Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 30 Mart 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

Âyet-i Kerime Meâli

Onlara "Ebediyen kalmak üzere Cehennemin kapılarından girin" denir. Büyüklük taslayanların yeri ne kötüdür!

Zümer Sûresi: 72

30.03.2008


“Bediüzzaman Dede, Bediüzzaman Dede...”

Emirdağ’ı arkada bırakıp Bolvadin’e gidiyoruz. Mânâ-i harfî ile okumaya çalışıyoruz Bolvadin’i. Burası Bediüzzaman’ın Emirdağ-Afyon güzergâhında yer alan önemli bir merkez. Nura hayatını vakfeden Bayram Ağabeyin doğduğu ilçe.

Tarihî özelliklere sahip merkez camii önünde mola veriyoruz. Câmi, toplayan, bir araya getiren demektir. İslâm kültür ve sanatında câmi merkezde yer alırdı. Câminin konumuna göre diğer eserler (çarşı, kütüphane, han, hamam, pazar yeri, medreseler vb.) sıralanırdı. Merkez camileri uzun yıllar Cuma camileri olarak isimlendirilmiştir. Yani Cuma namazları yalnızca bu camilerde kılınmıştır. Hafta tatili Cuma günü olduğundan bölge insanlarının toplanma yeri olarak da görev yapmıştır.

Said Nursî’nin Emirdağ-Afyon seyahatlerine hayalen katılıyoruz. Onun mâsum çocuklarla sohbet ve konuşması çok ibretli ve saadetlidir. Bediüzzaman şefkat kahramanı olduğunu her haliyle gösterir. Emirdağ’ı ve etraf köylerinde yanına gelen mâsumlara, büyükler gibi önem verip, kalben onlara müteveccih olurdu. “Evlâtlarım, siz mâsumsunuz, daha günahınız yoktur. Ben çok hastayım, bana duâ ediniz, sizin duânız makbuldür. Ben sizi mânevî evlâtlarım ve talebelerim olarak duâma dahil ettim” derdi. O çocuklar, gözlerinden akan muhabbet nurlarıyla Üstadı selâmlarlar; Üstad, gafil büyüklerden ziyâde, onlara samîmi ve ciddî selâm ederdi. “Bunlar istikbâlin Nur Talebeleridir. Bana olan bu alâka ve teveccühlerinin sebebi ise, mâsum ruhları hissediyor ki, Risâle-i Nur onların imdâdına gelmiş. Ben de o Nurun bir tercümanı olmam hasebiyle, gayr-i ihtiyârî, bu fedâkârâne muhabbet ve alâkayı gösteriyorlar” derdi.1

Bolvadinli Ünlü ailesinin nura hizmetlerini hatırlatmadan geçemeyeceğim. Çoğuyla tanışmak ve konuşmak nasip oldu. Mehmet Hadi Ünlü, Bediüzzaman’ın vefatını duyunca çok hüzünlenir. Üzüntüsünü mısralara döker. 19 Nisan 1960 tarihli Hüradam gazetesinde “Üstadımıza” başlığıyla neşrolan şiirinden bir kıt’ayı nakletmek istiyorum:

Büyük kaybısın Müslim-i efkârın

Elem verdi vakitsiz ayrılığın.

Ölmedin sen, zaman-ı bediyyesin

Sen ölmedin Hak yâne ağyaresin.

Ölmedin sen ihlâs-ı Nur zâdesin

Sen ölmedin daim gönüllerdesin.

Ahmet Vehbi Ünlü, hatıralarında çocukların Üstada teveccühlerini şöyle anlatır: “Yine cadde üzerinde olan, eski adı İnönü, daha sonra ise; Bolvadinli merhum Afyon milletvekili Gazi Yiğitbaşı’nın gayretiyle Demokrat Parti zamanında İstiklâl Savaşı’na hürmeten ismi Savaş İlkokulu olarak düzeltilen okulun önünde küçük kardeşim de içinde bulunduğu bütün öğrencilerin, Başöğretmenin konuşmasını dinledikleri bir sırada: Üstad Bediüzzaman Hazretleri mâlum taksisiyle geçerken, bir öğrencinin ‘Bediüzzaman geçiyor!’ demesiyle bütün öğrencilerin taksiye doğru koşmaları ‘Masum ruhları hissediyor...’ mübarek sözünden başka ne ile izah edilebilir?”2

Tarihçe-i Hayatın bir haşiyesinde, “Risâle-i Nur’a herkesten ziyade iştiyak gösteren, masum gençler ve çocuklar” oldukları belirtilir. Binler örneklerinden birisi şöyle anlatılır:

“Bir zaman, Bolvadin kazasından geçerken, Üstadın geldiğini gören ilk ve orta mektep talebeleri, bilâistisna hepsi mektebin bahçesinden çıkarak arabanın etrafını alıp selâm veriyorlardı ve lisan-ı halleriyle ‘Hoş geldiniz’ diyerek tebriklerini ve minnettarlıklarını takdim ediyorlardı. Bunun hikmetini, bir müddet evvel, Emirdağ’ında, bindiği faytonun geçtiğini görüp tâ uzaklardan dikenlere basarak, ‘Bediüzzaman dede, Bediüzzaman dede!’ diye Emirdağ köylerinin yollarında koşuşan masum çocuklar münasebetiyle Üstadımızdan sormuştuk. O zaman, ‘Bu masumların akılları derk etmiyor, fakat ruhları bir hiss-i kable’l-vukû ile hissediyor ki, Risâle-i Nur’la bunlar hem îmanlarını kurtaracak, hem vatanlarını, hem kendilerini, hem istikballerini dehşetli tehlikelerden muhafaza edecekleri için, bu hakîkati kalbleri hissetmiş ve benim Risâle-i Nur’un tercümanı olmam hasebiyle, Risâle-i Nur’a ait muhabbet, teşekkürat ve minnettarlığı bana gösteriyorlar’ dedi ve onlara duâ ettiğini söyledi.

“Üstad Bediüzzaman, çocukları pek sever, böyle etrafında toplandıklarında, ‘Masum olduğunuz için duâlarınız makbuldür, bana duâ ediniz’ diye onlara iltifat ederdi.”3

O günün çocukları bugünün büyükleri oldular. Şimdi belki de onların torunları “dede, dede…” diye arkalarından koşuyorlardır. Yıllar ne de çabuk geçiyor.

Bolvadinli nur kardeşler bizi karşıladılar, bırakmak istemediler. Süre azdı. Hoşça vakit geçirdik. Ama gel gör ki, yolculuğumuz devam ediyordu. Isparta’da tekrar görüşmek dileğiyle yolumuza revan olduk.

Dipnotlar:

1- Tarihçe-i Hayat, s. 404. 2- Ahmet Vehbi Ünlü, Bediüzzaman’ın İlk Talebelerinden Hatıralar, s. 168. A. Vehbi Ünlü’nün bir kısım hatıraları, daha önce Yeni Asya Gazetesinde yayınlanmıştı. 3- Tarihçe-i Hayat, s. 142

AHMET ÖZDEMİR

30.03.2008


Meşrutiyeti Şeriat nâmına alkışladım

Sııâl: “Tarif ettiğin Meşrûtiyetin ne miktarı bize gelmiş ve niçin bütün gelmiyor?”

Cevap: Ancak on kısımdan bir kısmı size gelebilmiş. Zîrâ sizin şu vahşetengiz, cehâletperver, husumetefzâ olan sarp dağ ve derelerinizdeki vahşet ayılarından, cehâlet ejderhasından, husûmet kurtlarından bîçare Meşrûtiyet korkar, kolaylıkla gelmeye cesâret edemez. Eğer siz tenbel kalıp da onun yolunu yapmazsanız, tenbellik etseniz, yüz sene sonra tamamen cemâlini göreceksiniz. Zîrâ sizinle İstanbul arasındaki mesâfe bir aylıktır; fakat sizinle ehl-i Meşrûtiyet arasındaki mesâfe bin aydan fazladır. Zîrâ eski zamanın adamlarına benzersiniz. O nâzik Meşrûtiyet, İstanbul havâlisindeki yılanlardan kurtulsa, şu uzun mesâfeden geçmekle, cehâlet gibi müthiş bataklığı, fakr gibi mütevahhiş kıraçları, husûmet gibi gâyet keyşer dağları katetmekle beraber, eşkiyaya rast gelecektir.

Ezcümle, bâzı cezâ-i sezâsını hazmetmeyen, bir kısım da başkasının etini yemekten dişi çıkarılan ve bâzı bir meşhur bektâşi gibi mânâ verenler, yol üzerine çıkıp, gasp ve gâret ediyorlar. Daha onların öte tarafında da bir kısım gevezeler vardır; bâzı bahane ile, parça parça etmek istiyorlar.

Öyle ise, ona bir yol veyahut bir balon yapınız.

Suâl: “Biz me’yus olduk; daha ne vakit bize gelecektir?”

Cevap: Yeis, aczden gelir. Yeis, mâni-i herkemâldir. Hamiyet ise, şiddet-i mevânia karşı şiddetle metânet etmektir. Halbuki şu zaman, mümteniât-ı âdiyeyi mümkün derecesine indiriyor. Çabuk yeise inkılâp eden hamiyet, hamiyet değildir. Ben, sizi tenbellikten kurtarmak için, kabahatlerinizi gösteririm. Ona çabuk gelmek istiyorsanız, işte mârifet ve fazîletten demiryolunu yapınız; tâ ki, meşrûtiyet, medeniyet denilen şimendifer-i kemâlâta binip ve terakkiyât tohumlarını bindirerek, kısa bir zamanda mânilerden kurtulup geçerek size selâm etsin. Siz ne kadar yolu acele ile yapsanız, o da o derece acele ile gelecektir.

Münâzarât, s. 29

***

Avrupa, bizdeki cehâlet ve taassup müsaâdesiyle, Şeriatı—hâşâ ve kellâ—istibdata müsait zannettiklerinden, nihâyet derecede kalben üzülmüştüm. Onların zannını tekzip etmek için, Meşrutiyeti herkesten ziyade Şeriat nâmına alkışladım. Lâkin yine korktum ki, başka bir istibdat tekrar o zannı tasdik eder, diye ne kadar kuvvetim varsa Ayasofya Camii’nde meb’usana hitaben feryat ettim. Ve söyledim ki:

Meşrûtiyeti, meşrûiyet ünvanı ile telâkki ve telkin ediniz. Tâ yeni ve gizli ve dinsiz bir istibdat, pis eliyle o mübareği ağrazına siper etmekle lekedar etmesin. Hürriyeti, âdâb-ı Şeriatla takyid ediniz. Zira câhil efrad ve avâm-ı nas; kayıtsız hür olsa, şartsız tam serbest olsa, sefih ve itaatsiz olur. Adâlet namazında kıbleniz dört mezhep olsun. Tâ ki, namaz sahih ola. Zira, hakaik-ı Meşrutiyetin sarahaten ve zımnen ve iznen dört mezhepten istihracı mümkün olduğunu dâvâ ettim. Ben ki, bir âdi talebeyim. Ulemaya farz olan bir vazifeyi omuzuma aldım, demek cinayet ettim ki, bu tokatı yedim.

Divan-ı Harb-i Örfî, s. 24-26

cehâletperver: Cehaleti koruyan, yetiştiren.

husumetefzâ: Düşmanlık saçan, kin besleyen.

cezâ-i sezâ: Hak edilen ceza.

gâret: Yağmalama, talan etme.

meşrûiyet: Meşrûluk, kanuna ve dine uygun bulunma.

ağraz: Garazlar, kötü maksatlar.

âdâb-ı Şeriat: Şeriatın adabı, edepleri.

takyid: Kayıt altına alma, sınırlama.

sefih: Helâl olmayan zevklere düşkün.

hakaik-ı Meşrutiyet: Meşrutiyetin hakikatleri.

zımnen: Gizli, örtülü.

istihrac: Çıkarma.

30.03.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

 Son Dakika Haberleri