"Gerçekten" haber verir 28 Haziran 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Travma ve yok oluş süreci

Türk toplumu, Osmanlı modernleşmesiyle birlikte büyük bir dönüşüm ve dolayısıyla büyük bir travma yaşıyor: Batı uygarlığının modernlikle birlikte geliştirdiği ve üç asır içinde mevcut medeniyetlerin neredeyse hepsini yok eden meydan okuma, sadece Türk toplumunda değil, bütün dünya genelinde büyük bir travmanın yaşanmasına neden olmuştur.

Kendi iddialarını yitiren bir insan, bir toplum ve bir medeniyetin travma yaşaması kaçınılmazdır. Türkiye gibi tarih yapan medeniyet iddiaları yok edilmiş bir ülkenin travma yaşamadığını söylemek, aslında orada çok büyük bir travma yaşandığının göstergesidir.

Türk toplumu, Batı uygarlığının geliştirdiği meydan okumayla birlikte zorla kültür ve medeniyet değiştirme sürecine girdirilmiştir. Kültür ve medeniyet değiştirme çabaları, sonuçta bizim İslâm’a dayalı medeniyet iddialarımızı önce yitirmemizle, sonra da açıkça reddetmemizle sonuçlanmıştır. Burada “biz” derken toplumdan sözetmiyorum; küçük ve şaşkın bir elitten sözediyorum.

Medeniyet değiştirme sürecinde Osmanlı’da yaşanan travma, savunma psikolojisi üretmiştir; bu süreç Cumhuriyet’le birlikte yenilgi psikolojisi’ne dönüşmüştür. Bugün Batı’yı, Batı uygarlığını mitleştirmemiz, putlaştırmamız, bu yenilgi psikolojinin açıkça ilanı ve göstergesidir. “Türkiye’de travma yaşanmamıştır; Türkiye’de beş vakit ezan okunuyor, insanlar namazlarını özgürce kılıyorlar, bu da gösteriyor ki, en iyi Müslümanlık Türkiye’de yaşanıyor. Kimse kimsenin inancına karışıyor mu?” diyen bir insan, hem İslâm konusunda zırcahil bir insandır; hem de yakın tarihte bu toplumun jakoben yöntemlerle dönüştürülmeye çalışılan yığınla operasyona, darbeye, türlü kataküllilere maruz bırakıldığını inkâr etmeye kalkıştığı için son derece vicdansız biridir.

Her şeyden önce, İslâm, bireysel bir inanç meselesi değildir. İslâm bir dünya-hayat tasavvurudur; hayatın her alanını içeren(...), entelektüel, kültürel, sosyal ve kozmolojik bir sistemdir. İslâm, sadece bireysel bir inanç meselesidir diyen ve hayatın başka alanlarına karışamaz diye dayatmaya kalkışan bir insan, zorba, vurgun yemiş, feleğini şaşırmış, faşist, ilkel, kötü niyetli biridir.

Türkiye’de yaşanan kültür ve medeniyet değişiminin sonuçları nelerdir? Kısaca özetleyelim:

Birincisi, bu toplumun, İslâm’a dayalı kültürel, entelektüel, sanatsal, siyasî ve sosyal iddiaları önce terk edilmiş, sonra da jakoben yöntemlerle reddedilmiştir.

İkincisi, imparatorluk bakiyesi ve çok sayıda etnik topluluktan oluşan bir toplumun yegâne birleştirici kaynağı İslâm’dır. İslâm, başka inançların veya inançsızlık biçimlerinin yok edicisi değil; aksine varedicisidir. İslâm, medeniyet 8. yüzyıl ile 18. yüzyıllar boyunca, İslâm bütün dinlerin, inanç veya inançsızlık sistemlerinin, kültürlerin, etnik unsurların, felsefelerin garantörü, sigortası, koruyucu ve kollayıcısı olmuştur. Eğer İslâm medeniyeti diye bir şey olmamış olsaydı, antik Yunan felsefesi de, Hint düşüncesi de, Mısır ve Mezopotamya medeniyetlerinin birikimleri de tarihten silinip gidecekti. Eğer İslâm medeniyeti olmamış olsaydı, Avrupa’da Rönesans ve reformasyonlar yaşanamazdı; Avrupa toparlanıp kendine gelemezdi; antik Yunan düşüncesini keşfedip bir uygarlık sıçraması ve meydan okuması geliştiremezdi.

Türkiye’de yaşanan travmatik tecrübe, hem bu gerçeklerin bizim entelijansiyamız tarafından kavranamamasına, hem de İslâm’ın hayatımızdan uzaklaştırılmasına ve bireysel alana hapsedilmesine neden olmuştur.

Batılı düşünürlerin bile, Batı düşüncesinin büyük bir kriz yaşadığını, başka kültürlere hayat hakkı tanımadığını, insanlığın önündeki tek seçenek olan İslâm’ın terörle özdeşleştirilerek yok edilmeye çalışıldığını haykırdıkları bir zaman diliminde, Türkiye’de İslâm’ın siyasî, kültürel, entelektüel, sosyal, sanatsal, estetik hayatımızdan zorba yöntemlerle uzaklaştırıldığını ve bunun Türk toplumunu Batılıların karikatürü hâline getirdiğini söyleyen insanlara zorba yöntemlerle karşı çıkmak, ateş püskürmek, bu toplumun nasıl bir zihnî çatışmanın, husûmetin, travmanın eşiğine sürüklendiğini göstermesi açısından oldukça düşündürücüdür.

Türk toplumunu hem yeniden birleştirebilecek, hem dünya tarihinin yapılmasında kilit rol oynamamıza imkân tanıyacak yeni bir medeniyet yürüyüşüne öncülük ettirecek yegâne kaynağın İslâm olduğu gerçeğini inkâr etmek, bu toplumun yürüyüşünü durdurmaktan, dünyevî, etnik çıkarları putlaştıran seküler projelerle bu ülkeyi bölünmenin, çatışmanın eşiğine sürüklemekten başka bir işe yaramayacaktır.

Türkiye, laikçilerin marifetiyle iyi, güzel ve doğru paradigmalarını yitirmiştir; bu yetmiyormuş gibi, bizim bütün insanlığa huzur, adalet, barış ve kardeşlik armağan edebileceğimiz İslâm’ın sunduğu iyi, doğru ve güzel tasavvurlarımız da yok etmeye çalışılmaktadır.

Tarih yapmış bir toplumun başına gelebilecek en büyük felâket budur. Bu yakıcı gerçekleri göremediğimiz ve üzerinde kafa patlatamadığımız sürece bu toplumu yok oluşun eşiğine sürükleyecek büyük travmalarla boğuşmaktan kurtulamayacağımızı hatırlatmak isterim.

Yeni Şafak, 27 Haziran 2008

Yusuf Kaplan

28.06.2008


 

‘Dağlıca baskını’nın gösterdiği zaaf

Taraf gazetesinin, belgesini yayınlayarak gündeme getirdiği iddia tek kelimeyle dehşet verici bir skandal. Belge, 21 Ekim 2008’de vuku bulan ve 13 askerimizin şehit olmasına yol açan Dağlıca baskınının dokuz gün öncesinden Genelkurmayca bütün detaylarıyla bilindiğini gösteriyor.

Aklınıza gelebilecek bütün detaylar: Baskının hangi istikametten geleceği, istihbaratını kimin aldığı, baskında hangi PKK militanlarının görev alacağı ve tam olarak ne zaman gerçekleşeceği Van Jandarma Asayiş Komutanlığı tarafından ilgili ve yetkili bütün birimlere duyuruluyor. Bu istihbaratın doğal sonucu, baskına gelenlerin basılması gerekir. Tersine 13 askerimiz, herkesin önceden bildiği bu baskın sonucunda göz göre göre ölüme gidiyor.

Hemen sormamız gereken soru şu: Bu olay, Türk Silahlı Kuvvetleri içinde meydana gelen istisnaî bir olay mı; yoksa bünyesel bir zaafa mı işaret ediyor. Yani, bir tabur komutanının görevini ihmalinden mi kaynaklanıyor; yoksa Ordu’nun iç yapısındaki eş güdüm, komuta ve iletişim sorunlarına mı işaret ediyor? Kısaca bu skandal bireysel bir ihmalin eseri mi; yoksa örgütsel ve yapısal bir zaafı mı gösteriyor?

Terörle mücadele konusunda, emekli askerlerin sonradan giriştiği özeleştiriler, günümüzde de yanlış giden bazı şeylerin işareti olarak görülebilir. Genelkurmay Başkanı ve Kara Kuvvetleri Komutanı’nın önceki yıl, Eğirdir Dağ Komando Birliği’ni denetlemeleri esnasında söyledikleri sözler mevcut yapıya ilişkin bir eleştiri olarak yorumlanmıştı. Eğitimi yeterli olmayan er ve yedek subayların terörle mücadelede görev almalarının yanlışlığı tartışılmıştı. Nihayet Güneydoğu’da görev yapan komando birliklerinin profesyonel askerlerden oluşturulması kararı, acaba ne kadar geç alınmış bir karardı?

Sorun sadece terörle mücadele sorunu değil. Dış güvenliğimizden sorumlu TSK’nın ciddi bir iç güvenlik ve denetim sorunu olduğunu gösteren işaretler çoğalıyor. Kirli çamaşırlar bir bir ortaya dökülüyor. Bizler sadece, siyasî değeri olan gizli belgeleri okuyoruz. Ya ordunun kendi aslî görevlerine dair belge ve bilgiler ne durumda? Türkiye Cumhuriyeti’nin demokrasiden önce bir savunma sorunu ile karşı karşıya olduğu doğru mu?

Ordular, üstlendikleri sorumlulukları bürokratik bir örgütlenme içinde yerine getirirler. Kırtasiyecilik ve verimsizlik anlamındaki bürokrasinin en ileri düzeye çıktığı kurumlar, askerî kurumlardır. Parkinson’un bürokratik örgütlenmelerin akıl dışı yapısını ele aldığı ironik kitabı, Parkinson Kanunu, ABD Deniz Kuvvetleri üzerine yapılan ciddi araştırmalara dayanmaktadır. Bürokratik örgütlenmeler değişmeye dirençlidir. Bu yüzden bütün örgütsel değişimler, dışarıdan gelen baskılarla gerçekleşir. Türkiye’nin önemli gündem maddelerinden birinin “Dış Güvenlik Reformu” olması gerekiyor. Ordumuz hâlâ, Soğuk Savaş yıllarına özgü hiyerarşik ve uzmanlığa dayalı örgütlenmeyi sürdürüyor. Dünya orduları uzun zaman önce operatif yapılanmaya geçmiş durumdalar. Genelkurmay bünyesinde bu yapısal değişimin hazırlıkları, uzun zamandır yapılıyor; ancak bir türlü gerçekleşemiyor.

Siyaset üzerindeki askerî vesayetin, ordunun aslî sorumlulukları üzerindeki tahripkar etkisi üzerinde de durulmalı. Toplumu ve siyaseti tanzim etmeyi aslî görevi addeden bir ordunun savaşma kapasitesi ve toplumun savunma refleksi üzerinde olumsuz bir etkisi olması kaçınılmaz. Soğuk Savaş döneminden kalma, gayri nizamî savaş yapılanmasını, siyasî hayatı tanzim etmek için kullanmayı sürdüren bir ordunun, dış güvenlikle ilgili aslî sorumlulukları konusunda açık vermesi kaçınılmaz.

Dağlıca baskını için gündeme getirilen iddiaların sadece iç soruşturma ile geçiştirilmemesi, TBMM Millî Savunma Komisyonu’nun da konuyu ele alması lâzım. Ordu üzerindeki demokratik-parlamenter denetimin, sadece demokrasinin korunması amacı taşımadığını görmeliyiz. Dış denetim, askerlik gibi mutlaka hesap ve kitaba dayanması gereken bir alanı, mantıklı bir zeminde tutmak için de gerekli.

Ordumuz elbette kahraman; ama örgütsel yapısında zaaf işaretleri görülmüyor mu?

Zaman, 27 Haziran 2008

Mümtazer Türköne

28.06.2008


 

Bilgi Destek Planı

‘Bilgi Destek Planı’ adıyla tanıdığımız dehşetengiz belgeye baktığımda birbiriyle bağlantılı iki şey öncelikle dikkatimi çekiyor. İlkin, böyle bir metni hazırlamış olan kurumun, içinde bulunduğu ve bir parçası olduğu toplumu yönetme konusunda, bu yönetimi kendinden başka kimseye bırakmama konusundaki azmi görülüyor. Bunun hakkında şüphesiz söylenecek çok şey var, ama bunları biraz sonraya bırakalım. İkinci konu, bu azmin gerçekleştirilmesinin yöntemine ilişkin: şimdiye kadar bunu gerçekleştirmenin bir numaralı (ve sık sık başvurulan) aracı olan ‘askerî darbe’ eyleminin bir nedenle devreden çıkmış olması.

‘Medya etkin olarak kullanılmalı’, ‘Elde edilen STÖ’ler kullanılmalı’, ‘Şarkı bestelenmeli’ ve daha bir yığın trajikomik ‘tedbir’ düşünüldüğü görülüyor.

İyi de, bütün bunların yerine sadece iki kelime yazılabilir ve ‘Darbe yapılmalı’ denebilirdi. Ondan sonra bunca zahmete gerek kalmaz, sayılan bütün işler uygun kurumlarda çalışan kişilere, görevlilere emir verilerek yerine getirilirdi.

Şimdiye kadar her seferinde böyle olmuştu, her şey olması gerektiği gibi yürümüştü. Bütün bu metin, bir ‘darbe yapılmama’ durumunda yapılması gerekli görülmüş işleri listelemek üzere hazırlanmış.

Konu Türk Silahlı Kuvvetleri olduğuna göre, iç koşulların, dış koşulların, şunların ve bunların darbe için uygun olmadığı, elverişsiz olduğu konusunda ne kadar fazla kanıt gösterilirse gösterilsin, ne kadar mantıklı ‘argümanlar geliştirilirse geliştirilsin, bunların ‘darbe olmaz’ diye bir cümle yapmak için yeterli olacağı kanısında değilim. Bundan öncekilerin ne gibi anlamlı gerekçeleri vardı da, nasıl bir zorunluk vardı da, şimdi olacak olanda böyle bir tutarlılık arayalım?

Ama bu ihtimal hesaplarının bir arada geçerli olduğunu sanırım düşünebiliriz, düşündürecek nedenler var. TSK ‘Darbe yapmayacağız’ demiyor. Hatta tersine, ‘Ordu şuna izin vermez!’ ‘Ordu buna göz yummaz!’ ‘Ordu koruma ve kollama görevinin bilincindedir’ yollu demeçlerini (bilinen bildiri, basın toplantısı v.b. yolların yanı sıra geceyarısı e-postasıyla da) eksik etmeyerek bu ihtimalin her zaman varit olduğu izlenimini yaratmaya çalışıyor. Ama aynı zamanda herhalde hepimiz gibi o da biliyor bu yöntemi bugünün dünyasında bir kere daha yürürlüğe koymanın kendisi için de yaratacağı iç ve dış sorunları. Onun için de hegemonyasını sürdürmenin ‘darbe-dışı’ yollarını araştırıyor ve bunun gibi çalışmalar da yaptırıyor.

Bunu böyle görünce Ergenekon türü örgütlenmelerin kendilerine nasıl bir işlev biçtiğini de sanki daha iyi anlayabiliyoruz. TSK kendi bünyesinde ‘Artık darbe olmamalıdır. Toplumu denetlemenin başka türlü yolları aranmalı ve bulunmalıdır’ deme noktasına geldiyse, Ergenekon ve benzerleri de onu başka türlü davranamayacağı bir ortamla buluşturma üzerine plan kuruyor olmalı. Ne de olsa ‘kurum’ların da bir çeşit ‘DNA’sı var; bir koşulla karşılaşınca, o koşulun harekete geçireceği bir ‘refleks’ var. Tabii aynı olaylar, tertipler, bu kurumda bu refleksi harekete geçirirken, bir yandan da toplumun ezeli ‘Artık ordu gelsin de bu işlere el koysun. Bu böyle yürümez’ refleksini sonuna kadar teşvik edecektir. Yani, denklemin iki ucunu birden gerekli kıvama getirecektir.

Bu dediklerimi de hesaba katarak, darbe eyleminin içereceği bütün ciddi güçlüklere karşın, büsbütün devre-dışı kalmayacağını düşünüyorum. En azından, nihai kararı verme konumunda—rütbesinde—olmasa da, bundan umudu kesmeyen, buna yatırım yapan birileri olduğuna göre.

Ünlü 28 Şubat süreci içinde çalkalandığımız günlerde Kuvvet Komutanlarından biri, ‘Bu işi de artık silahsız kuvvetler çözsün’ yollu bir söz söylemişti. Hem hoş, esprisi olan bir sözdü, hem de doğruydu. Üstelik işçi örgütleri, işveren örgütleri, tarihlerinde ilk kez bir konuda yan yana gelmişler, hükümete muhalefet ediyorlardı. Sivil toplum ayağa kalkmıştı. Sanki bu ülke tarihinde ilk kez toplum kendi işini kendi görecek gibi bir tavıra girmişti. Bundan mıdır, neden bilinmez, gene tanklar geçti, ayar yapıldı ve Erbakan hükümeti şüpheye mahal bırakmayacak bir biçimde gene asker eliyle iktidar makamının dışına itildi.

Şu yeni dönemin gidişatında da ‘artık siviller yapsın’ diye bir eğilimin varlığı seziliyor. Ama o zamanda olduğu gibi şimdi de ‘orkestra şefi’ ordu olmak kaydıyla. Bu yeni durumda ‘sivil lokomotif rolü (belgede de üstü örtülü olarak belirtildiği gibi) ‘Yargı’ kurumuna düşüyor ki ona ‘sivil’ demek için kavramın bayağı geniş kapsamlı bir tanımı ve içeriği olmalı. Ama ‘yargı’dan farklı, yani bu dünyanın normal ülkelerinde gerçekten ‘sivil’ kategori içinde sayılabilen ‘medya’ gibi kurumlar da, bizim gerçekliğimizin ‘yarı üniformalı’ ya da ‘geçici olarak üniformasını çıkarmış’ oldukları için, onların da bu strateji içinde önemli yerleri, işlevleri var ve olmalı. Zaten bu nedenle ‘Bilgi Destek Planı’ adıyla tanıştığımız bu belge o gibi kurumlarda neler olması, neler yapılması gerektiğini anlatıyor.

‘Darbe’, yalnız Türkiye ‘de değil, dünyanın her yerinde orduya, silahlı kuvvetlere özgü bir davranış, bir eylem biçimi olarak bilinir, öyle kabul edilir. Ama şu gördüğümüz, okuduğumuz belgeyi yazan, yaratan kurum nedir? O da mı ‘Silahlı Kuvvetler’? ‘Darbe’ bugünün dünyasında kabul gören, onaylanan bir şey olmaktan çıktı. Burada bir darbe—veya girişimi—olacak olsa bunun da herhangi bir destek bulamayacağını kolaylıkla tahmin edebiliriz. Ama şu ‘Bilgi Destek Planı’? Böyle bir belgeyi yazan veya yazdıran kurum ne olabilir? Bu bir ‘ordu’ mudur? Öyleyse, başka hangi orduda buna benzer çalışmalar yapılmıştır, yapılmaktadır? Uganda, Çad falan değilse, böyle bir ‘belge’nin gün ışığına çıkmasından, kamuoyunun önüne gelmesinden sonra neler olur?

‘Kayıtlarımıza geçmemiştir’ denir ve mesele biter mi?

Bugün bir çeşit ‘yöntem üstüne konuşma’ yapmış olduk. Bundan sonra, işin ‘öz’üne gelelim.

Taraf, 27 Haziran 2008

Murat Belge

28.06.2008


 

Sosyal demokratlar Kemalist’leri uyaracak

‘Sosyalist Kültür Ansiklopedisi’, Kemalizm’i şöyle tanımlıyor: ‘Kemalizm adını Türkiye Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın Başkumandanı ve Türkiye Cumhuriyeti’nin Kurucusu Mustafa Kemal’den alan bir ideoloji ve doktrindir.

Kemalizm genellikle 20. yüzyılın sömürge yönetiminden yeni kurtulan ya da, kurtulma aşamasında olan ülkelerde, ‘Batı’ya dönük aydınlarının, asker-sivil bürokratlarının’ bazen de adını koymadan benimsedikleri bir ideolojidir.

Kemalizm özde ‘halka rağmen halkçı, yarı totaliter’ bir rejim ortaya çıkartır. Daha sonraları Ortadoğu ve Afrika’da kimi zaman Nasırizm adıyla ortaya çıkan ‘ilerici askeri yönetimler’ aslında Kemalizm’in derin izlerini taşır.’

***

İsmail Cem ‘Sol’daki Arayış’ başlıklı kitabında, CHP’nin bu ideolojisini şöyle somutlaştırır: ‘Kökleri Meşrutiyet dönemine, İttihat ve Terakki’ye, tek parti iktidarına kadar uzanan bu anlayışa göre, kitleler ancak iyi niyetli kurtarıcılar tarafından yüceltilebilir; kendi başlarına bırakılmaları onları ya din devleti kurmaya ya da sürekli aldatılmaya götürür. Zaten demokrasi gelince halk daha kolay aldatılmış ve doğruyu göremediğinden CHP iktidar olamamıştır, vb.’

***

CHP’nin eski Genel Başkanı Bülent Ecevit de aynı düşüncededir. 10 Kasım 1969 tarihinde, partisinin resmi yayın organı olan Ulus Gazetesi’nde 1923 ila 1950 arasındaki ‘iktidar dönemini’ değerlendirdiği yazısında şunları söyler:

‘Devrimcilik, biçimsel bir devrimcilik; halkçılık halka tepeden bakan bir halk patronluğu olmaktan öteye gidememiştir.

... Ekonomik ve toplumsal altyapı gereğince ve yeterince değiştirilememiştir. Bu yapıda, geniş halk kitlelerinin yararına köklü değişimler gerçekleştirilememiştir.

Kadro, kendini halkın dışında ve üzerinde gören aydın bürokratlarla, bunların çoğu zaman ve çoğu yerde özdeşleştikleri mahalli eşraftan kurulmuştu.’ Ecevit aynı yazısında ‘fesi çıkarıp şapka giymenin ekonomik bünyeyi değiştirmediğini’ de vurgular...

***

‘Sosyal Demokrasi’, ‘ilerici askeri yönetimler’, ‘halka rağmen halkçı, yarı totaliter’ gibi tanımlarla tanımlanamayacak, çok ayrı bir kökten gelmektedir. Kuramsal temellerini atan ise Bernstein, Kautsky ve Jaures’dir.

Kendini ‘sosyal demokrat’ ilan eden bizdeki partilerin genel merkezlerinde bu akımın fikir babalarının küçük bir resmine bile rastlayamazsınız.

***

Kemalist modernleşme, Batı türü bir tüketim modelini modernleşme olarak algıladı. Üretim biçimiyle neredeyse hiç ilgilenmedi.

Düşünün ki Cumhuriyet’in kurulduğu tarihtekinden çok daha geniş bir köylü nüfusumuz var. Bu gerçek yok farz edilerek halkın yaşama kalıplarını değiştirmek için zorlamalar yapılınca da devlet ile halkın arası açıldı. Askeri bürokrasi şekli modernleşmenin bekçisi oldu. Kemalist modernleşme, halka yukarıdan bakan, onu küçümseyen ona sürekli akıl öğreten bir hal aldı.

***

Yeryüzünde sosyal demokrasi ‘emek-sermaye’ çelişkisi üzerinde gelişti.

Bizdekiler hálá eski CHP fobilerinin peşinde, ‘laiklik-şeriat’ ikileminde dolaşıyor.

‘Emek ile sermaye’nin yerini ‘laiklik-şeriat’ ikilemi alınca, bizdeki solculuk da, mezhepçiliğe dönüştü...

Bu bile neden toplumun sorunlarını çözmede çare olamadıklarını açıklamaya yetmekte...

***

Bunları yeniden neden yazıyorum?

Çünkü dün, ‘CHP’nin izlediği politikalar sosyalist politikalara uygun değil’ açıklamasını yapan Sosyalist Enternasyonal’in, CHP’nin uyarılması için önerge hazırladığı ortaya çıktı.

CHP Genel Başkanı Deniz Baykal, Sosyalist Enternasyonal’in pazartesi günü Atina’da yapacağı toplantıya gitmez ise, bu nedenle gitmeyecek...

Sosyalist Enternasyonel’in 23’üncü genel kurulu, 30 Haziran-2 Temmuz tarihleri arasında Yunanistan’ın başkenti Atina’da yapılacak.

Ancak Baykal henüz toplantıya gideceğini açıklamadı.

Bunun nedeninin Sosyalist Enternasyonal’in ‘CHP sosyal demokrat parti değil’ gerekçesi ile uyarılması için çalışma başlatması olduğu anlaşıldı.

***

Deniz Baykal’ın CHP’si, kendisinden çok daha büyük bir SHP’yi yuttu...

Halbuki bu birleşme olmasaydı, SHP ‘evrensel sosyal demokrasiyi’ benimseyen bir parti haline gelirken, CHP de sosyal demokrasiyle hiçbir alakası olmayan, geçmişe özlem duyan Kemalistler’in partisi olarak kalırdı.

Bu ayrışma Türk siyasetine bir saydamlık getirirdi.

Kitlelerin gerçek bir ‘sosyal demokrat’ hareketle tanışmasına olanak verir, çare olabilirdi...

Dün parti yönetimlerinin yapmadığını bugün ‘Sosyalist Enternasyonal’ yapabilir.

Kemalizm’i, ‘sosyal demokrasi’ olarak sunmak Türkiye’ye büyük zarar veriyor çünkü...

Tek parti döneminin ruhundan sıkılmış geniş halk yığınları, yaşam çilelerine çözümler getirecek gerçek solu tek parti döneminin baskıcı rejimi sanıyor ve başka kanallarda çare arıyorlar.

***

Bu gidişle, kavramsal sefaletimizi de dünya düzeltecek... Sosyalist Enternasyonal CHP’yi uyararak ya da örgütün dışına atarak, Kemalizm’in ‘sol ya da sosyal demokrasi’yle ilgisi olmadığını kayda geçirecek...

Böyle bir gelişme CHP’nin ‘askeri bürokrasinin’ siyasal sözcüsü olduğunu iyice açığa çıkarır ve eğer bu topraklarda mevcut ise gerçek evrensel sol anlayışın elini rahatlatır, önünü de açar...

Star, 27 Haziran 2008

Mehmet Altan

28.06.2008


 

Travmanın travması

Ben şuna inanıyorum.

Bir kimya deneyi yapmamız mümkün olsa ve Türkiye’de yaşadığımız tüm siyasi sorunları uzun ince bir tüpe yerleştirip elementlerine ayırsak, çok da kalabalık bir periyodik cetvel elde etmeyiz.

Ve sanırım, o periyodik cetveldeki elementleri “klişeler”, “tabular”, “kültler” diye kendi aralarında gruplamamız hiç de zor olmaz.

Kişilik kültüne yatkın bir toplumuz biz.

Mustafa Kemal’in en başta kendi eliyle ve sistemin desteğiyle yarattığı, zamanla milyonlara mal olan “Atatürk” kültü, bunun en birinci örneği.

Memleketin her şehrinde, her kasabasında heykeli olan; her devlet dairesine, her okula fotoğrafları mutlaka asılan bu büyük lideri, kütleştirmekle aslında küçülttüğümüzü, ölümünden 69 yıl sonra hâlâ anlamamamızdan daha iyi bir zihinsel tutsaklık örneği düşünemiyorum.

Bırakın, Atatürk’ü açıkça eleştirmeye ya da sevmediğini söylemeye kalkışanları, onu gerçek bir insan gibi algılayıp anlamaya çalışanlar bile, suç sınırında gezindiğine göre vay halimize.

Öyle ya Atatürk devrimlerinin “travma” yarattığını söylemenin bile travma yarattığı bir ülkenin çocukları post-travmatik sendromdan kendini nasıl kurtarsın...

Taraf, 27 Haziran 2008

Yasemin Çongar

28.06.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 
GAZETE 1.SAYFA
Download

Gezi Eki Pdf

Bütün haberler

© Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır