daha gözler önüne serdi.

Hakkı, hukuku sadece AK Parti’nin kapatılma davasıyla hatırlayanlar bu olayları görmezden geliyor.

Suikastların aydınlatılmasına, çetelerin ortaya çıkarılmasına pek değinmiyorlar.

Aslında bu süreçte takındıkları tavrın anlamı açık, eski tas, eski hamam düzeninin sürmesini istiyorlar.

Bu açıdan bakınca bu davanın sadece laiklikle ilişkili olmadığını söyleyenlere hak vermemek mümkün görünmüyor açıkçası.

Sabah, 21 Mart 2008

Ergun Babahan

22.03.2008


Dünyanın başına takılan koca çiçek: Bahar

Fâil, muktedirdir. Evet, nasıl haşrin muktazîsi, şüphesiz mevcuddur; haşri yapacak Zât da nihayet derecede muktedirdir. Onun kudretinde noksan yoktur. En büyük ve en küçük şeyler Ona nispeten birdirler. Bir baharı halk etmek bir çiçek kadar kolaydır.

Evet, bir Kadîr ki, şu âlem, bütün güneşleri, yıldızları, avâlimi, zerrâtı, cevâhiri nihayetsiz lisânlarla Onun azametine ve kudretine şehâdet eder. Hiçbir vehim ve vesvesenin hakkı var mıdır ki, haşr-i cismânîyi o kudretten istib’âd etsin?

Evet, bilmüşâhede bir Kadîr-i Zülcelâl, şu âlem içinde, her asırda birer yeni ve muntazam dünyayı halk eden, hattâ her senede birer yeni seyyar, muntazam kâinatı icad eden, hattâ her günde birer yeni muntazam âlem yapan, dâimâ şu semâvât ve arz yüzünde ve birbiri arkasında geçici dünyaları, kâinatları kemâl-i hikmet ile halk eden, değiştiren ve asırlar ve seneler, belki günler adedince muntazam âlemleri zaman ipine asan ve onunla azamet-i kudretini gösteren ve yüz bin çeşit haşrin nakışlarıyla tezyin ettiği koca bahar çiçeğini küre-i arzın başına bir tek çiçek gibi takan ve onunla kemâl-i hikmetini, cemâl-i san’atını izhâr eden bir Zât, “Nasıl Kıyâmeti getirecek, nasıl bu dünyayı âhiretle değiştirecek?” denilir mi?

Şu Kadîr’in kemâl-i kudretini ve hiçbir şey Ona ağır gelmediğini ve en büyük şey, en küçük şey gibi Onun kudretine ağır gelmediğini ve hadsiz efrad, bir tek ferd gibi o kudrete kolay geldiğini, şu âyet-i kerîme ilân ediyor: “Sizin yaratılmanız da, diriltilmeniz de, tek bir kişinin yaratılıp diriltilmesi gibidir.” (Lokman Sûresi: 28.)

Sözler, 29. Söz, 2. Maksad,

3. Esas, s. 485

Lügatçe:

fâil: Bir işi yapan.

haşr: Öldükten sonra yeniden diriliş.

muktazî: Gerekçe, gereklilik.

avâlim: Âlemler.

cevâhir: Cevherler.

haşr-i cismânî: Cisimle, bedenle

dirilme.

istib’âd: Akıldan uzak görme.

bilmüşâhede: Gözle görür şekilde

ap açık.

Kadîr-i Zülcelâl: Celâl ve sonsuz kudret sahibi Allah.

halk: Yaratma.

kemâl-i hikmet: Tam bir hikmet.

Küre-i arz: Dünya.

cemâl-i san’at: San'at güzelliği.

efrad: Ferdler.

azamet: Büyüklük.

22.03.2008


Son büyük hesaplaşma

Cumhuriyet, yıktığı imparatorluğun “yıkılmasına neden olan” bütün hastalıklarını genetik bir miras olarak bünyesine kattı.

Kendine ait bir ahlak, bir yönetim anlayışı, bir hukuk düzeni yaratamadı.

Biraz da eldeki kadroların kısıtlılığından ve şartların zorlamasından dolayı İttihatçı bir Cumhuriyet olup çıktı.

Zaman içinde bir düzelme de sağlayamadı.

Her türlü toplumsal talebi ve muhalefeti “düşmanlık” sayan Osmanlı zihniyetinin devamı, devletle toplumu birbirinden kopardı.

Ve, Cumhuriyetin neredeyse bütün enerjisi toplumla ve devlet arasındaki bu sürtüşmeye harcandı.

Bir türlü kalkınıp gelişemedi.

Yunanistan ve İsrail gibi eski eyaletleri, Osmanlı’nın mirasçısı olan Cumhuriyeti fersah fersah geçti.

Tarihçiler benden daha iyi bilir ama “eyaletlerinden” daha geride kalmış bir “imparatorluk mirasçısı” herhalde zor bulunur.

Dünya da, içinde bulunduğu durum nedeniyle, Türkiye’nin “Osmanlı’nın apandisiti” gibi cerahatli küçük bir Osmanlı cumhuriyeti olarak kalmasına ses çıkarmadı.

Ama Sovyetler’le Amerika arasındaki büyük rekabet uzaya da yansıyınca, dünyada bir teknoloji patlaması yaşandı.

Birden, tarihte rastlanmamış ölçüde büyük bir hızla değişmeye koyuldu hayat.

Sosyal yapı, sınıflar, anlayışlar, siyaset biçimi, üretim tarzı, tüketim alışkanlıkları çılgın bir süratle biçim değiştirdi.

Türkiye bu değişimin rüzgârlarını hissetti, kendisi de kör topal değişimler sağladı ama “egemen güç” değişime hep direndi.

Şimdi Türkiye’nin daha fazla direnemeyeceği noktaya geldik.

Türkiye değişecek.

Bu sadece Cumhuriyetin değil, bütün Osmanlı’nın da değişimi olacak.

Altı yüz yıllık kalıplar parçalanacak.

Kolay bir iş değil.

Onun için de sanırım sancıları kuvvetli hissedilecek.

Toplum devlet ilişkileri yeniden yapılandırılacak.

Kürt meselesi çözülecek.

Gerçek anlamda bir inanç özgürlüğü yaşanacak.

Yeni bir hukuk düzeni kurulacak.

İktidar, altı yüz yıl sonra devletten alınıp halka verilecek.

Avrupa Birliği üyeliği aracılığıyla dünyayla bütünleşilecek.

Bütün bunlar, bizim İttihatçı Cumhuriyetin “sahiplerini” öfkeden çıldırtan değişimler.

Hayatın ve tarihin nereye doğru hareket ettiğini analiz edemediklerinden bu büyük dönüşüme karşı durabileceklerini sanıyorlar.

En azından zamanı biraz daha uzatmak istiyorlar.

27 Nisan muhtırası ve AKP’yi kapatma girişimi bu direnişin parçaları.

Eski yapıyı sürdürme çabaları.

Zamanın dizginlerini ellerinden kaçırdıklarını hissettiklerinde daha sert hamleler de yapabilirler.

Bu da kuvvetle muhtemel.

Ama karşılarında sadece bu ülkenin insanları yok, karşılarında dünya da var bu sefer.

Türkiye istese de istemese de dünyanın ayrılmaz bir parçası çünkü.

Devlet, değişen toplumu muhtıralarla, yargısal girişimlerle durdurmaya çalışırken, dünyayla ittifak kurarak değişmeye uğraşan toplum da devletin İttihatçı geleneklerinden doğan “gizli güçlerine” hamle ediyor.

Ergenekon çetesine karşı derinleştirilen soruşturma sadece “adli” bir olay değil bu yüzden.

Büyük hesaplaşmanın önemli parçalarından biri.

AKP’yi kapatma girişimiyle, Ergenekon soruşturması, aynı satranç oyununun karşılıklı iki çarpıcı hamlesi.

Devlet, toplumsal değişime her müdahale ettiğinde, kökleri devletin içindeki kadrolara ulaşan Ergenekon soruşturması da biraz daha derinleştirilecek.

İttihatçı geleneğin devletin içine yerleşen köklerine kadar ulaşacak.

Çünkü hayat o köklerin oradan temizlenmesini emrediyor.

O kök varlığını sürdürmek için çabaladıkça, hukuku zorladıkça, o kökü sökmek için başlatılan hareket de güçlenecek.

Çok şaşırtıcı olaylar yaşayacağız sanırım.

Bana bu yaşadıklarımız, son büyük hesaplaşma gibi geliyor.

Çok uzun zamandır süren bu “son faslın” da sonuna yaklaşıyoruz.

İşler daha da sertleşebilir.

Daha önce görmediğimiz şeyler görebiliriz.

Ama sonuç değişmez.

Türkiye yeni bir yapıyı mutlaka kurar.

Bütün mesele...

Bunu mümkün olduğu kadar kısa zamanda ve mümkün olduğu kadar acısız bir şekilde halledecek adımları atacak zekâyı göstermekte.

Ve, toplumsal ittifakı güçlendirmekte.

Akılsızlık, kurnazlık, çıkarcılık çok pahalıya patlar bu sefer.

Bilmem AKP bunun farkında mı...

Taraf, 21 Mart 2008

Ahmet Altan,

22.03.2008


Barla Yılları Sergisi, 23 Mart’ta İstanbul’da açılacak

Pozitivist düşüncenin bütün inançları savurduğu bir çağda, imanı yeniden inşâ etmeye koyulan Bediüzzaman Said Nursî’nin başlattığı Nur hareketinin, bugün Türkiye’de ve dünyada milyonlarca takipçisi bulunuyor.

Bediüzzaman’ın sürgün edildiği Barla Yılları (1927-1934), bir sergi ile gün yüzüne çıkıyor.

Barla’ya ayak bastığında yapayalnızdı. Hiç kimse onu tanımıyordu. O herkes için sadece “Garib” bir misafirdi. Fakat biri onu sezmişti. Bu gelenin ne kutlu bir kişi olduğunu hissetmişti. Onu evine misafir etmişti. Hanımına “Başımıza devlet kuşu kondu, hanım” diyecekti. Ama o bile o anda gerçekten kimi evine misafir ettiğini tam bilemiyordu.

Mütevazi bir ev, mütevazi insanlar ve küçücük bir oda.

Bu odadan bütün cihana yayılacak ve nuru dört bir tarafı aydınlatacak bir iman hareketinin başlayacağını kim düşünebilirdi ki…

İşte Barla Yılları Sergisi’nde, o mütevazi odanın içinden başlayarak, safha safha iman hareketinin ortaya çıkışı, büyüyüp serpilişi ve sonra dünyaya yayılması gözler önüne serilecek…

Yokluğun ve bin türlü baskının kol gezdiği, ona selâm verenlerin bile takibata uğradığı o günlerde, nur dâvâsının bir avuç insanla nasıl inşâ edildiğini, bu dâvânın oradan nasıl yayıldığını görsel malzeme ve otantik dokümanlarıyla yeniden inşâ etmeyi tasarlamış bir sergi Barla Yılları.

Müellifin o dönemini yansıtan orijinal el yazmaları, kâtiplerin ilk nüshaları, dâvânın yayılmasına hizmet etmiş mektuplar ve ‘Barla Sıddıkları’nın hikâyeleri sergide yer alacak.

İstanbul’da Rüstem Paşa Medresesi’nde 23-30 Mart tarihleri arasında teşhir edilecek sergiye herkes davetlidir. Ücretsiz olan sergi, her gün saat 10.00-22.00 saatleri arasında ziyarete açık olacak. Hafta boyunca Risâle-i Nur ve Bediüzzaman hakkında yazılan eserler sergilenecek, yazarlar kitapları imzalayıp sohbet edeceklerdir.

Açılış: 23 Mart 2008, Pazar, Saat: 11.30

Adres: Rüstempaşa Medresesi, Sururi Mah. Medrese Sk. No: 2 Eminönü-İstanbul

Tel: 0 (212) 5278181

(http://www.nursistudies.com)

22.03.2008


Taç’a attığımız konular

Dün ne oldu? Dün, Diyarbakır’da 1994’teki Şerif Avşar cinayetinde azmettirici olarak suçlanan ve JİTEM elemanı olduğu iddia edilen eski Uzman Çavuş Gültekin Sütçü, 30 yıl cezaya çarptırıldı.

Sanık orada mıydı? Nerdeee... Neden yoktu?

Anlatayım...

Sanık Sütçü, 22 Nisan 1994 yılında M. Şerif Avşar’ın Diyarbakır’da kaçırılarak, öldürülmesi olayının azmettiricisi olarak aranırken, 29 Ekim 2006’da Bulgaristan’dan Türkiye’ye giriş yaparken tutuklanmıştı.

Diyarbakır 3. Ağır Ceza Mahkemesinde cinayetin azmettiricisi olarak yargılanan Sütçü hakkında mahkeme, 24 Mayıs 2007’deki duruşmada olay tarihinde sanığın asker olması nedeniyle ‘’görevsizlik’’ kararı vererek, dosyayı askeri mahkemeye göndermişti.

Peki, dosyanın gönderildiği 7. Kolordu Askeri Mahkemesi ne yaptı?

7. Kolordu Komutanlığı Askeri Mahkemesi 9 Ağustos 2007 tarihinde görülen ilk duruşmada, Diyarbakır’ın Lice ilçesi yolu üzerinde ölü bulunan Şerif Avşar’ın faili olduğu gerekçesiyle tutuklanan Gültekin Sütçü’yü tahliye etti.

Aynı zamanda da askeri hakim, Diyarbakır 3. Ağır Ceza Mahkemesi’nin gerekçeli kararı ile de görevsizlik kararı verildiğinden ortaya çıkan olumsuz görev uyuşmazlığının giderilmesi için dosyayı Uyuşmazlık Mahkemesi’ne gönderdi.

Uyuşmazlık Mahkemesi, 6 Kasım 2007 tarihindeki kararıyla dosya için yeniden Diyarbakır 3. Ağır Ceza Mahkemesi’ni görevlendirdi.

* * *

Ben durumu şöyle değerlenmiştim:

‘Ağır ithamlar karşısındaki sanık tutuklanıyor ama askeri mahkemece serbest bırakılıyor...

Sivil mahkeme yeniden ‘tutuklama’ kararı veriyor... Bu garip çelişki bir türlü aşılamıyor...

Şemdinli’de de sivil mahkemenin 39 yıla mahkûm ettiği iki JİTEM’ci subay gene askeri mahkemece serbest bırakılmamış mıydı?’

* * *

Öldürülen Şerif Avşar’ın avukatları, Diyarbakır 3. Ağır Ceza Mahkemesi’nin 30 yıl olarak verdiği karara itiraz edeceklerini bildirdiler.

Neden mi?

Esas hakkındaki savunmalarında sanığın adiyen adam öldürmekten değil, anayasal düzeni ve devletin temel ilkesi olan hukuk devletini değiştirmek için yasadışı örgüt kurmaktan cezalandırılmasını talep ettiklerini belirten müdahil avukatlardan Tahir Elçi, ‘sanığın maktulle kişisel bir husumeti yok. Ancak mahkeme heyeti cinayeti adi bir suç gibi görüp sanığı adiyen cezalandırdı. Biz sanığın JİTEM adlı yasa dışı suç çetesinin üyesi olduğu ve faaliyetlerini gerçekleştirdiği gerekçesiyle 765 sayılı TCK’nın 146/1 maddesi uyarınca cezalandırılmasını talep etmiştik’ diyerek kararı temyize götüreceklerini söyledi.

Daha önce de Avşar ailesinin kardeşleri, Şerif Avşar’ın öldürülmesi olayı için AİHM’e başvurmuştu. AİHM, 10 Haziran 2001 tarihinde ‘Etkili soruşturma yürütmemek’ ve ‘Can ve mal güvenliğini sağlayamamaktan’ Türkiye’yi mahkum etmişti.

* * *

Benim dünkü duruşmayı yazıma konu etmem, sadece sivil mahkemelerin ağır mahkumiyetler verdiği sanıkları askeri mahkemelerin serbest bırakması...

Veya özenli bir elin JİTEM konusunu saha dışına atmasından kaynaklanmıyor.

Bir diğer amacım da Türkiye’deki hiçbir kimsenin ilgilenmediği, AK Parti iktidarının da dönüp bakmadığı ‘çift başlı yargı’ konusunu gündeme getirmek.

Çağdaş hiçbir ülkede askeriyenin hem Danıştay’ı hem Yargıtay’ı hem de bu kadar kapsamlı yargı sistemi yok. Orada askeri de sivili de doğal mahkemelere bağlı.

Eğer bir askeri mahkeme söz konusu ise onlar da çok kısıtlı bir şekilde sadece disiplin suçlarına bakıyorlar.

* * *

Gerçek demokratik bir hukuk devletinde olmaması gereken ‘çift başlı yargı’yı konuşmazsanız, görmezden gelirseniz, normalleştirmezseniz ne olur?

O ülke, normal demokratik bir hukuk devleti olamaz...

Olamayınca da halk egemenliği bıçaklanır durur...

Çift başlı yargı konusunda gereken çoktan yapılsaydı, Türkiye Cuma akşamından itibaren düştüğü duruma ve hapsolduğu gündeme mecbur kalmayacaktı.

Buna eminim.

Star, 21 Mart 2008

Mehmet Altan

22.03.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

 Son Dakika Haberleri