"Gerçekten" haber verir 15 Kasım 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.

 

Basından Seçmeler

O makamlar size babanızdan miras değil

Ne başbakanlara (ve kurmaylarına) ne Genelkurmay başkanlarına (ve kurmaylarına) bu görevler, sorumluluklar, statüler, binalar, mekânlar, salonlar, odalar, kapılar babadan miras.

Herhalde bizim mesleğin icrasındaki bin bir sorun ve leke üstüne çok şey demişliğim var.

O yüzden, bu diyeceklerim körü körüne “gazetecilik” savunması değil; “çok temel bir ilke”ye dair.

***

O “ilke” de şu:

Kamu alanları esasta kamuya aittir.

Gazetecilik de, “kamusal denetim, gözetim, haber alma, haber verme, kamusal eleştiri” işleviyle “kamu alanları”na girip çıkar.

Başbakanlıkta yahut Genelkurmay’da, “kamu”nun her bir ferdi girip bilgi, haber, açıklama kovalayamayacağı için, en azından kendileri kapıları açtığında, iş takipçileri ve katipler dışında, gazeteci “kamu adına” da orada bulunur.

İşini iyi yapıp yapmaması, hakkaniyetli ve doğru olup olmaması; kamu, işyeri, meslek örgütü ve gerektiğinde yargı tarafından değerlendirilir.

Tabii ki, Başbakanlık da, Genelkurmay da şikâyetçi olabilir; haksızlığa, yalana açıklamayla yahut yargı yoluyla tavır alabilir.

KARA LİSTE

Ne başbakanlara (ve kurmaylarına) ne Genelkurmay başkanlarına (ve kurmaylarına) bu görevler, sorumluluklar, statüler, binalar, mekanlar, salonlar, odalar, kapılar babadan miras.

O kurumların seçilmiş veya atanmış, belli bir süre içinde kıdem almış, belli bir süre için “vazife” üstlenmiş görevlileri.

Oysa, kendilerine göre ayrım yapıyor, yasak koyuyor, basın özgürlüğünü engelliyor, gazeteciler arasında ayırma ve kayırma listeleri hazırlıyor, andıç düzüyor, “akreditasyon” imal ediyorlar.

“Sevdikleri ve sevmedikleri” ni kabul veya reddettikleri yerler sanki kendi özel haneleri.

Mesele, istediğine demeç verip vermemek değil; “basın toplantıları” na dahi kimin gelemeyeceğine dair “kara liste” hazırlamaları.

ÇİFTE ÖLÇÜ

Baykal, Başbakanlık’ın bazı gazetecileri “lanetli” ilan etmesini, “Onları işten attırmak gibi bir şey” diyerek doğru yorumladı; “Demokrasiyle, insan haklarıyla ilgisi yok. Diktatörlüktür, faşist anlayıştır” diye çok sert niteledi.

Bazı nitelemeler abartılı olsa da, bu “haklı” eleştiriyi bütün pistlerde görmek isteriz.

Başta andıçlar, Genelkurmay yasakları, akreditasyonları, “doğru yerde durun” uyarıları için Baykal’dan yine aynı tepki gelebilseydi, “diktatörlük, faşist anlayış” dedi ya, KDV’sini diyebilseydi...

Bu ülkede umut daha fazla olurdu zaten.

Kendisi de “sosyal” ve “demokrat” olabilirdi.

Aynı şekilde, istisnalar dışında, Genelkurmay’da “akreditasyon” ayrımcılığına maruz kalanlar, şimdi Başbakanlık yeltendiğinde de tavır alabilseydi, umut çoğalırdı.

EN KAZDAN NAĞME

Hepsine ayrımsız toplu tavır alabilecek gazeteciler çok olsaydı da, umut ciddi olurdu.

Oysa, memlekette her devir; iktidar, başbakanlar yahut Genelkurmay başkanlarına “kayıtsız şartsız yanaşma” gazeteci figürleriyle ve gazetecilik etkisi kullanan başka iş güç sahipleriyle dolu.

İltifat edilsin, itibar gösterilsin, bir özel haber, demeç verilsin, bir şaka yapılsın kendilerine, bir telefon açılsın, bir davet gelsin, patron onların bu sıkı fıkı ilişkisini takdir etsin, eleştiri değil avukatlık yapsınlar, yazı değil methiye düzsünler, haber değil propaganda çaksınlar; gazeteci değil kâtip olsunlar, sansüre ne hacet otosansüre batsınlar, güce tapıp kendilerini güçlü, etkili kılsınlar; bayılıyorlar.

Meslektaşları itilip kakılırken, ayrımcılığa, aşağılamaya ve tehditlere maruz kalırken, “büyük bir şahsiyet” onları sofraya buyur etsin, göz kırpsın, el sıksın, uçağına alsın, tebrik etsin... yıkılıyorlar.

Yıkıldıkları yerde gazeteciliğin enkazı büyüyor. Enkazın inleyen kalbi “Basın özgürlüğü” diye sayıklıyor.

“Kamu unvanı ve binasını” babadan miras sayanlar da, enkaza basa basa gazeteci ayıklıyor.

Gazeteciyle ilişkilerini de, sivil veya asker, “ast üst ilişkisi” görüyorlar; çünkü çok gazeteci (ve patron) bu işi öyle bir çamura batırmış.

“Üst” hep “üstte ve üstün”; “ast” ise ebediyen “altta ve aşağıda” zaten.

Umur Talu

Sabah, 14 Kasım 2008

15.11.2008


Ankara neden darbeci?

Darbecileri yargılamak yerine, darbecileri yargılamak isteyen savcıyı meslekten men ettiği için...

Dün, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Ankara’nın darbeciliğini tespit etmekle kalmadı, cezalandırdı da...

Ve böylece 12 Eylül darbesi ve Kenan Evren hakkında iddianame hazırladığı için ‘görevini kötüye kullandığı’ gerekçesiyle meslekten ihraç edilen eski Adana Cumhuriyet Savcısı Sacit Kayasu, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde Ankara’ya karşı açtığı davayı kazandı.

* * *

Adana Cumhuriyet Savcısı Sacit Kayasu, 28 Mart 2000 tarihinde savcılık kalemine teslim ettiği iddianamesinde, yirmi yıl önceki askeri darbenin hesabını sormaya kalkışmıştı.

Genelkurmay Başkanı Kenan Evren’in elindeki silahlı gücü yasadışı bir biçimde kullanarak anayasal düzeni ortadan kaldırdığını ileri sürüyordu.

Yaygın görüşe bakılırsa Anayasa’nın geçici 15. maddesi Milli Güvenlik Konseyi üyelerinin eylem ve işlemleri aleyhine yargıya başvurulmasını engelliyordu.

Oysa Sacit Kayasu farklı düşünüyordu... Kayasu, Milli Güvenlik Konseyi’nin 12 Aralık 1980 tarihinde çıkarılan 2356 sayılı yasayla kurulduğunu hatırlatıyor ve bu tarihten önce hukuken böyle bir kurum olmadığını belirtiyordu. Ayrıca, 12 Eylül’le bu tarih arasında tam 90 günlük bir dokunulmazlık boşluğu olduğunu söylüyordu. 15. madde Konsey üyeleri için yargı bağışıklığını 12 Eylül tarihinden başlatsa da bu hukuki bir değer taşımıyordu. Yani bu dönemde Konsey üyesi olmayan generallerin doksan günlük süre içindeki eylemleri ‘yargılanabilirdi’.

Sanık hanesinde ‘Ahmet Kenan Evren, eski Genelkurmay Başkanı’ ibaresinin yer aldığı bu iddianame, Adana Cumhuriyet Başsavcısı tarafından önce görevsizlik nedeniyle sonra da şikáyet dilekçesi olduğu gerekçesiyle ‘yürürlüğe’ konmadı.

Ancak Sacit Kayasu’ya göre hazırladığı iddianame ‘2000/11575’ hazırlık sayısını almış ve ‘hukuki varlığa’ kavuşmuştu. İddianame ile 12 Eylül 2000 tarihinde gerçekleşecek olan 20 yıllık zaman aşımı durdu...

* * *

Darbecileri yargılamanın önü açıldı, zaman aşımı durdu ama savcı Sacit Kayasu, Hákimler Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) kararıyla da 27 Şubat 2003’te meslekten ihraç edildi.

Avukatlık dahi yapamaz hale getirildi...

Aynen Şemdinli Savcısı Ferhat Sarıkaya gibi...

* * *

Dün...

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Kayasu’nun, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (AİHS) 13. ve 10. maddelerine aykırı davranıldığı iddiasıyla yaptığı başvuruyu karara bağlayarak, Türkiye’nin, hem kendisini girişim ve kararlarıyla ifade eden bir savcıyı engellediğine... Hem de mahkemede hakkını aramasına engel olduğuna oybirliğiyle karar verdi. Daha doğrusu, darbecileri yargılamaya kalkan savcıları da kapı dışarı eden, darbecileri kollayan Türk Yargı Sistemini mahkûm etti...

Ankara, davacıya 40 bin Euro tazminat, 1000 Euro da mahkeme masrafı ödemekle cezalandırıldı...

Ama asıl mahkûmiyeti ‘darbecilikten’ aldı...

* * *

AİHM’in yedi yargıcı, görevini yapan bir savcıya böylesi cezalar verilmesini ve işlemlerin ‘orantısız’ olduğunu vurgulamakla kalmıyor... Bunun kaçınılmaz olarak ‘yıldırıcı’ sonuçları da barındırdığını söylüyor. Nasıl yıldırıcı?

Darbeciliği özendiren ‘meslekten men’ kararının, darbeleri yargılamaya kalkanları yıldırması gibi...

Neyse ki, darbeci Ankara’yı da darbecilikten dolayı AİHM eliyle yargılayıp mahkûm eden bir yeryüzü var...

* * *

Darbecileri yargılamanın önü hâlâ açık...

Yeryüzün dolaylı olarak talebi de yargılanmaları...

Savcı Sacit Kayasu’nun meslekten men edilmesinden, ayrıca meslektaşlarının 28 Şubat darbecilerinin Genelkurmay brifingine katılmalarından dolayı hicap duyan gerçek hukukçular var ise rahatlıkla hamle edebilirler...

Umutla bekliyoruz.

Mehmet Altan, Star, 14 Kasım 2008

15.11.2008


Körlük

(...) Ülkeyi gerçekten “bölünme” tehlikesinin ortasına atacak olan senaryonun, durumdan vazife çıkarmaya meraklı bazı çevrelerin “terörle mücadeleye” kalkışması ve Türk-Kürt savaşının kışkırtılması olduğunu ülkenin başındakiler görmüyor. Bu körlük, “ya sev ya terk et” ile başlayan bir tırmanmanın kapılarını da açtı. O kapıdan ilk giren bu “kahraman” vekili başkaları da izleyebilir. Ayrıca böyle işaretlerin güvenlik güçlerinde görev yapanlar tarafından “yorumlanması” ihtimali de tehlikeleri büyütüyor.

***

Körlüğün bir başka ucunda da 13-14 yaşındaki çocukları “terörist” olarak yargılamaya kalkışmak var. Bu çocukları hapishanelere tıkmanın çözüm olduğunu zannedenler, her birinin bu hapishaneden kararlı ve katı bir militan olarak çıkacağının da farkında değil.

PKK’nın ortaya çıkmasının ve gelişebilmesinin şartlarını yaratan en temel unsurlar 12 Mart ara rejimi ve 12 Eylül askeri yönetiminin sorunun üzerine gidiş şeklidir herkesi hapse tıkıp eziyet etmekle sorunun çözüleceğini sanmalarıdır. Bir yandan çoluk çocuğu hapse atıp PKK’nın yeni kaynaklar sağlamasının şartlarını yaratırken, diğer yandan “sivil”leri teröre karşı “göreve” çağırmak bir kez daha PKK’nın varlığını güçlendirecektir.

Başbakan bir suç işledi ve “imam-cemaat” sistemi çalışmaya başladı. Bunun hemen durdurulması, her sorunun çözümünün “demokratik hukuk devleti” içinde olduğunun hatırlatılması gerekiyor.

Okay Gönensin, Vatan, 14 Kasım 2008

15.11.2008


Netekim Paşa yargılanacak mı?

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), “1980 darbesini yapan generallerin yargılanması” talebi üzerine meslekten ihraç edilen Savcı Sacit Kayasu’yu haklı buldu.

“Etkili soruşturma hakkının ihlali” söz konusu.

Kayasu, 1982 Anayasası ile dokunulmazlık elde eden Kenan Evren ve 5 Konsey üyesinin, 1960 Anayasası’nı ihlalden yargılanmaları gerektiği iddiasında bulunmuştu.

Darbe yapıldığı sırada yürürlükte olan 1960 Anayasası’na göre, meşru hükümeti devirerek ve Meclis’i kapatarak suç işlenmiş oldu.

Darbenin başarılı olması, Paşaları suçsuz kılar mı? 12 Eylül darbesi ile suç işlediklerinin farkında olan generaller de, Anayasa’ya koydukları geçici madde ile kendilerini “koruma kalkanı” altına aldılar. AİHM, Savcı Kayasu’nun ihracını kusurlu bulduğuna göre, “Paşaların yargılanması talebi haklı bulunmuş” demektir.

Peki, yargılama mümkün mü?

İlginç olan da işin bu kısmı.

Bu tür suçlarda zaman aşımı 20 yıl.

Kayasu, 2000 yılında davayı açtığında 20 yılın dolmasına sadece 6 ay kalmış. Dava açıldığı için de zaman aşımı 10 yıl daha uzuyor.

Yani, 12 Eylül 2010 yılına kadar süre var.

Madem AİHM, Kayasu’yu haklı buldu, o zaman yargılama yolu açık. Ama, hangi savcı buna cesaret edebilir? Ergenekon’a dava açmaya cesaret eden savcılar varsa, Paşalara yeni dava açanlar da rahatlıkla çıkabilir. Ergenekon’da derin devletle yüzleşen Türkiye, o zaman darbeciler ve darbe geleneği ile de yüzleşmiş olur. Kayasu kararını ilginç kılan bir diğer husus ise, ihraç edilirken avukatlık yapma hakları bile ellerinden alınan, ama dava açmakta haklı oldukları ortaya çıkan savcıların bundan sonraki durumlarının ne olacağı...

Kayasu’nun mesleğe yeniden döndürülmesi gerekmez mi? Bu karar, yine meslekten ihraç edilen Şemdinli davası Savcısı Ferhat Sarıkaya için de emsal teşkil eder mi? AIHM, sırça köşkümüze bir taş daha attı. Bakalım bu kez “derin” uykudan uyanabilecek miyiz?

Erhan Başyurt, Bugün, 14 Kasım 2008

15.11.2008


Tanıştırayım....

İbrahim Dadak...PKK’lı...Karakol basıyor...

Vücuduna bağladığı bombayı bir metropolde patlatıyor.

O eli kanlı bir terörist... O bir cani...

Ama henüz değil... Hazırlanıyor...

Çünkü 14 yaşında... Mardin Cezaevi’nde tutuklu...

Şubat 2008 tarihinde Cizre’de meydana gelen olaylardan hemen sonra evin yakınlarında polisler tarafından gözaltına alınıyor.

Görgü şahitlerinin ifadesine göre beş polis İbrahim Dadak’ı gözaltına alırken feci şekilde dövüyorlar.

Mahalle sakinleri İbrahim’in annesine haber veriyorlar. Annesi karakola gidiyor ve oğlunu diğer çocuklarla birlikte perişan halde görüyor.

Polislere yalvarıyor ancak serbest bırakılmıyor.

Önceki gün kameramıza tercüman aracılığıyla konuşurken olayı şöyle anlattı:

“İbrahim olayların çıktığı günlerde evde hasta yatıyordu. Okula gidemediği için arkadaşından ödevleri almaya gitti. Ancak yolda polisler çeviriyor ve döverek gözaltına alıyorlar. Karakola gittiğimde üzerinde atleti vardı ve zangır zangır titriyordu. Gözaltındayken oğluma şiddet uygulamadılar. Sonra mahkemeye çıkarttılar. Olaylara karıştığı iddiasıyla tutuklandı... 27 gündür Mardin cezaevinde... Ne yapacağımı bilmiyorum...”

İbrahim Dadak yaklaşık bir aydır tutuklu...

İbrahim Dadak bir ilkokul öğrencisi...

Mardin Ceza ve Tutukevi’nde kendisinden yaşça çok büyük siyasi mahkumlarla kalıyor.

Annesinin cezaevinde çekildiğini söylediği fotoğrafta İbrahim’i ve koğuş arkadaşlarını gördüm.

Kendisi gibi birkaç çocuk ve PKK’lı olduğu söylenen, belki dağ kadrosundan, yaşını başını almış tutuklular aynı karede...

Yargıtay’ın yeni içtihatından ötürü 20 yılla yargılanıyor.

Büyük bir ihtimalle 4 yıl 3 ay hapis yatacak.

İbrahim Dadak cezaevinden çıktığında 18 yaşında olacak.

Ve potansiyel bir PKK’lı olacak... Dağ kadrosuna, “siyasi eğitim”ini tamamlamış olarak katılacak.

İbrahim şu anda Güneydoğu’da son bir yıl içinde çıkan olaylarda tutuklanarak siyasi koğuşlarda büyüklerin yanına yerleştirilen onlarca ilkokul öğrencisinden sadece biri..

Suçları?

Taş atmak...

Şırnak Barosu’ndan bir avukatla bu vahim olayı konuşurken onun Cizreli olduğunu fark ettim...

“1992’de 25 kişinin öldüğü o kanlı Nevruz’da ben Cizre’deydim...” dedim.

“Ben de...” dedi, “Polise taş atan o kitledeki 12 yaşındaki çocuklardan biri bendim... Şayet şu anda bu çocuklara uygulanan bize uygulansa ve tutuklanıp yıllarca cezaevinde kalsaydık muhtemelen dağda olurduk... İşte bu çocukların itildiği yer budur...”

Devlet ne yapmaya çalışıyor?

DTP siyasi bir proje peşinde...Tek vurguları “kimlik”...Tek bir sosyal proje duyamıyoruz.

AKP iktidarı taktiksel çıkışlarla ülkeyi geriyor.

Bir büyük oyun şekilleniyor...

Siyasetinizi, demokrasinizi, cumhuriyetinizi, eşitliğinizi, kimliğinizi, cinsiyetinizi ve projenizi bir yana bırakın...

İnsanlığınızı hatırlayın...

İlkokul talebeleri şu anda demir parmaklıklar arkasında...

O çocukları ne yapıp edin oralardan çıkartın...

İnsanlığınız varsa bir şey yapın...Yoksa yarın o çocuklar bunun hesabını soracak...

Kesinlikle soracak.

Feci soracak.

Serdar Akinan, Akşam, 14 Kasım 2008

15.11.2008


Anayasa tartışması

Haşim Kılıç’ın Anayasa’nın Değiştirilemez Maddeler’inin değiştirilebilir olabileceği yönünde başlattığı tartışma, büyüyerek ve genişleyerek sürüyor.

Biz, olaya “Atatürk ilke ve inkılâplarını değiştirmek istiyorlar” gibi kolay ve ucuz bir peşin karalama ile yaklaşmayalım. Konuyu daha geniş bir çerçevede ele alalım. Sonra, ilgili maddelerdeki hükümleri inceleyelim. Bunu yaparken de siyasî ve ideolojik göndermelerden uzak kalarak maddeleri hem hukuk hem de çağdaş değerler ve Türkiye açısından işleyelim.

Dünyanın her yerinde, anayasalarda kendilerine değişmezlik izafe edilen hükümler yer alabilir. Önem taşıyan ayırt edici nokta şu olmalıdır: Eğer bu hükümler, demokratik kavramlar çerçevesinde ise değişmezlik kuralı, işte o zaman demokrasinin garantisi olur.

Ne var ki bu tür hükümler, demokratik değillerse... Hatta daha da öte otoriter bir karakter taşıyorlarsa, işte o zaman garanti edilen şey, demokrasi değil -otoriterizm olur. Bu yüzden de her şeyden önce değişmezliğin kapsamındaki tartışılan hükümlerin içeriğinin ne olduklarının üzerinde durmak gerekir.

MİLLİYETÇİLİK MESELESİ

İlk iki anayasamız, sadece devlet şeklinin cumhuriyet olduğunu düzenleyen hükmü, değişmezliğin kapsamına almıştır. 1982 Anayasası ise bu kapsam’ı ilk üç madde şeklinde genişletmiştir.

İkinci Madde’deki kendilerine değişmezlik izafe edilen kavramların bir kısmının, demokrasinin olmazsa olmazı oldukları kuşkusuzdur. İnsan Hakları’na Saygılı Devlet, Laiklik, Sosyal Hukuk Devleti ve Demokratik Devlet bu niteliktedir. Buna karşılık Atatürk Milliyetçiliği’ne Bağlılık ve Toplumun Huzuru, Millî Dayanışma ve Adâlet kavramları ile sınırlanmış İnsan Hakları’na Saygılı Devlet ifadesi, tartışmaya açıktır.

Milliyetçilik, Atatürk veya başka bir Milliyetçilik de olsa, demokrasiyi garanti edici bir rol oynaması açısından tartışmaya açılabilir. 1982 Anayasası’nı yapanlar, ideolojik kamplaşmayı çözmek ve toplumu bütünleştirmek üzere Atatürk Milliyeçiliği’nin mucizevî rolü olacağını düşündükleri için bu kavrama yer verdiler.

KORUMA PARANOYASI

Bugün, bu düşüncenin beklenen sonucu yarattığı, şüpheli görünmektedir. Türkiye, 12 Eylül öncesinde olduğu kadar kutuplaşmış bir durumdadır.

Ve bu tartışmalar, Türkiye’de laikliğin aşınmakta olduğu gibi bir paranoya’ya yol açmaktadır. Anayasa’nın ikinci maddesi, laiklik ilkesi’ne yer verdiğine göre, bu ilke’yi Atatürk Milliyetçiliği gibi bir madde ile koruma altına almaya ihtiyaç var mıdır?

Toplumun Huzuru, Millî Dayanışma ve Adâlet kavramları ile sınırlanan İnsan Hakları’na Saygılı Devlet ifadesi de dayanışmacı ve korperatif bir anlayışı çağrıştırarak demokrasinin değil, otoritarizmin belirleyicisi olduğu izlenimi vermektedir. Bu konuların ideolojik ifadelerle tartışılması, kutuplaşma atmosferini derinleştirmektedir. Bu nedenle tüm aydınların - hukukçu olsun ya da olmasınlar, bu temel sorunu çözecek yapıcı ifadeler için mürekkep akıtmaları, geleceğimiz açısından daha isabetli olacaktır.

Halit Kakınç

Akşam, 14 Kasım 2008

15.11.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 
Ufo ısıtıcılar, infrared ısıtıcı, kumtel ısıtıcılar.
GAZETE 1.SAYFA

Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır