Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 21 Nisan 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Sivil Toplum

Kamusal alan üniformaya sığdırılamaz

Prof. Dr. Levent Köker’le yapılan bir röportaj:

Sivil toplum ile çoğulculuğun ilişkisi nedir?

Sivil toplum kurulu bir iktidar düzenini ve onun payandalarını insanî değerler ve yurttaşlık değerleri açısından sorgulayan, eleştiren, aşmaya yönelen, özü itibarıyla da muhalif hareketlerin içinde yer aldığı bir faaliyet sahasıdır. Böyle anlarsak kamusal alanla hemen hemen özdeş oluyor. Türkiye’de kamu sahası, kamusal ve kamusallık terimleriyle her karşılaşmamızda bunu devletle özdeşleştirmeye alışkın bir kültür iklimi mevcut. O yüzden kamu alanı sanki devletin alanıymış gibi algılanıyor. Bu yüzden sivil toplumun fonksiyonunu kavramakta çoğu kez zorlanıyoruz.

Modernleşme veya Türkiye’de modern devletin teşkili sırasında homojenleştirme projesinin öteden beri birçok kültürel ve etnik yapının bir arada yaşadığı bir toplumsal formasyon olarak Türkiye toplumu üzerindeki etkileri nelerdir?

Modernleşmeye geç dahil olmuş olmanın bir uzantısı olarak Türkiye gibi toplumlarda hakim olan yaklaşım, çeşitli versiyonlarıyla milliyetçiliktir. Böyle olunca da zorunlu olarak milliyetçilik üzerinde biraz uzun boylu durmak gerekiyor. Şimdi milliyetçiliği bir siyasî meşruluk formülü olarak kabul ediyorsak bu formülün bir siyasî iktidar teşekkülü bakımından devletle ilişkisi değişik biçimlerde kurulabilir. Türkiye’de milliyetçiliğin bir Kemalist versiyonu var. Bu Kemalist versiyonun, cumhuriyeti siyasî teşekkülünün dayanağı haline getirdiği Türk toplumunu imtiyazsız birbirine kaynaşmış bir toplum olarak görmek, eğitim politikalarında bir dönem benimsenen homojenleşme gibi tekleştirici hedefleri var. Bu tekleştirici ve dolayısıyla baskıcı, ceberut yönelimin son örneklerinden biri, başörtüsü meselesi ile ilgili olarak ifade edilen “kamu sahasında yasaktır, ama özel alanında serbesttir” türünden bir değerlendirmede karşımıza çıkmaktadır. Burada, hem tarihî olarak, hem de kavram itibarıyla çoğulcu olması gereken kamu sahasına üniforma giydirmeye çalışmak gibi olağanüstü ironik bir durumla karşı karşıya bulunuyoruz. Halbuki kamu sahası mahiyeti itibariyle üniformaya sığdırılamayacak bir alandır, devletle de özdeş değildir. Kamu sahasını üniformaya sığdırmaya çalışan bir zihniyet örüntüsünün aslında Türkiye’deki devlet anlayışının ne kadar ceberutlaşabileceğinin bir tezahürü olarak görülmesi gerekir. Fakat ne yazık ki kamu sahasının bu şekilde bir üniformaya sığdırılması teşebbüsünün kurulu düzen sahiplerince beklenilen bir iş olmasının yanı sıra, bunun görünüşteki muhaliflerinin de aynı tavır içinde olmaları gibi bir tehlike var. Türkiye’nin politik yapısının ve bu politik yapının dayandığı meşruluk zemininin özü, aslında hakim bir zihniyet olarak milliyetçiliktir. Tartışmanın Şerif Mardin’in bir vakitler tesbit ettiği gibi, modernist milliyetçilik mi yoksa gelenekçi milliyetçilik mi olacağı konusundaki bir ihtilâf üzerinde yoğunlaşması bizim için çok esef vericidir. Kemalist milliyetçilikten yana tavır koyanların biraz modernist milliyetçilik yapmaları ve buna toplumdan gelen tepkilerin de benzer bir tür muhafazakâr milliyetçiliği besliyor ve büyütüyor olması, bu bağlam içinde siyasî iktidarın bu iki kesim arasında cereyan eden bir mücadele ile belirlenmesi, Türkiye’de çok kültürlü bir yapının oluşmasındaki asıl engel olarak karşımızda durmaktadır.

Sivil toplum oluşumları çok kültürlülüğü besleyecek bir bakış açısına sahip mi?

Kurulu düzenin baskıcı özellikleri çok fazla vurgulandığı zaman, meselâ AB meselesinde veya bu meselenin önemli yönlerinden olan demokratik ölçütlerle ilgili durumumuzda, diyelim Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Türkiye’yi herhangi bir ihlâlden ötürü mahkûm ettiğinde, kurulu düzeni meşrulaştırmak amacıyla bir dizi avuntuya müracaat ediyoruz: “Biz AB standartlarına göre çok demokratik olmayabiliriz; siz şöyle etrafınıza bir bakınız, bizim kadar demokratik olan ama nüfusunun da yüzde 99’u Müslüman olan başka bir toplum yok. Kendi kültürel müktesebatımız ve özelliklerimize göre aslında iyi bir yerdeyiz. Avrupalı standartlarının biraz gerisinde olabiliriz amma ve lâkin o Avrupalı da bizim özel durumlarımızı ve bazı hassasiyetlerimizi çok göz önüne almadan hüküm veriyor; düşmanca tavırlarla bizi mahkûm ediyor vs.” Bunlar Türkiye için yeni değil. Benzeri avuntular 1930’larda da var. Kemalizme biraz eleştirel bakmaya çalıştığınız vakit size karşı yöneltilen en önemli suçlama—eleştiri değil—şöyle yapılıyor: “Atatürk dönemini demokratik olmadığı için eleştirmek akıl kârı değildir; çünkü 1930’ların dünyasında Avrupalı ülkelerin içinde bile demokratik olanları parmakla gösterebiliriz. İtalya’da, Almanya’da, İspanya’da, Yunanistan’da faşizm varken, en ileri demokratik ülkelerde bile kadınlara oy hakkı verilmemişken Türkiye’de seçimlerin yapıldığı, parlamentonun çalıştığı, kadınlara dahi seçme ve seçilme hakkının verildiği olabildiğince meşruiyetçi ve demokratik bir dönem yaşanmıştır: Atatürk dönemi. Avrupa’da bile en acımasız otoriter rejimlerin hüküm sürdüğü bu dönemde, Türkiye’nin tek parti yönetimi, geri kalmış ve demokratik tecrübesi hiç olmayan, üstelik de Müslüman bir toplumu çağdaş medeniyet seviyesine, demokrasiye hazırlayıcı bir rejim olarak, geçici bir otoriter yönetim kurmuş olabilir.”

Buralardaki avuntu yargılarını teşhis etmemek mümkün değildir. Ancak, bu avuntularla el ele giden bir diğer özellik ise, kuruntulardır. Herhangi bir biçimde demokratik, çoğulcu bir tavır alındığında, hemen, cumhuriyete ve onun dayandığı temel ilkelere karşı düşmanlıklar dile getirilir. Yani kurulu düzende potansiyel veya gerçek bir despotizm durumu yaşanıyor dediğinizde, kurulu düzenin aslında kendisini meşrulaştırmak için müracaat ettiği avuntuların herhangi bir reel temelden yoksun, kurulu düzenin baskıcılığını aklamaya yarayan hegomonik söylemlerden ibaret olduğunu açığa çıkardığınızda kuruntular ile temellendirilen suçlamalarla—meselâ hainlik—karşılaşılmaktadır.

Türkiye’nin, nerede ve ne zaman bir demokratikleşme talebi ile karşılaşırsa “Benim özel durumum var” demesi bu avuntulu/kuruntulu şartlarda normal olmaktadır. Türkiye devletinin sahip olduğu bu kuruntular ve avuntular tüm iç ve dış politikalara yön veriyor ve aynı zamanda çok kültürlülüğe yönelik oluşturulacak politikaların önünde de en büyük engeli oluşturuyor. Sivil toplum kavramını o kadar sulandırarak kullanır olduk ki meslek odaları ya da barolar da STK olarak değerlendiriliyor. Halbuki buralara üyelik mecburî olduğu için buralar STK olarak değerlendirilemez.

Meselâ ATO başkanı bir sivil toplum kuruluşu başkanı ya da mensubu gibi değildir; çünkü ATO hem üyeliğin mecburî olduğu bir kuruluş, hem de bir ekonomik çıkarı temsil ediyor. Ama gel gör ki ATO başkanı Kıbrıs meselesinde çıkıp çok da milliyetçi bir bakış ortaya koyabiliyor ve bu da sivil toplumun tepkisi diye gündeme getirilebiliyor. Bu örnek de bize gösteriyor ki Türkiye’de sivil toplum alanındaki bir sürü oluşum benim sunduğum kavramsal ve ilkesel çerçeveyle pek de uyuşmuyor.

(Sivil Toplum Dergisi)

21.04.2008


Sivil-metre

Sivil toplum kriterlerinin neler olduğuna ve bunlara en fazla uyum gösteren oluşumlara Gönüllü Toplum Kuruluşları (GTK) veya Gönüllü Sosyal Kuruluşlar (GSK) diyebileceğimiz düşüncesinde olmakla birlikte, “sivil-metre” ve “GTK-metre” anlamında kuruluşların sivillik ve gönüllülük konsantrasyonlarını tesbit edecek bazı kriterlerin oluşturulması gerektiği şeklinde geçtiğimiz hafta başladığımız konumuza bu hafta da devam ediyoruz.

İşin esasında aşağıda bu konuda bazı kriterler sıralamış olmakla birlikte, olaylı kesin çizgilerle tarif etmekten çok, çerçeve içerisinde tartışmaya açmak amacındayım.

Öncelikle varsayalım ki; analitik bir doğru parçası elimizde bulunuyor ve bu “0” ve “1” arasında değerler alabiliyor. STK’larda sivil-metre olarak adlandıracağımız ve adeta hem yönetimin ve esas olarak söz konusu sivil toplum unsurunun sivil ve STK olma konsantrasyonunu ölçmeyi arzu ediyoruz. ‘0’ değeri sivilleşmenin olmadığı, güçlü ve merkezi organizmayı yani devleti tarif ederken, ‘1’ değeri sivil ve medenî değerlerin hepsini kapsayan, teşkilâtlanmasının bütün ve her aşamasında demokrasinin kurum ve kurallarını işleten, (ütopik) STK veya GTK’yı ifade etmektedir.

Tabiatıyla bu anlatmış olduğum model akademik bir çalışma ve araştırmaya muhtaç olmakla birlikte genel hatlarını ortaya koymaya çalışacağım.

STK’ların temel özelliklerini kısaca sayarsak;

1. Bir emir ile değil, bir ihtiyacın örgütlenerek ifade bulmasını sağlamak için aşağıdan yukarı örgütlenerek kurulmalıdır.

2. Faaliyetlerinin tamamında ve her aşamasında tam ve katılımcı demokrasiyi uygulamalıdır. Çalışmalarında şeffaflık ve açıklık belirleyici olmalı. Yönetimin delegeyi yazıp, delegenin yönetimi tasdik ederek değişmez başkanların seçildiği kurgulanmış kongrelerin olmaması…

3. İnsan hakları, adalet ve çevre gibi konular başta olmak üzere ihtisaslaştığı konularda duyarlı olmalıdır. Oluşmasına sebep olan sorunları demokrasi, hukuk çerçevesinde sonuna kadar takip etmelidir. Bu alanda gösteri, miting ve kamu bilgilendirme araçlarını kullanmak.

4. Tesbit ettiği sorunların çözümleri için finansmanı kendi bulmalı, eğer yardım söz konusu ise hibe değil, faaliyet konuları ile ilgili proje desteği almalıdır.

5. Devlete karşı değil, ama devletten bağımsız karar alma ve uygulama gücü olmalıdır. Kuruluş amacına ve üyelerinden aldığı yetkiye göre çalışmak, öngörülmeyen dış etkilere karşı direnebilmek, sivil itaatsizlik gösterebilmek gibi güçlü iradeye sahip olabilmek.

6. Kâr amacı gütmeyen, topluma hizmet sunmayı amaçlayan bir organizasyon olmalıdır. Sınırlı sayıda çoğu zaman 1-2 adet temel amaca yönelmelidir. Üyelik mecburî olmamalıdır.

7. İktidar olmayı veya siyasî partilerle rekabeti değil, iktidarlara bilgi verici, yol gösterici ve gerektiğinde demokratik teamüller içerisinde uyarıcı olmalıdır. Partiler üstü bir konum sahibi olmalıdır.

8. Medya kuruluşlarını amaçları doğrultusunda bilgilendirmeli, bu bilgilendirme sırasında kendi derlediği bilgi ve belgeleri teknolojinin en son imkânlarını da kullanarak, toplumu aydınlatmalıdır.

9. STK’lar belli bölge veya ülke genelinde faaliyet gösterebilmekle birlikte ülke geneline yayılmış olması ihtisas konularında ülke genelinde vatandaşların nabız ve düşüncelerinin alınmasında zaman ve değer kazandırır.

Burada kısaca saydığımız kriterler esasen yukarıda belirtilmiş olduğu gibi saha araştırmaları ile derinleştirilerek, nicelik ve nitelik olarak arttırılmalıdır. Misalimize dönersek, sivil-metre STK’lar için tasarlanmış bir değerlendirme olup, ‘sıfır’ değeri aykırı bir değeri ifade etmektedir. Bunu ise ancak hiçbir sorumuzdan olumlu puan alamayan, demokratik özellikleri taşımayan, adları vakıf-dernek olsa bile devlet-rejim politikası uygulayan, yöneticileri atamayla gelen, üyeleri arasında duygu, bilinç, fikirbağı kopmuş sivil toplum(!) unsurları alacaktır.

Bunlara zaten STK demek mümkün değildir. Bu değerlendirme sonucunda kanaatim o ki, bazı köy derneklerinin sivil-metre değerleri, meslek odaları veya sendikalardan yüksek çıkabilir. Daha ilginci, hizmetlerinde meşveret ve şûrâyı esas alan cemaatlerin sivil metre değerleri yüksek çıkabilir ki bu, ülkemizin karanlığa sürüklendiğini iddia edenler açısından en ilginci olabilir.

Bütün bunlar yerli yerine oturduğunda elimizde (terziye sipariş verilmiş değil fakat konfeksiyondan beğenilip alınmış bir takım elbise gibi) genel bir değerlendirme ortaya çıkacaktır. O zaman bir anlı şanlı bazı sendika, ticaret-sanayi odası veya dernek bazı açıklamalar yaptığında STK açıklaması gibi algılamak yerine, bir kurumun ülkemizin sorunu konusunda, değerli bir çalışması veya görüşü olarak algılanıp ona değer verilecektir.

Bu bizim algılamamızı ve tavrımız yanında duruşumuzu da etkileyecektir. Bir ülkede demokrasinin geldiği aşama o ülke vatandaşlarının kişi başına üye oldukları GTK üyeliği ile değerlendirilmektedir. GTK’lar çoğalıp güçlendikçe, birilerinin ben yaptım oldu veya oyunun kuralını değiştiriyorum demek imkânı kalmaz.

Burada bir akıl yürütme yapalım. Ülkemizde birçok darbe ve darbe teşebbüsü oldu oluyor. Darbecilerden biri ile aynı mekânda bulunmaktan sıkıldım diye mekânı terk eden oldu mu? Darbeciler bugün gittikleri yerde, emekli oldukları halde bile alkışlanabiliyor, üniversitelerde konuşabiliyor, rektörler, hocalar, öğrenciler ağzından çıkacak hikmet-i hükümet sözlerini dinlemek için bekliyorsa sivil ve medenî olmak konusunda gidilecek yolumuz uzun demektir.

Basit ama önemli bir kriter olarak bunların kişisel veya çeşitli kurumların misafiri olarak yaptıkları faaliyetleri, resmî bir sıfatınız dolayısıyla iştirak mecburiyetiniz varsa anlayışla karşılamak isterim fakat yoksa, yalnız bırakarak arkalarında halk-millet desteği olmadığının gösterilmesine ne dersiniz?

Emin Talha KARAMUSA

21.04.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

 Son Dakika Haberleri