"Gerçekten" haber verir 29 Haziran 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Bir Türk neye bedel?

Devleti kim kurar?

Ulus...

Nasıl?

Bir ırk önce kendinin ulus olduğunun bilincine varır...

Ardından siyasallaşır...

Sonra devletleşir... Ve ‘ulus-devlet’ tanımına ulaşılır... İmparatorluklar ardından burjuvazinin çıkarları doğrultusundaki ‘ulus-devlet’ örgütlenmeleri, genellikle bu şekilde gerçekleşmiş...

***

Bizim buralarda nasıl olmuş?

Osmanlı İmparatorluğu’nu terk edenler etmiş...

Geriye Anadolu’da terk edemeyenler kalmış...

Ve birçok farklı etnik gruba mensup Müslümanlar ‘Türk’ kimliği etrafında ‘devlet’ tarafından toplanmış...

Avrupa’daki ‘ulus-devlet’ biz de ‘devlet-ulus’a dönüşmüş...

Orada uluslar devletleri kurarken, biz de devlet ‘ulus’ yaratmaya koyulmuşuz...

‘Bir Türk cihana bedeldir’ lafı o zorlu dönemin bir moral depolama üslubudur...

***

2008 itibariyle, peki ‘bir Türk’ neye bedel?

Bir Lüksemburglu’nun yedide birine bedelmiş...

Tersten söylersek, yedi Türk bir Lüksemburglu ediyormuş...

***

Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK)...

Eurostat ve OECD işbirliğiyle yürüttüğü ‘satın alma gücü paritesi’ne göre Avrupa’daki 35 ülkeye ilişkin kişi başına gayri safi yurt içi hasıla (GSYH) 2007 yılı geçici tahminleri açıklanmış.

Söz konusu tahminler, 27 AB ülkesi...

3 aday ülke (Türkiye, Hırvatistan ve Makedonya)...

3 Avrupa Serbest Ticaret Birliği (EFTA) ülkesi (İsviçre, İzlanda ve Norveç) ile...

2 Batı Balkan ülkesi (Arnavutluk ve Sırbistan) olmak üzere toplam 35 ülkeyi kapsıyor.

***

2007 yılı geçici tahminlerine göre, 35 ülke için karşılaştırıldığında; Lüksemburg’un en varlıklı, Arnavutluk’un en yoksul ülke olduğu ortaya çıkmış.

Türkiye ise 2007 yılı için AB 27 ortalaması 100 olan kişi başına milli gelir değeri üzerinden 42 kişi başına hacim endeksi ile 29’uncu sırada yer aldı.

Türkiye, AB-27 ortalamasının yarı düzeyine bile ulaşamazken, Avrupa bölgesindeki 35 ülke içinde en varlıklı ülke konumundaki Lüksemburg, Türkiye’nin yedi katı daha zengin...

Geçen yıl hesaplama yöntemi değişikliğiyle milli gelir hacmi eskiye göre kağıt üzerinde yaklaşık yüzde 35 daha büyük çıkmasına rağmen, Türkiye’nin satın alma gücü paritesine göre kişi başına GSYH’sinin, AB-27 ortalamasına göre yüzde 58 daha düşük olduğu görüldü.

Romanya 41, Bulgaristan 38 ile AB ortalamasının yanı sıra Türkiye’nin düzeyinin de altında çıktı. AB dışında yer alan Sırbistan 35, AB’ye üyelik sürecindeki Makedonya 29 ve yine AB üyesi olmayan Arnavutluk 22 ile Türkiye’den daha yoksul diğer üç ülkeyi oluşturdu.

***

Gelir düzeyinde Lüksemburg’u 184’le EFTA üyesi Norveç izlerken, AB üyesi İrlanda 146 ile üçüncü oldu.

Yunanistan’da 98, Kıbrıs Rum Kesimi’nde 93, Slovenya’da 89, Çek Cumhuriyeti’nden 82, Malta’da 77, Portekiz’de 75, Estonya’da 72, Slovakya’da 69, Macaristan’da 63, Litvanya 60, Letonya 58, Polonya 54’le ortalamanın altında kaldı.

Biz tüm bu ülkelerin ardından gelmekteyiz...

***

Erken Cumhuriyet döneminin dopingli sloganı 2008 yılı itibariyle ‘satın alma paritesine’ göre sihrini çoktan kaybetmiş gibi görünmekte...

Acaba Cumhuriyet’in 100. yılında ‘bir Türk satın alma paritesine göre de cihana bedeldir’ diyebilir miyiz? Ya da demeyi hedefler miyiz...

Eğer dersek,bugün itibariyle rakibimiz Lüksemburg olacak..

Çünkü şimdi yedi Türk ancak bir lüksemburglu ediyor...

Milliyetçilik...

Ulusçuluk... Ulusalcılık...

Tüm bunları biraz da ‘satın alma paritesine’ göre kişi başına gelir açısından tartışsak da, cidi ciddi neler yapılabileceğini konuşsak...

Ve hamaset açısından cihana bedel Türk’ün, satın alma paritesiyle kişi başına gelirde neden nal topladığını tespit edip, bu konuya yoğunlaşsak..

Elektrik zammının herkesin belini büktüğü, asgari gelirin de ancak yüzde 5 artabildiği ve büyük yığınların geçim derdiyle yanıp kavrulduğu Türkiye için çok daha anlamlı ve gerekli olmaz mı?

Star, 28 Haziran 2008

Mehmet Altan

29.06.2008


 

Çok tanıdık bir başlık: ‘Siz asıl bu vatandaşa bakın’

Beni asıl şaşırtan, Sevan Nişanyan ve eşi arasında yaşanan olaya –aniden!– büyük medyanın gösterdiği büyük ilgi oldu. Sevan Nişanyan ve eşi arasında yaşananlar beni hiç mi hiç ilgilendirmiyor doğrusu. Ama büyük medyanın olay karşısında duyduğu “infial”i son derece anlamlı buldum.

Dün Milliyet gazetesinde (internet sayfası) karşılaşana kadar haberim yoktu bu “dışkı dökme” işinden. Önceki gün Yalçın Doğan’ın (Hürriyet) Sevan Nişanyan’ı takdim eden “Siz asıl bu vatandaşa bakın” şeklinde “çok tanıdık” bir başlıkla süslenmiş yazısının “Özel yaşamı kendisine ait. Ama, çalkantılı. Eşiyle karakolluk oluyor. ‘Aile içi şiddet’ nedeniyle. Bu şiddetin sonucu değil, ama yine bir ara hapis yatıyor” bölümünü okurken “Hayırdır” dediğimi hatırlıyorum, hepsi o kadar.

Evet “Özel yaşamı kendisine ait”, ama konu açılmışken biz hiç değilse bu özel yaşamın “çalkantılı” olduğunu, “karakolluk” durumlar yaşandığını ve de özel yaşamla en ufak bir ilgisi olmasa bile “bir ara hapis yattığını” hatırlatmayı da bir borç biliriz!

Samimiyetsizliğin böylesi yani...

“Eşinin başına dışkı dökme” haberi bazı feminist çevreleri de harekete geçirmiş. Sevan Nişanyan’ın Agos gazetesinde yazması ve Bilgi Üniversitesi’nde hocalık yapmasına son verilmeliymiş.

Nişanyan haberlerinde dikkatimi çeken bir diğer husus da kahramanımızın sürekli “turizmci” olarak takdim edilmesi. Şirince’de iki pansiyon ve şu çok satan “Küçük Oteller Kitabı” hatırlatılarak.

Yalçın Doğan’ın “çok tanıdık” başlıklı yazısı da olmasa, Nişanyan’ın on yıl önce kaleme alınıp şu aralar yayınlanan “Yanlış Cumhuriyet” (Kırmızı Yayınları) adlı kitabını hatırlayan bile yok... Yok olmasına yok ama, bana sorarsanız, bu “dışkı dökme” işine gösterilen büyük ilginin asıl nedeni bu kitaptır derim.

Hatırlayanlar vardır, Dengir mir Fırat’ın “travma” açıklaması ile başlayan tartışma çerçevesinde Nişanyan’ın bu kitabından burada kısaca ben de söz etmiştim. Birçok bölümünü okuduğum 450 sayfaya yakın bu kitap on yıl önce kaleme alınmasına rağmen “Atatürk ve Kemalizm Üzerine 51 Soru”ya titizlikle cevap veren bir çalışma.

Şimdi isterseniz bu kitaptan, Yalçın Doğan’ın sözünü ettiğim yazısına uygun gördüğü “çok tanıdık” başlığını da akılda tutarak birkaç satır aktarayım:

Nişanyan, “Atatürk milliyetçiliği, vatandaşlığa dayalı bir ulusal kimlik öngörür mü?” sorusuna cevaben -önce- 1924 Anayasası’nın şu 88. maddesini hatırlatıyor:

“Türkiye ahalisine din ve ırk olmaksızın vatandaşlık itibariyle Türk ıtlak olunur. (...) Türklük sıfatı kanunen muayyen olan ahvalde izae edilir.”

Nişanyan’ın bu alıntıdan sonra şu soruyu dile getirdiğini gözlüyoruz:

“Burada dikkati çeken husus, 1924 metnine eklenen ‘vatandaşlık itibariyle’ deyimidir. Virgüllerle ayrılmamış olan bu deyimin cümledeki fonksiyonu belirsizdir: ‘Türk’ sözcüğünü mü, yoksa ‘ıtlak olunur’ fiilini mi belirlediği anlaşılamaz. Acaba ‘vatandaşlık itibariyle Türk’ diye -’asıl Türk’ten ayrı- bir hukuki kavram mı yaratılmıştır? Örneğin ‘şanlı Türk milleti’ deyimindeki Türk kavramına, vatandaşlık itibariyle Türk olanlar dahil midir?”

Görüyorsunuz; üzerinde çok konuşulmuş olan 88. madde (1924 Anayasası) üzerine, önümüzdeki ifadeyi analiz etmeye çalışan ciddi bir çaba ile karşı karşıyayız. Nişanyan’ın analizine katılır ya da katılmazsınız, o sizin bileceğiniz bir şey...

Nişanyan, felsefe ve siyaset bilim okumuş ciddi bir araştırmacı aynı zamanda. 88. maddeyle ilgili ortaya attığı soruya cevap olarak İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı 2 numaralı askeri mahkemesinin 31.3.1947 tarih ve 947/3 esas sayılı hükmünü de okurlarına sunuyor. “Mahkeme ırkçılık ve Turancılık suçu isnat edilen sanıkları beraat ettirirken” 88. maddede yer alan “vatandaşlık itibariyle Türk” ifadesine de açıklık getiriyor. Şu sözlerle:

“ (Anayasanın 88. maddesindeki) ‘vatandaşlık bakımından’ tabiri de, millet halindeki topluluğa ‘Türk’ adının verilmesinin, ancak bu bakımdan (yani vatandaşlık bakımından S.N) ibaret bulunduğunu anlatmaktadır.

“Türk vatandaşı olup kendisine Türk denilen bu kişiler, hakikatte Türk ırkından ve soyundan değildirler. (...)

“Bütün bu kanuni hükümler, Anayasa kanununun 88. maddesinde yazılı ‘Türk denir’ tabirinin, yalnız vatandaşlık bakımından olduğunu göstermektedir.”

Güzel bir tesadüf doğrusu...

Yalçın Doğan dersini biraz daha çalışıp Nişanyan’ın hakkında atıp tuttuğu kitabını karıştırsa, yazısına uygun gördüğü “Siz asıl bu vatandaşa bakın” başlığının yukarıdaki mahkeme kararını “andırdığını” sezebilirmiş belki.

Yeni Şafak, 28 Haziran 2008

Kürşat Bumin

29.06.2008


 

İki katman…

Tesettür, laiklik, Anayasa Mahkemesi, Büyükanıt, Başbuğ Lahika-1, Irak, PKK, Inkar Kürtleri, Dağlıca, ….

Olaylara parça parça bakıldığında ya da olayları parça parça algılayıp sadece tavır almakla yetinildiğinde pek iyi farkedilmeyen büyük bir resim var önümüzde.

Aslında resim “değişim” ve “çatışma” temaları üzerine oturuyor. Ve bu temalar hemen her olayı birbirine bağlıyor ya da birbirini besler hale getiriyor.

Değişim ve çatışma “iki katmanlı”…

Bir yanda Türkiye’ye ilişkin, “Türkiye’nin yaşadığı bir değişim ve ona bağlı bir çatışma hali”, yani bir katman var.

Diğer yanda Türkiye’nin gerilim ve eğilimlerine şekil veren, çatışan tarafları besleyen ya da zayıflatan, aslında dünyayı, “uluslararası siyasi dengeleri kuşatan bir değişim ve çatışma katmanı” var.

Şu gerçeği reddetmek zor: Dünya bugün Bush politikalarının ifade ettiğinin ötesinde bir gerilime tanık oluyor.

Biri müslüman diğeri hıristiyan, biri hakim diğeri edilgin, biri zengin diğeri fakir iki büyük medeniyet arasında yaşanan bir gerilimi, kah soğuk kah sıcak bir savaşı soluyor.

Bu çatışma, siyasi duruşlarda, ilkelerde, dengelerde önemli değişimleri içerdiği oranda “kapsayıcı”dır.

Nitekim çatışma Batı’da terör tanımından tutun, laiklik konusunda Avrupa’da yaşanan gelişmelere, müslüman Batı yurttaşlarına yönelik “militan demokrasi uygulamaları”na değin kimi zımni ortak paydaları besliyor.

Nitekim Batı devletlerinin çıkar, fayda hesapları, ilke tazelemeleri, kendi aralarındaki hegemonya kavgaları bile bu savaşın şemsiyesi altında yapılıyor.

Ülke düzenlerine, hukuk sistemlerine, birey bilinçlerine getirdiği “öteki, korku, tehdit, yasak, şiddet temaları”na bakıldığında, bu çatışmanın konjonktürel olduğuna dair umutlar epey azalıyor. Bir yanda açılan isyan bayrağının ve diğer yanda tazelenen hegemonya arayışlarının ortadan kalkması için atılması gereken adımlar, her geçen gün tahayyül edilmesi zor adımlar haline geliyor.

Türkiye bu savaşın tam orta yerinde bulunuyor.

Sadece coğrafi olarak değil, sadece siyasi olarak da değil, kültürel ve tarihi açıdan, en önemlisi kimlik açısından çatışmanın merkezindeyiz...

Konulara göre biraz orada biraz buradayız...

Bu durumun “travmatik” sonuçları oluyor:

Bu parçalanmışlık ya da “malum bir parçalanmışlığın bu derin krizi ya da bu kesif anı” siyasi, entelektüel, kültürel bütüncül duruşları zorluyor, eli zayıf, imkânı az bir faydacılığı besliyor.

Türkiye’de dünyadaki ve ülke içindeki gelişmeler karşısında her geçen gün artan “düşünce fakirliği”nin, “siyasi tutarsızlığın” nedenleri biraz da burada yatıyor.

Türkiye’nin “siyaset, ekonomi ve toplum arenası globalleşirken”, çelişki olarak bunlara yönelik “karar, tepki, düşünce dünyası yerelleşiyor”.

Üreyen görüşler aşırı somut, aşırı siyasi, aşırı şematik ya da komplocu ve tarafgir oluyor.

Bu durum aslında, bağımlı bir durumun, çatışan dünyaların kültürel unsurları arasında bölünmenin ve sizi kimlik ve siyasetinizle içine alan kontrol dışı bir gerilimin kaçınılmaz sonucudur.

Bu sonuç Türkiye’nin siyaset haritasına yansımıştır.

“Değişime dirençle başlayan ülke içi gerginlikler”, bugün bu sayfayı geçmiş, “değişimi devlete havale etme ve devleti kontrol etme kavgası”na dönüşmüştür. Düşünsel, siyasal, hatta toplumsal yerelleşme eğilimi de bu kavgayı kolaylaştırmakta hatta beslemektedir.

Sıkıntılı günler yaşayacağız…

Yeni Şafak, 28 Haziran 2008

Ali Bayramoğlu

29.06.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 
GAZETE 1.SAYFA
Download

Gezi Eki Pdf

Bütün haberler

© Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır