"Gerçekten" haber verir 03 Ekim 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

Meclis, Silâhlı Kuvvetleri niçin denetletemiyor?

Son yıllarda Anayasa’da ve ilgili mevzuatta yapılan bu yöndeki değişikliklere rağmen, öyle anlaşılıyor ki, silahlı kuvvetlerin malları ve harcamaları üzerinde sivil denetim maalesef halá tesis edilebilmiş değil.

Nitekim, Taraf gazetesinden Lale Sarıibrahimoğlu’nun 24 Eylül tarihli yazısından öğrendiğimize göre, 2003 yılında Sayıştay Denetçileri denetim yapmak üzere gittikleri Bayburt’taki Jandarma Genel Komutanlığı’na bağlı 48. İç Güvenlik Tugay Komutan Yardımcılığı kapısından geri çevrilmişler.

O tarihten buyana da, askeri karargáhlarda sivil makamlarca mali denetim yapılması 1969 tarihli bir yönetmelik gerekçe gösterilerek hep engellenmiş. Böylece, 2003 yılında Sayıştay Kanunu’nda, 2004 yılında Anayasa’da (160. maddenin son fıkrasının kaldırılması) yapılan ve TBMM adına silahlı kuvvetlerde Sayıştay’ın kısmi de olsa denetim yapmasına imkán veren hükümler bir yönetmeliğe dayanarak geçersiz sayılıyorlar. Bu da, Sarıibrahimoğlu’nun dikkat çektiği gibi, -bir milletvekili ve tabiatıyla bir ‘sivil’ olan- AKP’li Savunma Bakanı’nın 2004 yılında askeri saymanlıklara gönderdiği bir talimat sayesinde gerçekleşiyor. Bu arada, Anayasa’da 2004 yılında yapılan değişikliğe uygun olarak hazırlanan yeni Sayıştay Kanunu tasarısı ise muhalefetin direnişi yüzünden 2005 yılından beri halá Meclis komisyonlarında bekliyor.

Bu olay Türkiye’deki rejimin niteliği hakkında önemli bir ipucu veriyor. İki bakımdan. Bir kere bu olay gösteriyor ki, Türkiye’de silahlı kuvvetler neredeyse kendisinin ülkenin genel hukukuna tabi olmadığını düşünmekte ve adeta kendisine özel, ayrı ve özerk bir hukuk varmış gibi hareket etmektedir. Bu zihniyetin silahlı kuvvetlerin sivil otorite tarafından denetlenmesini gönül rahatlığıyla kabul etmesinin mümkün olmadığı açıktır. Nitekim daha geçenlerde bir kuvvet komutanı da devir-teslim töreninde yaptığı konuşmada bunu başka bir şekilde dile getirmişti: ‘Türk silahlı kuvvetleri sadece millete karşı sorumludur.’ Gerçi, Türkiye’nin cari ‘rejim’in mahiyetini zaten teşhis etmiş olanlar için bu yeni bir bilgi değildir.

İpucunun diğer ayağı ise TBMM’yle ilgili. Şöyle ki: TBMM Anayasa’da ve ilgili kanunlarda yaptığı değişikliklerin uygulamadaki akıbetini izleyecek ve soruşturacak bir iradeyi maalesef göstermiyor veya gösteremiyor. Meclis kendisinin anayasal-demokratik otoritesine meydan okuyan üniformalı memurlar karşısında, bu durumu kabullenmekten başka bir şey yapmıyor. Bilmiyorum, belki yapıyor da bizim haberimiz yok. Bu, herhangi bir demokratik rejimde olacak şey midir? Demokrasiden geçtik, medeni olmak iddiasındaki bir ülke bunu kabullenebilir mi? Öyle ya, medeniliğin asgari ölçüsü silah gücünü kontrol altına almak değil midir?...

Herhalde, ‘Meclis bu konuda ne yapabilir ki?’ demiyorsunuzdur. Çünkü yapabileceği çok şey var. Asgarisinden, Sayıştay denetçilerini geri çeviren askerler, hatta genelkurmay başkanı hakkında disiplin işlemi yapılması için hükümeti zorlayabilir. Meclis yine silahlı kuvvetler ve milli savunma bakanlığı hakkında ‘araştırma’, hatta bakan hakkında ‘soruşturma’ başlatabilir. Başbakan, kendisine karşı sorumlu olan genelkurmay başkanına talimat verip kendi emri altındaki memurların Anayasa’ya ve hukuka uymalarını sağlamasını, aksi halde bunun hukuki ve siyasi sonuçlarına katlanmak zorunda kalacağını kesin bir dille isteyebilir. Ve bütün bunların kamunun önünde yapılması gerekir.

‘Düellocu’ milletvekillerini tartışmanın seviyesini düşürmemeye, RTÜK Başkanı’nı imalı yolla da olsa istifaya çağıran Meclis Başkanı asıl bu konuda inisiyatif alırsa kendi rolüne uygun davranmış olur.

Star, 2.10.2008

Mustafa Erdoğan

03.10.2008


‘O yasak kararını sen mi verdin baba?’

AKP’ye ve DTP’ye kapatma davaları açıldığından beri, çeşitli düzeylerdeki yargıçların “ideolojik” ve “siyasi” açıdan taraflı davrandıklarına ilişkin sürüyle yorum çıktı.

Bugün yargıçlarımızın başka bir alanda da yetersiz kaldıklarını görüyoruz. Kısaca “bilgi” alanı diyebiliriz buna.

Mesela “YouTube” adlı video paylaşım sitesine girişi yasakladılar. Aynı şekilde, evrimci ve ateist Richard Dawkins’in sitesine girmek de yasak.

Yasakladılar da ne oldu? Hiç!

Bir işe yaradı mı? Hayır!

Sadece Türkiye’yi, İran ya da Çin gibi “internet yasakçısı” ülkeler seviyesine indirdiler. (Yani bizzat “Türkiye, İran olmasın” diyenlerin marifetiyle ‘İranlaşıyoruz’.)

Öte yandan bilgisayara ve internete aşina olan herkes bu iki siteye de deyim yerindeyse “elini kolunu sallayarak” giriyor.

Dünkü Radikal’de İstanbul Barosu Bilişim Hukuku Merkezi Başkanı Mete Tevetoğlu’nun bir açıklaması vardı.

YouTube’a yasak getiren mahkemenin yargıçlarından biri itiraf etmiş:

“Mevzudan anlamam. ‘Web’ nedir, ‘hosting’ nedir; bilmem. Getirdiler videoyu, izledik, tamam dedik, yasakladık. Akşam eve gittim. Oğlum, ‘Baba o yasak kararını sen mi verdin’ dedi.”

Dünya ve onunla beraber Türkiye hızla değişirken, yargıçlarımız olup biteni anlamakta zorlanıyor. Eski alışkanlıklarıyla karar veriyorlar.

Çünkü “bilmeyince”, yani mesela yeni teknolojilerin ne mene bir şey olduğunu kavramayınca, “elinde çekiç olan, her sorunu çivi olarak görür” misali, “yasaklamayı” tek araç olarak görüyorlar.

Adalet Bakanlığı’nın özellikle genç yargıçları Avrupa Birliği ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi gibi konularda eğittiğini biliyoruz.

Ancak bu yargıçların, Yargıtay ya da Anayasa Mahkemesi gibi yüksek seviyelere ulaşarak “çağdaş kararlar alması” zamanla mümkün olacak.

O gün gelene dek, hukuktan kaynaklanan siyasi gerginlikler devam edecek. Yine de gidişat olumlu.

Bakanlığın benzeri bir “eğitim” faaliyetini “bilişim” konusunda da göstermesi gerek. Çünkü ticaretten kültüre, dünya artık internetsiz iş yapmıyor.

Yargıçların şunu anlaması gerek: İnternetle ilgili olur olmaz yasaklar getirdiklerinde, farkında olmadan kendi saygınlıklarını da zedeliyorlar.

Çünkü böyle yaparak, “yasakçılık” bir yana, düpedüz “bilgisiz” sınıfına dahil oluyorlar. (Baksanıza, yargıcın oğlu dahi babasının kararına dudak büküyor!)

Yani bir yargıç, belli bir internet sitesine girişi engellediğinde, ben ona sadece “yasakçı” demekle kalmıyorum, aynı anda “bilgisiz” de diyorum.

Tabii benimle birlikte interneti kullanan milyonlarca genç de aynı şeyi söylüyor.

Yasakçılık bir yargıcın saygınlığına fazla halel getirmez. Çünkü ilgili kanunu esas alarak kararını veriyor.

Üzülürüz, kızarız ama neticede, “Ne yapalım, tutucuymuş, kanunu bu şekilde yorumlamış” deriz.

Ancak aynı yargıç; “bilmeden, anlamadan, kavramadan” karar verdiğinde; işte o zaman bilgisizliğini ilan etmiş oluyor ve dolayısıyla da saygınlığı zedeleniyor.

Sabah, 2.10.2008

Emre Aköz

03.10.2008


Kriz bulutları…

Türkiye’nin her daim karşı karşıya olduğu büyük tehlike “siyasi alanın daralması, siyaset mekanizmasının zaten eksik olan gücünün biraz daha kırılması”dır. “Siyasetçiye öfkeden kaynaklanan ama sonunda siyasi mekanizmayı hedef alan bir siyasallaşmanın üremesi”dir.

Bu tehlikedir çünkü:

Siyasi alanın yetkilerinin devlete aktarılması, “temsili meşruiyetin zedelenmesi”ne ve “toplumsal taleplerin katılımın devre dışı bırakılması”na, “siyasi kararlara katılma kanallarının tıkanmasına” zemin hazırlar. Kısacası “siyaset-toplum arasındaki kopukluğa yol açar”. Bu kopukluk ise toplumu demokratik kurallar içinde yönlendirmeyi imkânsız kılar. Böyle oldukça “yönetimden devlete uzanan, otoriterleşmeyi tahrik eden, tahrik ettikçe sorunları azdıran bir kaosa işaret eder”.

Tehlikelidir çünkü siyasi alanın daralması aynı zamanda “siyasetin doğal işlevlerinden de arındırılması” demektir. Çünkü siyaset tartışabilmek; kararları müzakere ederek almak demektir.

Siyaset temsil demektir; bir ya da birden çok kesimin ortak isteğini hem siyasal hem toplumsal alana taşımak demektir. Bir toplumdaki farklı beklenti, öneri ve taleplerin belirli kurallar, yasalar, ilkeler çerçevesinde karşı karşıya gelmeleri, birbirlerini etkileyerek kararlara zemin oluşturması demektir. Siyaset düşünce özgürlüğü demektir; çünkü farklı kesimler ve talepler arasındaki ortak payda üreten alışverişlerin tek vasıtasıdır düşünce özgürlüğü...

Bunlar olmadan ne huzur olur ne de refah...

Bugün Türkiye bir kez daha siyasi alanın daralma tehlikesiyle karşı karşıya… Nasıl daralıyor siyasi alan?

Siyasi alan daralmasının üç kaynağı var...

İlki “siyasetin dıştan, özellikle asker tarafından daraltılması”dır, ekonomiden Güneydoğu meselesine, adalet politikasından eğitime değin “temel siyasi konuların siyaset mekanizmasının yetki sahasının dışına çıkarılması, devlete, devlet üzerinden asker kontrolündeki kurumlara devredilmesi”dir. Burada merkez medyanın oynadığı hayati rol ortadadır.

İkincisi “siyasi mekanizmanın yolsuzluk, partizanlık ve çıkarcı tutumla, kendi eliyle kendi alanını örselemesi”dir. Buna siyasete dönük çıkar beklentilerini, çıkar peşinde siyaset mekanizmasının sivil örgütler ve medya gibi kimi kurumlar tarafından örselenmesini de eklemek gerekir. Üçüncüsü “uluslararası konjonktür”dür. Uluslararası hukuk, IMF, Dünya Bankası gibi kuruluşlar çerçevesinde oluşturulan mutlaklaşmış ekonomik politikalar gibi “yeni araçlar etrafında siyaset alanının her yerde daralması eğilimi”dir.

Askerin yerini vurgulayan çıkışları, siyaseti örseleyen yolsuzluk tartışmaları, siyasi iktidarın asabi tavırları ve partizanca kimi tutumları, varlığını siyaseti örseleme üzerine kuran merkez medya politikaları, yaşanmakta olan global krizin güven faktörünü alt üst eden ve faturayı siyaset mekanizmasına çıkarmasının muhtemel seyri… Tüm bunlar Türkiye’yi adım adım kuşatıyor ve siyasi alanı daraltıyor… Tekrar edelim: Siyasi alana, etik ve kural yerine, kişiler ve gruplar arasındaki ilkesiz çıkar kavgalarının, makro politikalar yerine güçlenmeye yönelik rant kavgalarının hakim olması bizim gibi ülkeler için en büyük tehlikedir…

Dalga bizi ezip geçebilir…

Sözümüz, iktidara, muhalefete, askere, basınadır.

Zaman akıl ve sorumluluk zamanıdır…

Yeni Şafak, 2.10.2008

Ali Bayramoğlu

03.10.2008


Erdoğan sistemle uzlaşıyor

Başbakan Erdoğan, sistemle uzlaşıyor. Askerle anlaştı, anlaşıyor. Yargının zirvesiyle de sıcak ilişkilerin temelleri atıldı.

Hepsinin kökeninde karşılıklı güvene dayalı ikili görüşmeler yatıyor. Oyunun bütün aktörleri birbirlerine kendi hassasiyetlerini ve sistem içindeki rollerini anlattılar. Kapatma davasının sonucu bu konjonktürün zeminidir. Ergenekon’un seyri o zemine yeni yapı taşları döşeyecektir. Akşam, 2.10.1008

İsmail Küçükkaya

03.10.2008


Piyasa ekonomisi ve kapitalizm

“700 milyar dolar. Sarsıcı bir miktar. Ne var ki bu, Bush’un kötü ekonomi politikalarının ülkemize maliyetinin sadece bir bölümü...

Başkan Bush iktidara geldiği zaman Başkan Clinton’dan dört yıl üst üste yılda 5,6 trilyon dolar dolayında bütçe fazlası devralmıştı.

Savurgan politikalarla iki yıl içinde bütçe fazlasını açığa çevirdi. Ve sekiz yıl sonra şimdi, her şeyi mubah gören ekonomi politikasıyla birleşen mali sorumsuzluk, bizi bulunduğumuz yere getirdi. Serbest piyasa savunucuları olduklarını söylüyorlar, ama temsil ettikleri ‘her şey mubahtır’ zihniyetinden ibaret. Ne düzenleme, ne denetim, ne de disiplin. Ve eğer başarısız olursan altın bir paraşütün olacak, vergi mükellefi seni kurtaracak...

“Ama o günler geçti, parti bitti. Demokratlar serbest piyasaya inanırlar. Piyasanın istihdam, servet ve pek çok iyi şey yarattığını biliyoruz. Ama bu dizginlenmemiş haliyle, Cumhuriyetçiler tarafından teşvik edilip desteklendiği şekliyle piyasa ne istihdam ne de sermaye yarattı, sadece kaos doğurdu... Şunu açıkça belirtelim. Wall Street mensuplarının yüksekten uçup vicdansız miktarlarda para kazandıkları, kazancı özelleştirdikleri ama işler kötüye gittiği anda riskleri kamulaştırdıkları bir durumla karşı karşıyayız. Şirketleri yere çakılırken altın bir paraşüt imdatlarına yetişiyor ve fatura Amerikan halkına kesiliyor. Bu resimde çok, çok yanlış olan bir şey var... Evet piyasaları istikrara kavuşturmalıyız. Ama bunu yaparken vergi mükelleflerini de korumak zorundayız... Diyelim ki 5 yıl sonra bu kurtarma planına yatıracağımız 700 milyar doların hepsini geri almak mümkün olmazsa, açık bu plandan yararlanan mali kuruluşlardan tahsil edilmelidir... Çok geçmeden ABD’nin yeni bir Kongresi ve yeni bir Başkan’ı olacak ve ülkemize yeni bir yön vermemiz mümkün olacak.” (NYT, 30 Eylül)

ABD Temsilciler Meclisi Başkanı Nancy Pelosi, bir kısım Cumhuriyetçi üyeleri kızdırarak batak banka ve finans kuruluşlarını k urtarma planının reddine neden olmakla suçlanan konuşmasında bunları söylüyor. Ve bütün çıplaklığıyla gerçeği ifade ediyor. Amerikan dolayısıyla dünya ekonomisinin karşı karşıya kaldığı krizin, Bush yönetimine hakim olan, piyasaların kendi haline bırakılması halinde görünmez bir elin bütün dengeleri kuracağı felsefesi ve açgözlülükleriyle ekonomiyi kaosa sürükleyenlerin eseri olduğu doğru.

Ekonomi uzmanlığım olan bir konu değil. Bu nedenle ekonomi konularında kalem oynatmam. Ama şunu iyi biliyorum: Zenginliğin üretiminde özel mülkiyete ve rekabete dayalı piyasa ekonomisinin kamu mülkiyetine dayalı plan ekonomisine üstünlüğü, insanlığın kimi acı tecrübeleriyle öğrenilen bir gerçek. Piyasa ekonomisi, özgürlükçü ve çoğulcu demokrasinin de yeterli değil ama gerekli koşulu. Özgürlükçü ve çoğulcu bir ekonominin olmadığı yerde demokrasi de olmuyor. Ne var ki, kamu (yani devlet) tarafından düzenlenip denetlenmeyen bir piyasa ekonomisi, krizlere yol açtığı gibi derin sosyal adaletsizlikler doğurmakla, doğal çevrenin tahribine yol açmakla kalmayıp, demokratik düzeni tehlikeye düşürebiliyor. Bu nedenle ben “sadece demokrat” değilim. Siyasette liberal (yani çoğunluk yönetimi kadar özgürlüklerin güven altında olmasına önem veren türden) demokrat, ekonomide ise sosyal (yani adaleti, fırsat eşitliğini, çevreyi gözeten bir piyasa ekonomisini savunan türden) demokratım. Benim gibi sosyal demokratlar açısından, sosyal olmayan türden bir piyasa ekonomisi, gerçek anlamıyla kapitalizmdir. ABD hiçbir zaman sosyal bir piyasa ekonomisi olmadı. Ama belki hiçbir zaman Bush iktidarında olduğu kadar da finans sermayesini kayırmadı, adaletsizlik üretmedi.

Pelosi’ye hak veriyorum. Demokratlar 4 Kasım’da yapılacak ABD Başkanlık seçimlerini, kamu tarafından düzenlenen ve denetlenen bir piyasa ekonomisini savunan Barack Hüseyin Obama başkanlığındaki Demokratlar kazanabilir, Amerikan ve dünya ekonomisinin karşı karşıya olduğu krizin aşılmasını sağlayabilirler. 1929 Büyük Buhranı’nda F. D. Roosevelt başkanlığındaki Demokratlar gibi...

Zaman, 2.10.2008

Şahin Alpay

03.10.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 
GAZETE 1.SAYFA

Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır