"Gerçekten" haber verir 08 Kasım 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.

 

Basından Seçmeler

Değişim ABD’yi bile hizaya sokuyor

George W. Bush, dünyadaki büyük değişime, dönüşüme ters bir siyasetin temsilcisiydi. O başka ülkeleri işgal ederek, yalan söyleyerek, yoksul ulusları ezerek dünyaya hükmedebileceğini sanıyordu. Irak’ı işgal etti. İşgal yoluyla başka bir ülkeye ‘demokrasi’ getirilebileceği iddiasındaydı. Dünyaya acı çektirdi, kendi ülkesine acı çektirdi. Çağın gelişmesine karşı durabileceğini sanıyordu.

Barack Obama, ABD’nin yeniden dünyayla uyumlu hale gelmesinin, kendi ülkesinin gerçekliğiyle yüzleşmesinin temsilcisiydi. ABD halkı, Barack Obama’yı seçerek tarihsel bir yanlışı düzeltiyor, dünyayla barışmanın mesajını veriyordu.

Obama seçimi kazanarak, yüz yıllara dayalı ırkçılığı yenmekle kalmıyor, dünyanın yoksullarının, altta kalanlarının da yeni umutlar içinde olması için bir ışık yakıyordu. Olur mu olmaz mı, onu kimse iddia edemez, ama şurası bir gerçek ki, dünya değişiyor. Dünya ortak bir köye dönüşüyor ve dünyada ortak değerler eskisinden daha güçlü bir şekilde kendisini hissettiriyor.

Obama’nın başkanlık koltuğuna oturması, dönüşümün başlangıcı, en azından psikolojik açıdan ciddi bir değişim yarattığı bir gerçek. Bu psikolojik değişim, gerçek bir değişime ne kadar dönüşecek, nasıl dönüşecek, ABD bundan böyle dünyada nasıl bir rol oynayacak hep birlikte göreceğiz.

Ama artık ne ABD eski ABD, ne de dünya eski dünya... İki gündür Roma’daydım ve Barack Obama’nın seçilişini gece sabaha kadar TV’nin başında bekleyerek yarı uyur, yarı uyanık şekilde izledim. Konuşmasını heyecanla dinledim. Jesse Jackson’un kameralara yansıyan yaşlı gözleri, 400 yıldır ezilen, hor görülen siyahların mutluğunu dünyaya yansıtıyordu.

İtalyanlar, Obama’nın seçilişinin, ABD’nin yeni tercihinin yaratacağı büyük değişimi tartışıyorlar. Sağcı ya da solcu fark etmiyor, Bush’un dünya üzerinde yarattığı olumsuz görüntünün, yükün kalkmasını herkes sevinçle karşılıyorlar. Dünyanın ezici çoğunluğu da öyle.

Görebildiğim kadarıyla bir bizim siyasetçilerimiz, bir de İsrail yöneticileri durumdan tedirgin. Başbakan da, Deniz Baykal da bu değişim havasından pek hoşlanmamışa benziyorlar. Daha henüz nasıl bir değişim olacağı, bunun ne gibi sonuçlar yaratacağını kestirmek mümkün değilken acaba bu endişe neden?

İsrail’i anlamak mümkün. Çünkü George Bush onlara kayıtsız şartsız bir destek sağlıyordu. Obama’nın ne yapacağı, yapabileceği belli değil.

En azından eskisi gibi davranmayacağı kesin.

Peki bizimkilerin derdi ne? Kıbrıs ve Ermeni sorununda Obama’nın değişik söylemleri olduğunu biliyoruz. Ne olur yani? Eğer bir konuda haklıysanız bir endişeye gerek yok. Örneğin Ermenistan’la Türkiye’nin son dönemde geliştirdiği ilişkiler, eski çizginin değişmekte olduğunu gösteriyor. Dünya bunu anlıyor. Obama’nın anlamaması da mümkün değil.

Kıbrıs konusuna gelince, bu konuda da çok endişe edecek bir durum söz konusu değil. Kıbrıs Türkleri doğruya yakın bir yerde duruyorlar. Türkiye’de ise hâlâ eski militarist hesapları yapanlar var. Çözümü her durumda engellemek için ellerinden geleni yapanlar var. Onların memnun olması mümkün değil.

* * *

Türkiye’de de artık değişim gerekiyor.

Kürt sorununda hâlâ kendi milyonlarca yurttaşının ana dilini seçmeli ders olarak bile kabul etmeyen bir ülke durumundayız. Kendi yurttaşlarımızın kimliğini, kültürünü reddeden onu görmezden gelen bir noktadayız.

Önümde cezaevlerinden gelen mektuplar duruyor. Bir çoğu Türkçe bilmeyen aileleriyle kendi ana dillerinde Kürtçe konuşmalarının yasaklandığını anlatıyorlar. Hâlâ cezaevlerine Kürtçe dergi, gazete ve kitap alınması yasak. Bu ve buna benzer uygulamalar artık günümüz dünyasında sürdürülemez. Topla, tüfekle bunları savunamazsınız.

Dünya yeni bir dünya. Türkiye, hâlâ 100 yıllık korkularla, 100 yıllık yasaklarla bu dünyada bu şekilde devam edemez. ABD bu değişime dayanamadı ve bir siyahı başkanlığa getirerek, gerçeğe kendisini uydurabilmek amacıyla önemli bir adım attı.

Türkiye de değişecek. Bunu anlayıp ona göre siyaset yapan ayakta kalacak, uymayan gidecek...

Değişime bir süre direnebilirsiniz, sonsuza kadar direnemezsiniz...

İşte ABD’nin hali...

Anlayana...

Radikal, 7 Kasım 2008

Oral Çalışlar

08.11.2008


Aç- kapa pazarlığının sonucu

Yeni Başkan Barack Obama’nın ABD politikasına farklı bir üslup getirmesi bekleniyor.

Demokrat Başkan, “ diplomasiye, barışa, insan haklarına, hukukun üstünlüğüne “ ağırlık verecektir.

Yani hedeflerine, NeoCon hoyratlığıyla değil, “ tatlı dil ve güler yüzle “ ulaşmaya çalışacaktır.

Buna karşılık, (....) Türkiye’de tam tersi bir gelişme olabilir ve militarist/milliyetçi yaklaşımlar güçlenebilir.

Bugünlerde Başbakan Erdoğan, belki de bir aç/kapa pazarlığının sonucu olarak, Askeriye ile aynı frekansta konuşuyor. MHP’ye yakışacak sözler onun ağzından dökülüyor.

Sabah, 7 Kasım 2008

Emre Aköz

08.11.2008


İlerleme... Ankaralaş

(...)

Ben henüz ekonomik krizin, doğalgaz zammının etkilerinin tüm boyutlarıyla hissedildiği kanaatinde değilim. Ama tüm ağırlığıyla hissedilen bir şey var; AK Parti’nin Ankaralılaşması... Süratle diğerlerinden pek bir farkı kalmayan bir sistem partisine dönüşmesi...

Önceki gün, Ankara’ya ayna tutan AB’nin ‘İlerleme Raporu’ ne diyor?

‘Hükümet AB üyelik sürecine ve siyasi reformlara bağlılığını vurguladı. Ancak güçlü siyasi yetkisine rağmen, siyasi reformlarda ilgili tutarlı ve kapsamlı bir program öne sürmedi.’

Okumaya devam edelim:

‘AKP bir dizi akademisyene 1982 anayasasını gözden geçirme ve ülkeyi temel haklar konusunda uluslararası standartlarla aynı hizaya getirme görevi verdi.

Ancak halka veya meclise bir taslak sunulmadı ve bunun tartışılması için net bir zaman çizelgesi verilmedi.

Meclis bunun yerine Şubat 2008’de anayasanın 10. ve 42. maddelerini, üniversitede türban yasağını kaldırma amacıyla değiştirdi.’

* * *

Avrupa Komisyonu’nun İlerleme Raporu’nda hükümet, güçlü yetkisine rağmen tutarlı reform yapamaması nedeniyle eleştirilirken sadece sivil anayasa için yapılan hazırlıkların durmasından söz edilmiyor...

Askerin resmî ve gayrı resmi siyasi etkisinin sürmesi... Polisin 1 Mayıs’ta Taksim’de yasağı tanımayan göstericilere karşı orantısız güç kullanması... Kadın hakları konusunda dişe dokunur bir çabanın olmaması...

* * *

Rapor, ‘ifade özgürlüğü’ konusundaki sefaletin aşılamadığından da yakınıyor.

Yüzümüz kızararak okuyalım:

‘Türk medyasında, aralarında Türk toplumunun hassasiyet duyduğu konuların da bulunduğu meseleler geniş bir yelpazede açık olarak tartışılmaya devam ediyor.

Nisanda Meclis, ifade özgürlüğünü koruma önlemlerini güçlendirme amacıyla 301’le ilgili düzenlemeleri kabul etti.

Düzenlemeler maddenin üslubunu değiştirdi, cezanın üst limitini düşürdü ve yabancı bir ülkede hakarete daha fazla ceza getirilmesi hükmünü kaldırdı. Ancak, 301’in ifadesi büyük ölçüde aynı kaldı... İfade özgürlüğünü sınırlayan diğer yasal hükümler de endişe kaynağı olmaya devam ediyor. Sözgelimi, Ceza Kanunu’nun kamu düzenine karşı eylemleri suç sayan 215, 216 ve 217. maddeleri ile Kürt meselesi üzerine şiddet içermeyen düşünceleri ifade edenlere dava açılması ve bunların mahkûm edilmesi yönünde uygulanan Terörle Mücadele Kanunu.

Türk hákimleri ve savcıları ‘şiddete tahrik’ ya da ‘kamu çıkarına’ dair hükümleri, bilhassa Kürtlerle alakalı meselelerle ilgili olarak çok geniş yorumluyor. Bu, AİHM’nin ifade özgürlüğüne dair içtihadına uymamaktadır ve özellikle şiddet içeren ve içermeyen düşüncelerin birbirinden ayrılmaması anlamına gelir.’

* * *

Her ne kadar dolar 1.5 YTL’yi aşmış, Euro da 2 YTL’ye sürtünür hale gelmiş olsa da...

AK Parti’nin oy kaybetmesinin tek nedeni kriz olamaz... O henüz kor ateş gibi bir yakıcılıkta hissedilmekten uzak çünkü...

Bu oy erozyonu, daha ziyade AK Parti’nin ivmesi artan bir şekilde diğerlerine benzemesinden...

Özdemir Asaf’ın şiiri gibi:

‘Bütün renkler hızla kirleniyordu

Birinciliği beyaza verdiler...’

Yani... Siyaset odağından ifade edersek...

AK Parti’nin demokratikleşme yolunda yürümeyen ama hızla Ankaralaşan bir partiye dönüşmesinden...

Star, 7 Kasım 2008

Mehmet Altan

08.11.2008


Onbirinci İlerleme Raporu

2000 ve 2001’de zamanın koalisyon hükümetinin Kopenhag Kriterleri konusunda bir türlü atamadığı adımlar sonucunda Komisyon’un hazırladığı ilerleme raporları bir şeye benzemezdi. İçlerinde pek bir bilgi bulunmaz ve ilerlemeden ziyade gerilemeye işaret ederlerdi. Bu hafta yayımlanan 2008 raporu da daha önceki dönemlerle, özellikle 2002-2004 dönemiyle kıyaslanınca ilerlemeden ziyade gerileme raporuna benziyor. Hükümetin reform konusunda cepten yediği ve envai çeşit gerekçeyle dişe dokunur hiç bir şey yapmadığı artık kabul görmüş bir gerçek. Raporda ‘reformlarda acele edin’ yollu afakî telkinler ve yıllardır tekrar edilen eksikler var. Sanki daha fazla olumsuzluktan bahsetmemek için rapor kısa tutulmuş.

İlgi kaybı had safhada

Diğer yanda son dört yılın raporlarında olduğu gibi bir güzelleme ya da ‘pireyi deve yapma’ taktiği izleniyor. En alelâde iş abartılarak rapora girmiş. En iyi örnek (Gül’ün önemli Ermenistan seyahati dışında) hayal dünyasından öteye geçmeyen Türkiye’nin dünyaca meşhur dış politika başarıları. Raporda Türkiye’nin izlediği olumlu diplomasiden övgüyle söz ediliyor. Diğer güzelleme ‘işleyen pazar ekonomisi’ ibaresi. Yıllardır bu konuda yarım yamalak ifadeler kullanılırken ve geçen yıla oranla bir şey değişmemişken Türk ekonomisi işleyen pazar ekonomisi ilân edilivermiş. Yazacak başka bir şey olmadığından olsa gerek.

Esasen iki tarafta da ilgi kaybı artık dorukta. Hükümetin 2005’ten bu yana AB işini salladığı ilk yazdığımızda kimse oralı olmazken artık bu gönülsüzlük kabul edilir bir veri haline geldi. Ancak AB tarafında aynı hassasiyet yok. En sıkı Türkiye dostları dahi kuru vaaz ve teşvikten öteye bir perspektif sunamıyor. Türkiye’nin AB üyeliğinin sahibi yok. Her iki tarafta da süreci düştüğü yerden kaldırma isteği mevcut değil.

AB, Lizbon Antlaşması’nın onay süreci, İrlanda pürüzü, ağustos başındaki Gürcistan krizi ve şimdi küresel ekonomik krize cevap arayışıyla had safhada meşgul. Bu sorunların yanında Türkiye’nin üyelik sürecinin hiçbir önceliği yok. 2009’a böyle bir haleti ruhiye içinde giriyor olacağız. Yıl içinde önce iyi niyetli ama deneyimsiz bir Çek Cumhuriyeti ve ardından İsveç dönem başkanlıkları var. Küresel krizin etkileri ve İrlanda sorunu baş ağrıtmaya devam ederse zaten iyice zayıflamış olan ilişki 2009 sonunda beter bir yere doğru sürüklenebilir. Açılması beklenen ‘Bilgi Toplumu ve Medya’ ile ‘Sermaye’nin Serbest Dolaşımı’ fasıllarından sonra açılabilecek fasıl kalmadı. Bu bulanık tabloda tek umut ışığı Kıbrıs’ta süregelen müzakerelerin 2009 içinde kalıcı çözüm açısından dişe dokunur gelişmelere imkân vermesi ve bu sayede, askıya alınmış sekiz faslın müzakereye açılması için önkoşul olmaktan çıkarak Türkiye’nin önünü açması.

Küresel kriz ortamında hükümetin ve genelde karar vericilerin AB sürecinin değerini yeterince kavradıkları söylenemez. TOBB başkanı geçen haftalarda kriz konusunda konuşurken ülkeye gereken çapalar arasında AB’yi saymadı bile. Herkesin paçayı kurtarmaya çalıştığı bir döneme girildiği aşikâr. Buna bir de mart sonundaki yerel seçimleri ekleyince AB üyelik sürecinin pek akıllara gelmesi kuşkulu.

Ekonomik kriz, Kürt meselesi, Ergenekon davası ve şimdi Anayasa Mahkemesi kararı üzerinden yeniden alevlenen rejim tartışması derken AB işlerinin daha uzun bir süre gündeme gelmeyeceğini söylemek abartı değil. Ve belki de hiç gelmeyeceğini...

Vatan, 7 Kasım 2008

Cengiz Aktar

08.11.2008


Gücün kaynağı

Ne diyor Amerika? “Bizim gücümüz, silahların gücünden kaynaklanmaz, biz gücümüzü demokrasiden alırız.”

Peki, biz ne diyoruz?

“Bizim gücümüz, demokrasinin gücünden kaynaklanmaz, biz gücümüzü silahlardan alırız.”

Dünyanın en büyük ordusuna ve en gelişmiş silah teknolojisine sahip olan Amerika gücünü “silahtan” değil demokrasiden alıyor.

Biz gücümüzü demokrasiden değil silahtan alıyoruz.

Herhalde iki ülke ve iki yönetim biçimi arasındaki fark ancak bu kadar açık ve net ortaya çıkardı.

Barack Obama’nın başkan seçildikten sonra yaptığı konuşma, Amerika’nın nasıl bir politika izlemeye hazırlandığını bu çarpıcı cümleyle gösteriyordu.

Türkiye’nin nasıl bir politika izleyeceğini ise Başbakan Erdoğan’ın son zamanlarda yaptığı konuşmalar ortaya koyuyor.

Amerika’nın kendisi için bir güç kaynağı olarak gördüğü “demokrasi”, bize 85 yıldır bir “güçsüzlük” kaynağı gibi gözüküyor.

“Demokrasiye geçersek bölünürüz, batarız, komünistler gelir, şeriat gelir, bölücülük gelir” nakaratının cevabını Amerika veriyor.

“Bizim şartlarımız çok özel” diyenler Amerika’ya bir baksınlar.

Dört kadınla evlenen Mormonlar orada.

Hiçbir yeni teknolojiyi kullanmayan, elektriği, otomobili reddeden, hâlâ atlı arabalarla dolaşan Amişler orada.

Müslüman siyahlar orada.

Akın akın gelen ve çeteleşen Hispanikler orada.

Mafyanın her türü orada.

El Kaide’nin vurduğu İkiz Kulelerin enkazı orada.

Özellikle El Kaide’ye karşı çözümü “silahta” arayan ve “demokrasiyi” kenarından köşesinden budamaya uğraşan Bush’tan sonra Amerikalılar kimi seçiyor?

“Biz gücümüzü silahtan değil demokrasiden alırız” diyen bir lideri.

Biz ise Fehmi Koru’nun çok vurucu bir biçimde ifade ettiği gibi “Obama gibi başlayan ama gittikçe Bush’a benzeyen” bir başbakan tarafından yönetiliyoruz.

Amerika, “Bush’tan ve silahtan, Obama’ya ve demokrasiye” doğru yol alırken, Türkiye ve Erdoğan tam tersine bir yolculuğa çıkıyor.

Erdoğan için acıklı bir yolculuk bu.

Onu sevmiş ve inanmış insanlar için de iç acıtıcı bir hayal kırıklığı.

Türkiye’nin “Kürt sorununu” nasıl çözmeye çalıştığına bakmak bile yeter durumu anlamaya.

Obama gibi bir lider nasıl çözecekti bu sorunu?

Gücünü aldığı kaynağı yani demokrasiyi devreye sokarak.

Bush ya da “yeni Erdoğan” nasıl çözmeyi düşünür bu meseleyi?

Silahla.

Peki, bugüne dek bu mesele silahla çözüme ulaşabildi mi?

Binlerce ölüye rağmen hayır.

Bugüne dek bu sorunu “demokrasiyle” çözmeye çalışan çıktı mı?

Hayır.

Neden?

Sanırım bunun iki nedeni var.

Birincisi, sekiz yılda Bush’tan ve onun “silahlı” politikalarından bıkan bir toplum burada yok.

İkincisi, öyle bir toplum olmadığı için Obama çapında bir lider de yok.

Biz henüz “bu silahı ortadan kaldıralım” diye bağırmı-yoruz.

“Bu meseleyi silahsız çözeceğim” diyen bir lider aramı-yoruz.

Öyle bir lider de ortaya çıkmıyor.

Erdoğan gibi “Avrupa Birliği’ne üye olacağım, sivil anayasa getireceğim, özgürleştireceğim ülkeyi” diyerek yola çıkan biri bir süre sonra “şahinleşiyor” ve “gücünü” silahtan almaya çalışıyor.

Amerika’nın sorununu çözmeye yetmeyen silah, Türkiye’nin sorununu çözmeye hiç yetmez.

Bunu herkesin anlaması gerekiyor.

Türklerin de, Kürtlerin de, her iki gruptan politikacıların da, generallerin de, PKK’lıların da...

Çözümü silahta gören herkes kaybedecek, göreceksiniz.

Ne Kürt meselesini...

Ne laiklik meselesini...

Ne yoksulluğu...

Ne işsizliği...

Ne yolsuzluğu...

Silahla çözemezsiniz.

O ünlü sözde dendiği gibi, “kılıçla her şeyi yapabilirsiniz ama üstüne oturamazsınız”.

Çözüm ise üstüne oturabileceğiniz bir zemin yaratmaktır.

Başta Başbakan Erdoğan olmak üzere Türkiye’nin “silaha tapınan” bütün güçleri dünyaya ve Amerika’ya biraz dikkatli bakmalılar bence.

“Biz gücümüzü demokrasiden alırız” diyen siyahî bir lider Amerika’nın başına geçiyorsa, bu, sadece Amerika’da değil bütün dünyada dengeler değişiyor demektir.

“Yapabiliriz, değişebiliriz” diye haykıran bir Amerika ve “biz gücümüzü demokrasiden alırız” diyen bir Obama ile hem dünya hem de Amerika, geçmiş yıllardan daha farklı olacaktır.

Unutmayın ki, Obama geldiği için Amerika ve dünya değişmeyecek.

Amerika ve dünya değiştiği için Obama gibi bir lider iktidara geliyor.

Dünya silahtan uzaklaşmaya hazırlanıyor.

Bizim başbakan ise silaha daha sıkı yapışıyor.

Ne acıklı bir hikâye.

Ama hangi hikâyemiz acıklı değil ki?

Taraf, 7 Kasım 2008

Ahmet Altan

08.11.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 
GAZETE 1.SAYFA

Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır