"Gerçekten" haber verir 19 Eylül 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

‘Amerikan rüyası’nın sonu

Takvimlerin 1844 yılını gösterdiği günlerde, sığır üreticisi bir babanın 23 yaşındaki maceracı evladı olarak Almanya’nın Bavyera’sından yola çıkıp, kapağı Amerika’ya atan Henry Lehman ve daha sonra kendisine katılan kardeşleri Emanuel ile Mayer’in kurdukları bir şirketle başlayan maceranın ‘kapitalizmin sonu mu’ yorumlarıyla nihayetlenmesi enteresan...

Amerikan ‘mortgage devleri’ Fannie Mae ile Freddie Mac’ın yaşadıkları kriz sonucunda hükümet kontrolüne geçmesine karşın Wall Street’i yıkan krizin büyümesi, dünya açısından ciddi alarmdır. Öyle bir alarm ki, Amerikan yönetimi, dünya sigorta devi AIG’yi, liberal ekonomi uygulamaları açısından şaşırtıcı kabul edilen bir kararla, Merkez Bankası kaynaklarından 85 milyar dolar aktararak kurtarmak zorunda kaldı! Bilinen ana gerçek, dünyanın önde gelen üç büyük finans kuruluşundan biri olarak kabul edilen Lehman Brothers’ın iflasıyla toplam 26 bin ‘kalifiye’ bankacının sokakta kaldığıdır. Bitmedi... Bu insanların emeklilik fonları şirketlerine yüzde 25 oranında ortaktı, buhar olan 10 milyar dolarlarıyla birlikte emeklilik hayalleri de yok oldu.

Tabii, son bir yıl içinde Amerikan hizmet sektöründe işsiz kalan 110 bin çalışana geçtiğimiz pazartesi günü 25 bin Hawlett Packard çalışanı da katılmış durumda. Krizin devamında kaç milyon kişinin evine ekmek götüremeyecek duruma düşeceği, bunun devamında dünyanın diğer ülkelerinde kimlere neler olabileceği kesin olarak tahmin edilemiyor.

Ama benim tahminim, Lehman Brothers’ın CEO’su Richard S. Fuld’un sadece geçen yıl aldığı 40 milyon dolarlık maaş (!) ile 2004 yılında Florida’nın Jupiter Adası’nda satın aldığı 13.5 milyon dolarlık malikaneye çekileceği ve arada bir yakın dostlarıyla ‘ne olacak bu işler’ muhabbetleri yapacağıdır.

Kapitalizm acımasızdır... Krizlerin bedelini yaratanlar değil, işçiler, teknik elemanlar, KOBİ’ler, emek insanları ve namuslu profesyoneller öder...

Parayı ‘değer yaratmak’ yerine bilgisayar ekranında ‘spekülasyon’ amaçlı kullanmaya yönelmiş bir sistem, kurduğu, ‘kurumsal yolsuzluklar’a dayalı sistemin bedelini ödemeye hazırlanıyor...

Detroit, Chicago gibi efsanevi sanayi merkezlerini yok eden, ‘gerçek üretimi’ Çin’in ‘köle işçi’ çalıştıran fabrikalarına devreden ve paradan bir takım finansal oyunlar ile para kazanmaya alışmış bir ‘asalaklığın’ sonuna geldik...

Son sözü, kapitalizmin en önemli kurumlarından Financial Times söyledi: ‘Amerika’nın en büyük yedi finans kuruluşunun başındaki yönetim kadrolarının son üç yıl içindeki toplam maaş ve primleri 95 milyar dolar tutarken, bu bankaların aynı dönemde toplam 500 milyar dolar zarar etmiş olmalarını anlamamız gerekiyor...’

Şu anda yıkılmakta olan böyle bir dünyadır...

Star, 18.9.2008

Ardan Zentürk

19.09.2008


 

Başbuğ’un iletişim toplantıları

Genelkurmay Başkanı Başbuğ’un yeni ‘icraat döneminde’ medya ile yaptığı toplantılar, Türkiye gündeminin baş köşesine kuruldu. Öyle ya, Türkiye’deki gerçek güç sahibinin çeşitli konulardaki görüşleri, gücün kokusunu iyi alan pragmatik basın-yayın câmiamız bakımından çok önemlidir.

Başbuğ’un toplantılarını değerlendirmeden önce, sizlere bir sorum var: Dünyanın herhangi bir demokratik ülkesinde, medya ile saatler süren toplantılar düzenleyerek her konuda görüş bildiren bir Genelkurmay Başkanı gösterebilir misiniz? Genelkurmay Başkanlığı, Başbakan’a bağlı bir kamu kuruluşudur. Statüsü, görev ve yetkileri, Anayasa’nın 117. maddesi ile 31.7.1970 tarih ve 1324 sayılı Genelkurmay Başkanının Görev ve Yetkilerine Ait Kanun’da belirlenmiştir. Kanunun, görev, yetki ve sorumluluk başlıklı 2. maddesi aynen şöyledir: “Genelkurmay Başkanı, Silâhlı Kuvvetlerin savaşa hazırlanmasında; personel, istihbarat, harekât, teşkilât, eğitim, öğretim ve lojistik hizmetlerine ait ilke ve öncelikler ile ana programlarını tespit eder.”

Genelkurmay Başkanı’nın bunun dışında herhangi bir görev ve yetkisi yoktur.

Başbuğ Paşa, demek ki kendi görev ve yetkisi dışına çıkmakta ve Türkiye’ye nizamat vermeye kalkmaktadır. Geçen gün yazdığımız gibi, ‘İkinci Başbakanlık’ fonksiyonunu üstlenmektedir.

***

Başbuğ’un iletişim toplantılarında söylediklerinin birçoğunu doğru bulduğumuzu belirtmeliyiz. Özellikle terörle mücadele ve şehitler konusundaki beyanlarına aynen iştirak ediyoruz. Ordumuzun gerek sınır ötesi harekâtta, gerekse içerdeki operasyonlarda ne derece dikkatli ve insanî değerlere önem vererek davrandığını biliyoruz. Ayrıca, Başbuğ’un, Kara Kuvvetleri Komutanlığı’ndan beri, gençleri terör örgütüne kaptırmamak için, ekonomik ve psikolojik harekât yönü de olan program tekliflerinde bulunduğunu memnuniyetle müşahede ediyoruz.

Aslında, Başbuğ’un görüşleri, geniş bir perspektiften değerlendirildiğinde, son derece dengeli, isabetli teşhis ve tesbitlerle dolu değerli görüşler. Ancak, terör konusunu TSK ile ilgili kabul etsek de, lâiklikten demokrasiye, Kerkük’ten Gürcistan’a, AB’den ABD’ye kadar görüş belirten bir Genelkurmay, artık ikinci bir Başbakanlık olmuş demektir. Zaten Başbuğ Paşa da, ‘TSK her olayı inceler’ diyerek, TSK’da yürütme organının âdeta paralelinin bulunduğunu ikrar etmiyor mu?..

***

Gelelim, Org. Başbuğ’un hiçbir şekilde tasvip etmediğimiz görüşlerine... Bir defa, Başbuğ, ’28 Şubat görüşlerimiz bugün de geçerli’ derken, bununla sadece lâikçi terör ve baskıyı değil, aynı zamanda adı konulmamış bir darbeyi, illegal ‘Batı Çalışma Grubu Çetesi’ni, fişlenen milyonları da ‘geçerli’ buluyor mu? Bunu bilmek hakkımızdır. Eğer öyleyse, 28 Şubat’ın darbeci zihniyeti aynen devam ediyor demektir.

İkinci olarak, çete sanığı generalleri ziyareti bir insanî olay olarak kabul edersek, bu takdirde eski Genelkurmay Başkanı bu ‘insanî’ boyutu neden düşünmemiş-tir? Açıkçası Büyükanıt Paşa, demokrasiye ve yargıya daha saygılı olduğu için bunu yapmamıştır. Kim ne derse desin, bu hareket yargıyı zedelemiş ve alınacak kararların üstüne gölge düşürmüştür.

Üçüncü olarak, Başbuğ bir yandan akreditasyon rezaleti konusundaki uygulamayı gevşetirken, diğer yandan bunu devam ettiriyor ve ‘Basın ahlâk ilkelerine uymak’tan söz ediyor. Peki, bunu Genelkurmay mı takdir edecek?

Nihayet, Org. Başbuğ, ‘Bizi siyasete çekmeyin. Kimse TSK üzerinden siyaset yapmasın’ diyor. Tamam da, siz hiç siyasetin içinden çıkmıyorsunuz ki... TSK’nın siyasî istismar konusu edilmesine engel olmak için, önce 3-5 saatlik iletişim toplantılarından ve devlet içinde devlet gibi davranmaktan vazgeçmesi lâzımdır.

Siz kendi görev ve yetkinizin dışına çıkmazsanız, kimsecikler de sizi istismar etmeye kalkmaz.

Radikal, 18.9.2008

Hasan Celal Güzel

19.09.2008


 

Org. Başbuğ gerçekten demokrasiye inanıyorsa…

Türkiye’de Genelkurmay başkanlarının tarzları önemli olur. Ordu, ağırlığını, kimisi doğrudan konuşmalar, kimisi kamuoyuna duyurular, kimisi bildiriler yoluyla hissetirir.

Yöntem ve yol değişir ama esas değişmez, siyasete ağırlık koymak konusu, bazı istisna dönem ve kişiler dışında aynı kalır.

Org. İlker Başbuğ Genelkurmay Başkanı olalı henüz 1 ay olmadı.

Ama bu süre “yoğun” gelişmelerle geçti.

Türk Silahlı Kuvvetleri adına yapılan hapishane ziyareti, ardından yeni komutanın “destek kıtaları”yla Doğu ve Güneydoğu’da yaptığı ziyaret, bu ziyarette kimi temel siyasi konular üzerine yaptığı vurgular, en nihayet önceki gün gerçekleştirilen basın brifingi…

Yeni bir dönem hızlı açıldı…

Tarz böyle oluştu, oluşuyor…

Ama bu sadece tarz meselesi midir?

Peki ya esas?

“TSK’nın ana konulara bakış açısı değişmez. Kim böyle bir şey beklerse çok büyük yanılgı olur. Üslup farkları olabilir…”

İki gün önce gazetecilere bunları söylüyordu yeni Genelkurmay Başkanı…

Yani esas…

Şimdi başa dönelim…

Yeni komutan bundan 18 gün önce ordunun sistem içindeki yerini ve işlevini belirten bir devir teslim konuşması yapmıştı.

Buna göre TSK kendisine önemli siyasi bir rol veriyor, ancak bu siyasi rolü siyaset dışı olarak adlandırıyordu. Ordunun siyaset dışı saydığı ama her yönüyle siyasi olan bu rol, Başbuğ’un dilinde “ulus devletin tanımı, askerin bu tanımı kollama görevi, kimi uygulamalar ve adımlarla bu tanımın çelişmesi halinde tepki vermesi” gibi bir şekle bürünüyordu.

Siyasi konuların siyaset dışı görülmesi ve tanımlanması toplumun bu konular hakkında fikir beyan etmesini imkansız hale getirir.

Bu konuları siyasi tartışmaya ve siyasi karara kapar.

Bu oranda siyasi alanı daraltır ve tekeli altına alır.

Askeri vesayet adı verilen hâl işte bu hâldir.

Bu rejimin rengi, tekel altına alınan siyasi konuların artmasıyla koyulaşır…

Başbuğ da aslında bu tanımı yapmıştı.

Dün kimi gazetelerin yayın yönetmenlerine ve Ankara temsilcilerine brifing verdi, Başbuğ.

Brifingde demokrasi ve hukuk devletine saygısını dile getirmiş… Ancak saygısını “askeri vesayet süzgeci”nden geçirince bu saygı anlamını kaybetmiş…

Nitekim Genelkurmay Başkanı brifingde “AB’den beklenti (…) ‘Ulus devlet yapımla oynamaması, üniter devlet yapımı zayıflatmaması”, derken, aslında değişmeyen esaslardan hareketle biliyoruz ki, Avrupa’ya ve siyasetçiye “Kürt meselesinde fikir beyan etme, benim Kürt politikama karışma, bana ademi merkeziyetçilik önerme, demokratikleşme kanunlarında benim gerçeklerime ters düşme…” demek istiyordu…

Örnek birden çok…

Başbuğ, akreditasyonlar konusunda “Bir açılım yaptık. Akreditasyon kriteri koyma durumunda değiliz. Kriter basın meslek ilkeleri. O ilkelere uyulsa ne bir kişinin ne de kurumun sorunu olur…” demiş.

Ama basın meslek kriterine hangi gazeteden neden ve nasıl uymadığının tespitini kendisinin yapacağını göstermekten de geri kalmamış.

Yeni Şafak, Star gibi daha önce bu toplantılara çağrılmayan gazeteler Genelkurmay Başkanı’nın masasında bu kez yerini alırken, Birgün, Taraf gibi gazeteler hala vesayetçi anlayışın yaptırımına tabi olmayı sürdürüyor…

Başbuğ’un bundan böyle “bildiri” sayısının azalacağını ifade etmesi de bir tarz meselesidir…

Bunlar askerin siyasete müdahalesini, Kıbrıs, Kürt sorunu gibi konularda iktidarı denetlemesini, hatta ikame etmesini engellemez.

Org. İlker Başbuğ gerçekten demokrasiye inanıyorsa, bir kere demokrasinin tanımını sivillere bırakmalı ve ilk hedef olarak ordusunu kışlaya çekmelidir…

Yeni Şafak, 18.9.2008

Ali Bayramoğlu

19.09.2008


 

Yok olsun YÖK

Bazı çok önemli meseleler kavga gürültü arasında kaynayıp gidiyorlar demiştik, işte bakın, hükümet YÖK konusunu yeniden gündemine almış, kimsenin haberi de yok, umurunda da değil... Çünkü Doğan-Erdoğan “maçını” seyretmek daha heyecanlı!

Cumhurbaşkanı “şu sistemi değiştirin de artık rektör ataması yapmayayım” diye feryat ediyor, basının cici beyleri de cumhurbaşkanına rektör atamaları yüzünden yüklenmeyi sürdürüyorlar. (Hayrola, imar izinleri Köşk’ten de mi geçiyor?)

Ahmet Necdet Sezer de “elimde fazla yetki var, alın bunları” demişti, kimse aldırmamıştı, o yetkileri kendi amaçları doğrultusunda kullandırmak istiyorlardı çünkü!

Düzgün bir ülkede, üniversite rektörlerini cumhurbaşkanı tayin etmez. Düzgün bir ülkede YÖK mök diye bir kurum da bulunmaz.

Gerek bu kurum, gerekse olağanüstü cumhurbaşkanı yetkileri, 12 Eylül düzeninin kamışıdır bizlere! Toplumu zart zurtla yönetebilmenin altyapı taşları...

Rektörleri, her üniversitenin öğretim üyeleri kendileri seçerler... Haaa, yalnızca profesörler mi oy versinler, doçentler de katılsınlar mı, asistanlara da oy hakkı verilecek midir, öğrenci temsilcisi de bulunsun mu, “idari personelin” başı kel mi, onlara yazık değil mi, bunları tartışabilirsiniz...

İsterseniz, sizi çok mutlu edecekse, cumhurbaşkanı bu seçimleri onaylar ( “formalite” olarak “tasdik” eder), bürokrasi sevinir... O kadar.

O üniversitede türbanın serbest olup olmayacağına da gene rektör ve üniversitenin senatosu birlikte karar verirler! Gene oylama yöntemiyle... “Mütevelli heyet” de bunu denetler.

Hangi öğrenciden kaç lira ücret alacağına, kime hangi bursu vereceğine, hangi hocanın eline kaç lira maaş geçeceğine de bu “merci” karar verir, bakanlık değil!

Öğrenci de böylelikle istediği üniversiteyi kendisi seçer, belki birini ucuz bulur tercih eder, ötekinin bursu caziptir, berikinde kendi “itikadına” göre giyinmesi rahattır.

(Doktor olmak isteyen kendini Sümeroloji tahsil ederken bulmaz yani! Giriş sınavı koyacaksa, her üniversite kendi sınavını kendi kriterlerine göre kendisi yapar. Bu, ÖSYS gibi bir “yarış atı parkuru” değil, bir “bilimsel yeterlilik ölçümü” olur. Mühendis olmak isteyen çocuğa kurbağanın sindirim sistemi, karşılaştırmalı edebiyat okumak isteyene entegral denklemi sorulmaz.)

Avrupa’da “katolik üniversiteleri” de vardır örneğin ve bunların dini kimlikleri asla tartışma konusu edilmez.

Fransa’da, örneğin, dileyen koyu katolik Stanislas Koleji’ne yazılır, isteyen kızıl komünist Vincennes Üniversitesi’ne...

Çağdaş yüksek öğretim budur.

Bizde çocuğun saçına da karışılır hocanın sakalına da, ve yüksek öğretim yapıyoruz sanılır. Hocalara zorla sakal kestirmek de bize özgü bir rezilliktir, on sekiz yaşını doldurmuş adamla kadının ne giyeceğine karışmak da bize özgü bir faşizm tortusudur.

Çünkü bu tür zart zurt eğitimi, aslına bakarsanız, 1934 reformuyla başlamıştır. Fakat tek parti döneminin “kışla üniversitesi” modeli, daha da sertleştirilerek sürmektedir.

Türk üniversiteleri, Kenan Evren, Haydar Saltık, Orhan Aldıkaçtı ve İhsan Doğramacı’nın “yüksek liseleri” olmaktan kurtarılamazlarsa, bu memleket de iflah olmayacaktır.

Önce bunu çözelim, sonra üniversitelerde “bilim üretmeye” de sıra gelir inşallah!

Lehmann Brothers bankasının batmasından korkacağınıza, Türk üniversitelerinin içler acısı durumundan korkunuz. Biri bugününüzü etkiler, öteki, geleceğinizi...

Sabah, 18.9.2008

Engin Ardıç

19.09.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 
GAZETE 1.SAYFA

Bütün haberler

Site yöneticisi | Editör
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır