Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 18 Mayıs 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Bürokratik devlet amacına ulaşıyor mu?

22 Temmuz seçimlerinden hemen sonra artan terör oyları dolayısıyla bu sayfalarda yayınlanan bir yazımda seçimden sonra AK Parti’nin işinin daha da zorlaşacağını söylemiştim.

Bu zorlukların başında ise artan hizmet beklentisi değil aksine sahip olduğu gücün zayıflatılması ve engellenmesi şeklinde tezahür edebileceğini hatta artan terör olaylarını da böyle okumak gerektiğini belirtmiştim. Bu bir kehanet değildi elbette ama 22 Temmuz’da elde edilen gücün “ulusalcı Kemalistler”, “besleme basın” ve özellikle de “devletten geçinen” bürokratlar tarafından kolay bir biçimde hazmedilemeyeceği açıktı. Bunu öngörmemiş olmak büyük bir aymazlık olurdu. Bu odakların envai çeşit entrikalara girişileceğini geçmişte hem de yakın geçmişte yaşananlardan okumak mümkündür. İlginçtir, toplumumuzda tarihe karşı derin bir merak varmış gibi görünmesine rağmen tarih hep kronolojik bir fantezi olarak görülmüştür, tarihsel olayların arkasında yatan düşünce biçimleri yaşanan olaylar kadar ilgi çekmez.

Her şeyden önce unutmamak gerekir ki Türkiye, Osmanlı’dan kalma bir bürokratik geleneği içinde barındıran bir yapıya sahiptir ve bu bürokratik yapı sanıldığı kadar da kolay bir biçimde değişmeyecektir. Çünkü bu kesimin hayat standartları tüm çalkantı ve krizlere rağmen değişmemektedir. Demokrasi olsa da olmasa da bunların işleri iyi gider, her zaman ve her yerde düşüncelerini ifade edebilirler, çocuklarını yurtiçinde ve yurtdışında istedikleri okullara gönderebilirler, gazetelerde bunların düşüncelerine paralel yayınlar hep devam edecektir ve bunlar haksızlığa da uğramazlar, kısaca bunların tuzu hep kurudur zaten.

OSMANLI MODERNLEŞMESİNİN GETİRDİKLERİ

Devletin sahip olduğu tüm kadrolar da bunlara tahsisli olduğu için CHP dışında kim nereye atama yaparsa yapsın kadrolaşmaya gidildiği yaygarasını koparırlar. Çünkü bu kadrolar, CHP için saklıdırlar ve bekletilmektedirler, bu kadrolara ancak kendileri gibi birisinin ve üstelik onlar gibi birisi tarafından atamanın yapılması gerekir. Aksi halde devlete sızmadır. Bilindiği gibi bu sorun en çok da bir önceki Cumhurbaşkanı döneminde yaşanmıştı ve birçok atama Köşk’ten geri dönmüştü. AK Parti de kendisini tatmin etmek için il müftüleri, kültür müdürleri, okul müdürleri, hastane başhekimleri ve boş işlerle uğraşanların bulunduğu AKP birimlerine atamalar yaptı ve bunun bedelini de ağır ödedi. Medyada çıkan haberlerin aksine AK Parti’yi bekleyen asıl sorun kadrolaşamamış olmaktır. Çünkü Türkiye’nin güncel siyasal-toplumsal sorunlarının başında bürokrasinin sistem içindeki olağanüstü konum ve ağırlığı gelmektedir. Bu sorun, temellerini Osmanlı örgütlenme modelinde ve Osmanlı modernleşmesinin özgün yapısında bulmaktadır. Gerçekten, Osmanlı’nın klasik örgütlenmesi, bürokrasinin etkin bir konuma sahip olduğu patrimonyal toplumsal-siyasal sisteme dayanmaktadır. Bu sistem, Osmanlı’nın çöküş döneminde baş gösteren Batılılaşma çabalarını da etkilemiş ve bu yolla Osmanlı modernleşmesi şekillenmiştir. Cumhuriyet modernleşmesinin selefi Osmanlı modernleşmesinde bürokrasi başat aktör olmuştur. Öyle ki, modernleşme projesi, bürokrasinin eliyle ve bürokratik özellikler dikkate alınarak yürütülmüştür. Bürokrasinin toplumsal-siyasal sistem içerisindeki bu egemen konumu neredeyse hiç değişmedi. Tüm iktidarlar döneminde hep var oldu.

Türkiye’de bürokrasinin sivil siyaset üzerindeki etkinliği, Türkiye’nin Avrupa Birliği ilişkilerinde de kendisini göstermektedir. Avrupa Birliği’ne tam üyelik aşamasındaki ülkemizin bu yapıya entegre olabilmesi için kendisinden istenen ev ödevleri konusunda da bürokrasi etkin olmakta ve ne yazık ki ancak bunların çizdiği sınırlar içerisinde taahhütlerde bulunabilmektedir. Bu sorunlu yapı açıkça kendini belli ettiği için AB Komisyonu’nun her yıl Türkiye için hazırladığı raporlarda, bu sorunlu yapı dile getirilmekte, buna çözüm üretilmesi Türkiye’den istenmektedir. (Bkz. 2003 Regular Report on Turkey’s Progress Towards Accession) Aslında bu durum, siyaset sosyolojisinin de temel sorunlarından birisidir. Nitekim ünlü sosyolog Max Weber de bu gerçekliğe işaret etmiş ve günümüz modern devletinin sahip olduğu siyasi rejimden neredeyse tamamen bağımsız bir biçimde bürokrasinin toplum ve devlet hayatında kök saldığını belirtmiştir. Aynı zamanda Ahmet İnsel’in de deyimiyle, “bu bürokrasi, (kendi gücünü) meşrulaşmak için sırtını ayrıntılı bir hukuksal düzene dayamıştır.” Bu sayede de bürokrasi siyaset üzerinde neredeyse mutlak bir egemenlik hakkına sahip olmaktadır. Öyle ki, bürokrasi sivil siyaseti adeta “vesayeti” altına almış görünmektedir. Bu durum Türkiye’de demokrasinin süreklileşmesi ve güçlenmesi açısından bir engel teşkil etmekte ve ideolojik olarak Batı tipi bir toplum yaratma amacı da sivil-asker bürokratlar için, siyasete karışmanın bir gerekçesini oluşturmaktadır.

O halde bu durumdan kurtulmanın yolu, bu alanda acilen yapısal reformlar gerçekleştirmek ve bürokrasinin toplum ve devlet üstü konumunu elinden almaktır. Topluma karşı sorumsuz olan bireylerin toplum hayatını doğrudan ilgilendiren konularda nihai karar mercii olduğu bir siyasi iktidar biçimi düşünülebilir mi? En basitinden söylemek gerekirse hükümet acilen kamu personel reformunu çıkarmalı ve mutlaka performansa dayalı ücret ilkesini getirmelidir. Unutmamak gerekir ki elinde bu değişiklikleri yapma imkânı olan ve bunu yapmayan bir iktidar tüm sorunların sorumlusu olmaktan kurtulamayacaktır.

VAR OLAN BÜROKRASİ

İLE DEĞİŞİM DE AB DE HAYAL

Türkiye’deki en önemli açmaz, devlet ile toplum arasındaki değişim hızının farklılığıdır. Devletin dönüşümü gerçekleşmeden de bu sorun hep devam edecektir. AK Parti’ye düşen, il müftüsü, okul müdürleri atamaktan vazgeçip dünyanın gittiği yöne doğru evrilen liberal ve demokrat dünya görüşüne sahip, devletin gücünü kendi gücüyle birleştirip topluma tepeden bakmayan bireylerden oluşmuş bir kadrolaşmaya daha da hız ve ağırlık vermesidir. Hangi partiden olduğuna bakmaksızın milletin vekiline saygı göstermeyen bir bürokratın millete fayda getirmeyeceği bilinmeli ve ona göre atamalar yapmalıdır. Özellikle de bu dönemde buna cesaret edebilirse sanırım bu sorunu kısmen aşabilir. Çünkü açılan kapatma davasının hedeflerinden birisi Köşk’ten dönme riski olmayan atamaları engellemek, bir diğeri de toplumun sahip olduğu değişim ve dinamizmi köreltmek ve geleneksel politik tercihlere geri dönmeyi dayatmaktır. Çaresizlikle baş başa bırakmaktır. AK Parti’yi başarısızlığa mahkum etmektir. AK Parti içinden bile yeni oluşumlar içinde olanların varlığı, kimin hangi fırsatları kolladığını göstermiyor mu? Doğal afetlerde ortaya çıkan mağduriyetleri fırsata dönüştürmek isteyen işletmeciler, zaafları kollamaya devam edeceklerdir. Bunlara hayal kırıklığı yaşatmanın tek yolu daha da cesur ve güçlü bir kadrolaşmaya gitmektir. Çünkü var olan bürokrasi ile ne AB süreci devam edebilir ne de toplumsal dinamiklerle aynı paralelde devam eden bir değişim hızı. Unutmamak gerekir ki bu değişime direnen derin devlet (Ergenekon) kendisini doğrudan artık bu alan üzerinden devam ettirmektedir ve bunda da ısrar edecektir. Çünkü başka bir koz yok artık. Eğer AK Parti de bahsedilenin aksine, sadece kendisi gibi düşündüğü insanların belli yerlere atanması olarak görürse bu kadrolaşma sorunu farklı bir biçimde kendisini dışsallaştıracaktır. Çünkü bu tarz bir yaklaşım temelde bürokrasinin dayanmış olduğu ideolojinin paralelliğine işaret eder. Bu paralel ilişki devam ettiği sürece de bürokratik cumhuriyetin demokratikleşmesi mümkün olmayacaktır. Bürokrasiyi bir güç olarak görüp geri durmaya başladığı anda da kontrolü kaybedecektir. O zaman da kaybeden sadece AK Parti değil tüm ülke olacaktır. Eğer AK Parti kadrolaşmayı sadece kendisi gibi düşündüğü insanların belli yerlere atanması olarak görürse kadrolaşma sorunu farklı bir biçimde kendisini dışsallaştıracaktır. Çünkü bu tarz bir yaklaşım temelde bürokrasinin dayanmış olduğu ideolojinin paralelliğine işaret eder. Bu paralel ilişki devam ettiği sürece de bürokratik cumhuriyetin demokratikleşmesi mümkün olmayacaktır. O zaman da kaybeden sadece AK Parti değil tüm ülke olacaktır.

Zaman, 17.5.2008

Doç. Dr. Mazhar BAĞLI

18.05.2008


 

27 Mayıs’ın lâneti

Romantizme de en uygun havaya sahip olmasından mıdır nedir, Mayıs günlerinde yapılmış olan darbeler de işlenmiş olan cinayetler de, bir alay akıl-dışı eylemler de romantik bir hâle ile daha kolay örtbas edilebiliyor.

Mayıs ayının bütün neşesi, hayatı bütün canlılığıyla yeniden iade eden havası… Evet, galiba tam da o havası mahvetmiştir bizi.

Bu havalarda bir de romantizm aşısı alınca darbeciyi kurtarıcı-devrimci; darbecinin sokaklara döktüğünü özgürlük kahramanı; kâbusları ütopya; totaliter rejim hayallerini yeryüzü cenneti gibi görmek işten bile olmuyor.

Bir Mayıs ayıydı Türkiye demokrasisinin kalbine saplanan hançeri taşıyan kalabalıkların şehvetli coşkularının kabardığı zaman. Bir linç insiyakıyla hareket eden kitleler neden sonra işledikleri o büyük günahın farkına vardıklarında panikle tek düşündükleri şey bu “suçun cezasından kurtulmak” oldu. Bu büyük günahın laneti yakalarını hiçbir zaman bırakmadıysa da suçun cezasından kaçmak için akılları sıra yapmaları gereken şey sadece biraz daha suç işlemekti. Günahın lanetini önemsemediler önceleri, suçun cezasından kaçmakla yetindiler.

Darbe, gözünü iktidar bürümüş muhterislerin tam bir tamahkârlıkla yüklendikleri bir suçtur. Darbeci bu suç sarmalına yakalanmaya görsün. Bir suçun lanet gibi cezası yakasını bırakmaz. Bu suçtan kurtulmak için önünde makul görünen tek seçenek suçu süreklileştirmektir.

27 Mayıs sadece hükümete karşı bir darbe değildi. TSK’nın emir-komuta zincirini ihlal ettiği için TSK’ya karşı da bir suçtu. Darbeyi hep TSK’nın yaptığı düşünülür. Oysa bütün darbelerin ilk hedefi TSK’nın emir-komuta zinciridir. Emir-komuta zincirini ihlal ettiğiniz zaman TSK’dan geriye hiçbir şey kalmayacağına göre bütün darbelerin ilk kurbanı bizzat TSK’nın kendisidir.

Adnan Menderes’in idam edilmesinde darbecilerin bu kadar çok ısrar etmesinin sebebi neydi sanıyorsunuz? Darbeden sonra kurulan ve ülkeyi yöneten Milli Birlik Komitesi yönetimi sivillere devretmenin koşulu olarak Menderes’in idamını şart görmüştü. Çünkü idam edilmemiş, hayatta bırakılmış bir Menderes’in eninde sonunda kendilerine dünyayı zindan edeceği konusunda emindiler. Ayrıca idam edilmemiş bir Menderes kendi darbelerinin bütün haklılığını fiili varlığıyla geçersiz hale getirmiş olacaktı. Böylece darbecilik iki yanlıştan bir doğru çıkarabilme hevesi olarak devam etti. Menderes ve arkadaşları şu veya bu suçlarından dolayı değil, sadece darbe suçunu işleyenlerin güvenliği ve muafiyeti için idam edilmiştir.

İnsanoğlu suç sarmalına yakalanmaya görsün, bir suçun cezasından başka bir suç işleyerek kurtulacağı vehmine kapılması mukadderdir.

Tıpkı barış gelini olarak Türkiye’ye gelen Pippa Bacca’ya tecavüz eden katilin durumu gibi. Polis sorgusunda katil zanlısı, cinayeti, “tecavüz ettiği kadın kendisini ele vermesin diye” işlediğini söylemiş. Suçlunun aklı başka türlü çalışıyor demek. Oysa ne kadar soğukkanlılıkla yapılmış olsa da o suçun azabına eninde sonunda yakalanır insan.

Hazırlık süreci ve işe koşulan mekanizmalar ne kadar karmaşık ve ne kadar organize olursa olsun, sonuçta darbe inisiyatifi de bir suçtur ve bütün rasyonalitesi bir tamahkârınkinden fazla değildir. Bütün suçlar gibi o da kusurdan muaf değildir ve bütün suçlar gibi bir defa yakalandı mı o suç sarmalının lanetine maruz kalmaktan kaçışı yoktur.

27 Mayıs’tan bu yana yapılan darbe girişimlerinin her biri sadece bir defa işlenmiş olan o büyük suçun lanetinden kaçma girişimleridir. Milletin Menderes’in ruhunu davet edercesine tecelli eden iradesi her seferinde darbecilerin dünyasına kabus gibi çöker. “Hortladı” diye koşmaları bu yüzdendir. İrtica diye bir şeyin olmadığını en iyi onlar bilirler. Hortlamasından korktukları irtica falan değil, aksine Menderes’in şahsında haksızca katlettikleri ve bedenine en ufak bir saygıyı çok gördükleri millet iradesinin kendisidir hortlamasından korktukları. Hortlaktan, en fazla katiller korkar.

Ne yazık ki korkunun ecele faydası yoktur ama idama giderken Menderes’in sarf ettiği şu sözler onlar için hem bir “teşhis” hem bir “reçete” hükmündedir:

“Sizlere dargın değilim, sizin ve diğer zevatın iplerinin hangi efendiler tarafından idare edildiğini biliyorum. Onlara da dargın değilim. Kellemi onlara götürdüğünüzde deyiniz ki, Adnan Menderes, hürriyet uğruna koyduğu başını 17 sene evvel almadığınız için sizlere müteşekkirdir. İdam edilmek için ortada hiçbir sebep yok. Ölüme karar-i metanetle gittiğimi, silahların gölgesinde yaşayan kahraman efendilerinizce acaba söyleyebilecek misiniz?..

Şunu da söyleyeyim ki, milletçe kazanılacak hürriyet mücadelesinde sizi ve efendilerinizi yine de 1950’de kurtarabilirdim. Dirimden korkmayacaktınız. Ama şimdi milletle el ele vererek, Adnan Menderes’in ölümü sizi ebediyete kadar takip edecek ve bir gün sizi silip süpürecektir. Ama buna rağmen merhametim sizlerle beraberdir.”

Ne yazık ki katilin hortlak korkusu maktulün merhametini görmesini engelleyerek yine yapacağını yaptırmaya devam ediyor.

Yeni Şafak, 17.5.2008

Yasin AKTAY

18.05.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 
GAZETE 1.SAYFA
Download

Kutlu Doğum Haftası Pdf

Bütün haberler