Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 28 Nisan 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Hakkımı helâl etmiyorum!

Doğru dürüst siyaset yapmasını bilmeyenlerin hatâlarının faturasını ülke, devlet ve halk ödüyor.

Cumhurbaşkanı uzlaşma ile seçilmiş olsaydı, Ahmet Necdet Sezer’in başkanlığı uzamamış olacaktı. Yargıtay başsavcısını o seçmemiş olacaktı.

Birileri biz, ille de biz, mutlaka bizim dediğimiz olacak diye diretmemiş olsalardı bugün bambaşka bir manzara seyredilecekti.

İçkinin, uyuşturucunun, şunun bunun sarhoşluğu olur da, siyasî zafer kazanmanın olmaz mı?

Yüzde 47 nedir? Yine de azınlık değil midir?.. Yüzde 51’i geçeceksin ki, çoğunluk olasın.

Evet yüzde 47 büyük bir zafer. Lakin karşındaki yüzde 53’ü de hesaba katacaksın. Onlar seni seçmemişler, muhalif kalmışlar... Siyaset bir bakıma müdaradır. Onlarla elden geldiği kadar uzlaşmaya, anlaşmaya çalışacaksın.

Hikmetsiz siyaset olur mu?

Dünya korkunç krizlere doğru ilerliyor ve biz nelerle uğraşıyoruz. Bu memlekete, bu halka, bu devlete yazık değil mi?

Seçimleri kazanırım ve iktidar olup memleketi güzelce idare ederim... Böyle bir şey Norveç’te, Avusturya’da, Finlandiya’da olur ama Türkiye’de olmaz.

Türkiye 1908’den beri tarihî arıza ve kopukluklar ülkesidir.

Bu kopukluklar, bu arızalar tamir edilmedikçe bu ülkede gerçek demokrasi olmaz.

Karşında CHP gibi bir parti varsa gözüne uyku girmemelidir.

Sahte Mesih’in mü’minleri bu çiftliği kolay kolay ellerinden bırakır mı?

Adnan Menderes iktidarı seçimle, demokrasiyle yıkılacak bir iktidar mıydı? Lakin yıktılar ve halkın çoğunluğunun sevdiği Adnan beyi astılar.

***

“Hiçbir şey yapamazlar!..” diyordunuz. Öyle mi?

Sizin basiretsizliğiniz yüzünden hepimizin güveni, huzuru, hukuku, hürriyetleri tehlike altında. Sizin yüzünüzden geleceğimiz karanlık.

Allah size çobanlık verdi ve siz sürüyü koruyamıyorsunuz.

Ne kızıyorsunuz? Ben sizi övmeye, pohpohlamaya, size yalakalık yapmaya mecbur muyum?

Yanardağ patlarsa, barut fıçısı infilak ederse, gemi batarsa ben de sizinle birlikte zarar göreceğim. Kurunun yanında yaş da yanacak.

Ayda birkaç bin liralık maaş veya ücret, onun yanında başka avantalar karşılığında ben vicdanımı ve kalemimi satacak tıynette biri miyim?

Büyük adamların övgüye ihtiyacı yoktur.

Sizin siyaset bilmezliğiniz, sizin basiretsizliğiniz, sizin uyuşmaz zihniyetiniz, sizin mutabakat yoluna girmemeniz yüzünden bakınız ne büyük tehlike ve tehditlerle karşı karşıyayız.

Ne kadar hakkım varsa onu size helâl etmiyorum...

Sizin hîn-i hacette bir yerlere kaçacak servetiniz, imkanınız var; benim yok...

Millî Gazete, 18.4.2008

Mehmet Şevket Eygi

28.04.2008


 

Tarafsız yargıç mı, bağımsız yargıç mı?

Anayasa Mahkemesi (AYM) Başkanı Haşim Kılıç niye yargının bağımsızlığına değil de, öncelikle tarafsızlığına vurgu yaptı?

Çünkü asıl sorun o noktada!

Bazıları sanıyor ki eğer yargı organı bağımsız ise, otomatik olarak, tarafsızdır da... Yanlış!

Yargıtay Onursal Başkanı Prof. Sami Selçuk yıllardır bu temel ilkenin kavgasını veriyor. Özetle, “ Bağımsız olmanız yetmez, aynı zamanda tarafsız da olmalısınız “ diyor.

Yerden göğe kadar haklı Hatta şunu da söyleyeyim: Yargı açısından; tarafsızlık, bağımsızlıktan önce gelir!

Sorun ciddi: Anıtkabir defterine bakın... Yüksek yargı organlarını temsil edenlerin, çeşitli konuşmalarını okuyun.

Şunu göreceksiniz: Vurgu hep bağımsızlığa yapılıyor. Tarafsızlıktan ya hiç söz edilmiyor ya da gerilere atılıyor.

Peki, niçin böyle oluyor?

Bildiğiniz gibi bürokratik elitin bir ayağını yargı oluşturuyor. Yargıyı çekip çeviren bürokratlar, kendilerini ülkenin ve devletin sahibi olarak görüyor.

Öte yanda ise millet (halk, seçmen) var... Vatandaşlar oy vererek, kanunları yapan Meclis’i oluşturuyor. Yani milli irade Meclis’te kristalize oluyor.

Yargı bürokrasisi siyasetin kendi üzerindeki etkisinden rahatsızlık duyuyor, halkın temsilcilerini kendinden uzak tutmak istiyor.

Bunun için de ikide bir “ yargı bağımsızdır “ ya da “ bağımsız olmalıdır “ deyip duruyor. Böylece kendine en azından özerk bir egemenlik alanı yaratmaya çalışıyor.

Bu konudaki niyetleri, net biçimde açık edenlerden biri de AYM’nin eski başkanı, 10’uncu Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer olmuştu:

“Anayasa Mahkemesi, siyasi iktidar karşısında, denge rolü oynamalıdır” demişti Sezer.

İlk bakışta masum gibi görünen bu cümle, aslında bürokratik iktidarın bakış açısını yansıtıyordu. Yani AYM’ye “ taraflı ol “ diyordu Sezer.

Niye o anlama geliyordu? Bildiğiniz gibi “Adalet”; bir elinde terazi, diğer elinde kılıç olan, gözleri kapalı bir kadınla simgelenir.

Terazi, mahkemeye gelen olayı, yasalarla tartmaktır... Kılıç ise verilen kararı (icabında cezayı) gösterir.

Peki, gözleri niye kapalıdır Adalet Tanrıçasının? Çünkü “tarafsızlık” yani tartı işleminin tam yapılması, ancak böyle sağlanır.

Yargıyı “ denge rolü “ oynamaya davet etmek ise düpedüz ondan “taraflı olmasını” istemektir.

Futbolla kıyaslarsak: “Denge rolü” oynamaya kalkışan bir hakemin, 2-0 yenik takımın lehine 2 penaltı ‘ yaratarak’, skorun 2-2’ye gelmesini sağlamasıdır.

Bağımsızlık, ‘ siyasi’ bir kavramdır. Yani “ yargılama görevi sayesinde elde ettiğim iktidara karışmayın, yetkilerime dokunmayın “ demektir.

Tarafsızlık ise ‘ teknik’ bir kavramdır. Kendi ideolojini, siyasi görüşünü yargılama sürecinin dışında tutarak, ‘mesleğin gereğini’ yerine getirmektir.

Farkı daha iyi kavramak için yapacağınız tek şey kendinizi ‘yargılanan’ rolüne koymaktır.

Diyelim ki mahkemeye çıktınız... Yargıcın tarafsız mı olmasını dilersiniz, bağımsız mı?

Elbette öncelikle tarafsız olmasını istersiniz ki yargılama adil olsun, herkes hakkını alsın.

Tarafsız yargıca güvenirsiniz. Çünkü tartarken hile yapmaz. Ama en önemli özelliği bağımsızlık olan bir yargıca güvenemezsiniz. Ya taraflıysa?

Olay budur.

Dikkatinizi çekerim: AYM Başkanı Haşim Kılıç’ın tarafsızlık vurgusunu kuşkuyla karşılayanların başka ortak noktaları da var... Demokrasiden rahatsızlık duymak, Ergenekon’a dudak bükmek, Avrupa Birliği konusunda yan çizmek gibi...

Bu kadarı tesadüf olamaz!

Sabah, 27.4.2008

Emre Aköz

28.04.2008


 

Biz oltaya geldik, siz gelmeyin!

Sarp Kuray ve Ömer Gürcan... Bunlar 68 kuşağının önemli isimleridir. Ömer Gürcan idam edilen darbeci asker Fethi Gürcan’ın oğlu, Sarp Kuray da denizci subay, gençlik önderi, 9 Martçı vs...

Bu iki ismi Kanal A ekranlarında gördüğümde ekrana adeta kilitlendim. Alper Tan’ın sunduğu Gündem Ankara programının konukları olan bu iki isim bugünkü kuşaklara ne söyleyebilirlerdi ki? Bir kere onlar Derin Devlet dediğimiz yapıya “Amerikan Kabuğu” diyorlardı. Sarp Kuray’a göre Amerika 1946 yılından itibaren hem orduya, hem de diğer kurumlara adamlarını yerleştirdi.

Ve hem Amerika hem de SSCB ordu içindeki müdahaleci eğilimleri yönlendirdi: “Burjuva sınıfı kendi sorunlarını aşamadığı zaman, asker ve üniversite vurucu güç olarak öne çıkar... Sovyetler, Irak ve Suriye gibi ülkelerde bu gücü yönlendirerek Baas tipi rejimler oluşturmuşlardır. Türkiye’de ise 12 Mart 12 Eylül müdahaleleriyle Amerika kendi çıkarını gözeten düzenlemeler yapmıştır.” Şöyle anlıyorum: Orduyu ve üniversite gençliğini dış güçler yönlendiriyor. Demek ki onlar bu etkilere açık haldeler. Ya da içlerinde bu tür etki ajanları var! İlginç iddia Alparslan Türkeş hakkında. Ömer Gürcan, Alparslan Türkeş’in CIA ajanı olduğunu iddia etti. Bunu da dönemin Amerika Ankara Büyükelçisi Warren’in hazırladığı rapora dayandırdı:

“27 Mayıs’tan sonra kurulan Milli Birlik Komitesi (MBK) çok genç ve tecrübesiz, üstlendiği misyondan dolayı başı dönmüş bir grup. Şu anki işlerimizden biri de MBK’nın içinde kimlerin etkin olduğunu tespit etmektir. MBK’nın içine en önemli üye olarak Türkeş’i yerleştirdik” (Foreign Relations 1958-60 s. 369-370)

(...)

Kendilerini solcu ve devrimci olarak nitelendiren çevrelerin dine yaklaşımını nasıl buluyorsunuz?

Kuray: “Biz dinin bir sosyolojik bir olgu olduğunu, Müslümanlığın çıkışındaki bütün devrimci dinamikleri göremedik... Bizim din konusunda fazla bilgili olmamamız, direk bir inkârcılığı getirmiş, sonuçta halkla aramıza büyük bir uçurum oluşmasına sebep olmuştur. Devrimcilerin dine karşı görünmesi bize zarar verdi...”

Kendi tecrübelerinizden hareketle bugünün gençlerine söylemek istersiniz?

Kuray: “Burada “Cambaza bak” oyununa gelmemek lazım. Bizi geçmişte nasıl kullandıklarını anlatayım. Yükseliş Kolejine bizim gruptan birileri bomba attı. Bu bomba Muhsin Batur’un Genel Kurmay’da yapacağı bir konuşmaya zemin hazırlaması için patlatılmıştı... Türkiye’deki devrimci gençlik bu tarz oltalara geçmişte çokça takılmıştı. Peki, bu imkânları neden bize sağlıyorlar? Çünkü ortalığı karıştırmamızı istiyorlar. Böylece onlara yapacakları darbenin altyapısını oluşturacaktık...”

Gençliğin sol kanadının nasıl kullanıldığını yaşayarak gören bu iki ismin, Kuray ve Gürcan’ın daha fazla konuşup tecrübelerini yeni kuşaklarla paylaşması lazım.

Bugün, 27.4.2008

Nuh Gönültaş

28.04.2008


 

Üç eş meselesi

Şu dünyada tanıdığınız herkes monogam mı? Evli biriyle ilişkisi olan bir tek canlıyla tanışıklığınız yok mu? O pek hayranı olduğunuz yazar ya da işadamının sittin senedir bir ‘nikâhlı’ bir de ‘nikâhsız’ eşi olduğunu söyleyen bütün kuşlar mı yalancı?

Türkiye’nin en ünlü soyadlarından biri, diyelim. En prestijli zenginlerinden. En yakışıklı burjuvalarından, diyelim...

Eli iki sosyete/magazin dergisine değmiş herkes bilmez mi ki ilk ‘resmi’ eşinden boşandıktan sonra hayatında üç tane ‘hayat arkadaşı’ olmuştur...

Bu üç hanım daima eşit mesafede tutulmuş, kokteyller, davetler, yurtdışı gezileri, aralarında mümkün mertebe eşit paylaştırılmıştır. Elbette ki herkes birbirini tanır, bilir. Ama en ufak yüz göz durumuna teğet geçilmemiş; eş, dost, magazinci, vatandaş, bunca sene kimsenin gıkı çıkmamıştır.

Şöyle düşünmüş olabilir miyiz? Sıradan birinin ‘ruh ikizi’ oluyorsa, bunca servete, bunca şıklığa, bunca fular ve cep mendiline, onun ruh dördüzü olmuş, çok mu?!

Kadınlardan ‘ilham alan’ o büyük yazar ve sanatçıları hadi hiç katmayalım, üç eşlilik hali, gustosu tartışılmayacak bir burjuva işadamında hiç sorun değil yani. Ama tuşesi bizimkini tutmayan Anadolu kökenli işadamında tamir edilmez günah, tahammül edilmez skandal...

(...)

Diyeceğim, bunca patırtıya, aslında şartlar tam da eşit! Sadece arada kıyaslanamayacak, ölçülemeyecek, doldurulamayacak bir kültür farkı var.

Birine yakıştırıyor, sonuna kadar kredi açıyor ve hesap sormayı aklımızın ucundan bile geçirmiyoruz. Diğerinde sakil buluyor, buradan vuruyor, bahsi geçtiğinde derhal suratımızı ekşitiyoruz.

Radikal, 27.4.2008

Nur Çintay A.

28.04.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri