24 Temmuz 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Dergilerimiz

Elif Eki

ALİ RIZA AYDIN

Kara sevdâ: Hicaz Demiryolu

İstanbul’dan kalkarak mukaddes topraklara kadar gidecek olan kara trenin hülyası, Muhteşem Sultan’ın kara sevdâsıydı gönlünde…

İstanbul’dan kalkarak mukaddes topraklara kadar gidecek olan kara trenin hülyası, Muhteşem Sultan’ın kara sevdâsıydı gönlünde…

Ülke büyük, kontrolü müşkül; görkemli devlet yapısı karşısında ise iştahı kabaran ülkeler!..

Bölgede birçok ülke işgal altında.

Özellikle, Süveyş Kanalının açılışından sonra Arap Yarımadası Avrupalıların ilgi ve müdahale alanına girmiş, dış tehdit ve saldırılara açık hâle gelmişti.

Osmanlı Devleti, teknolojinin ülkemizde de kullanılması hususunda duyarlı ve ilgilidir. Telgraf ve tramvay gibi yenilikleri hemen benimsemiştir. Meselâ, telgraf Batıda 1832’de, Osmanlı’da ise 1853 yılında kullanılmaya başlanılmıştır. Avrupa’nın kullanmaya başladığı demiryolu, Osmanlı’nın da ilgisini çekmiştir.

İlk demiryolu teklifi 1830’larda, bir İngiliz subayı olan Francis Chesney tarafından yapılmış ve bunu birçok teklif takip etmişti zaman içinde.

Tâ Sultan II. Abdülhamid döneminde gündeme oturuncaya kadar.

Devlet-i Âliye, demiryolları sayesinde en ücradaki halkına, tebasına ulaşabilmek için demiryoluna önem veriyordu.

Bölgenin stratejisi; asker sevkiyâtını kolaylaştıracak, ekonomik harekete sebep olacak ve hacıların mukaddes topraklara güven içinde gidip gelmelerini temin edecek Hicaz Demiryolu’nu gündeme getirdi.

O zamanlar hacılar, kervanla ve pek çok müşkülâtlar içinde İstanbul’dan Medine’ye ancak iki ayı aşkın bir zamanda ulaşabiliyordu. Üstelik her an bedevî eşkiyaların tecavüzüne maruz kalma ve soyguna uğrama riski de vardı.

Sultan II. Abdülhamid, İstanbul’u Hicaz bölgesine bağlayacak bir demiryolu hattının yapılmasının zaruretine inanıyordu. Bu hususta devlet ricalinden çeşitli görüşler istedi.

Hicaz bölgesine demiryolu yapımıyla ilgili olarak sunulan teklifler arasında en tafsilatlısını Ahmet İzzet Efendi hazırladı.

Bu teklif layihası 19 Şubat 1892’de Sultan II. Abdülhamid’e sunuldu. İslâm birliğinin tesisini ve halifelik nüfuzunu Orta Doğuda hissettirmeyi lüzumlu gören padişah, zor ve masraflı da olsa, böyle bir hattın yapılmasını 2 Mayıs 1900’de irade etti, karar verdi. Hazırlıklar tamamlandı ve nihayet; “Cenâb-ı Hakkın avn ü inayeti ve Resûl-i Ekrem Aleyhisselâtü Vesselâm Efendimiz Hazretlerinin imdad-ı ruhâniyetine müsteniden hattı mezkûr inşası içün” emretti.

Hicaz Demiryolu projesi kamuoyunda büyük yankılar uyandırdı. Gerek Osmanlı gerekse bütün İslâm âleminde büyük memnuniyet ve coşku ile karşılanan teşebbüs, asrın en hayırlı bir yatırımı olarak kabul edildi.

Müslümanlara şükür secdesi yaptıracak kadar değerli bulunan yol, artık herhangi bir demiryolu olmaktan çıkmış, dinî bir kimlik kazanmıştı.

Hicaz Demiryolu projesi kuvveden fiile geçti ve 1 Eylül 1900 tarihinde resmî bir törenle inşaata başlandı. Böylece Sultanın hülyası ma’kes bularak, demiryoluyla İstanbul’dan Mekke’ye 120 saatte ulaşmak mümkün olacaktı.

Henüz 93 Harbinin yaraları sarılmamış, bütçe delik deşik, Rusya’ya harp tazminatı ödeniyor; bir tarafta ise Bağdat hattının inşaatı devam ediyor.

Yük ağır, ama bu hattın yapılması da bir kara sevdâ!

Sultanın özel sekreteri durumundaki Ahmet İzzet Efendi’nin İslâm dünyasından yardım toplama fikri kabul edilerek Hicaz Demiryolu için özel bir madalya çıkarıldı ve kampanya başlatıldı. Sultan II. Abdülhamid Han, 50 bin lira ödeyerek yardımda bulunanlar listesinin en başında yer aldı.

Evet, evet! Yanlış okumadınız. Bugün, devletin kasasına anahtar uyduranlar; o gün ise, kesesini devletin hizmetine sunanlar…

Sultanın ardından devlet ricali, toplumun bütün kesimi; her yaştan halk, tarikat şeyhleri ve manevî önderler de bağışta bulunuyordu.

Böylesine zor durumda İslâm dünyası, olağanüstü bir hassasiyet göstererek yardıma koştu, imdada yetişti. Osmanlı ülkesi dışındaki Müslümanlardan bağış yağıyordu âdeta. Amerika’daki Müslümanlar da dahil olmak üzere Hindistan, Fas, Tunus, Cezayir, Mısır, İran, Bosna-Hersek, Makedonya, Bulgaristan, Hollanda, Nijerya, Malezya, Endonezya, Cava, Güney Afrika, Sudan, Singapur, Kıbrıs, Doğu Türkistan, Kazan, Rusya ve Çin’de bulunan Müslümanlar bu hayırlı işe katkıda bulunmak için yarıştılar. “Türk’ün Türk’ten başka dostu yok” anlayışını tekzip ettiler âdeta. Afganistan Sultanı Amir Han da en yüksek yardım yapanlar arasındaydı. Özellikle, Hindistan’ın yani bugünkü Pakistan’ın 1909’a kadar düzenli olarak gönderdiği yardımlar her türlü takdire ve övgüye şâyandır. Hindistan’ın bu yardımı, Sultan II. Abdülhamid’in tahttan indirilmesiyle birlikte birdenbire kesilmiştir. Bir tarafta İslâm birliğine vesile olacağına inanılan Hicaz Demiryolu’nun gerçekleşmesi için çalışmalar hummalı bir şekilde devam ediyor, bir tarafta da bu inşaattan ve İslâm birliği fikrinden rahatsız olarak bunu kendileri için tehdit sayan İngilizler bu projeyi baltalamaya çalışıyorlardı. Mısır ve Hindistan’daki gazetelerinde; “Türklerin Hicaz Demiryolu’nu yapacak kabiliyeti yok. Maksatları Müslümanları soymaktır” gibi menfi propagandalar yayınlıyor; Arap kabileleri arasında da, eski gelenek ve âdetlerinin bozulacağı; her sene devlet hazinesinden aldıkları îrâdın kesileceği; deve ve at kervanlarının ortadan kalkacağı gibi birçok asılsız dedikoduları yayıyorlardı. Bunlardan başka; şeyhlere bol para, hediye ve silâh dağıtarak onları inşaat aleyhine tahrik ediyorlardı. İngilizlerin uyguladıkları bu ağır propaganda savaşına rağmen hem yardımlar, hem de inşaat devam etti. Sekiz yıl sonra, Hicaz Demiryolu’nun 161 km’lik Hayfa hattıyla birlikte 1464 kilometrelik İstanbul-Medine bölümü bitti. Hattın toplam maliyeti 3.066.167 lirayı bulmuştu. Burada, bu bedele ilâve olarak emeği geçen işçilerimizi, askerlerimizi ve mühendislerimizi; canını, kanını, terini ortaya koyan vatan evlâdını da yâd etmemiz gerekir. Resûlullah’ın (asm) rûhâniyetini rahatsız etmemesi için rayların altına keçe döşettiren Osmanlı Sultanı II. Abdülhamid’in tahta çıkışının 33. yıl dönümü olan 1 Eylül 1908 tarihinde, Şam’da yapılan resmî bir törenle Hicaz Demiryolu hizmete girdi. Şam’dan Medine istikametine hareket eden trende, devlet adamlarından teşekkül eden kalabalık bir heyetin yanı sıra çok sayıda yerli ve yabancı gazeteci bulunuyordu. Özel trende bir büyük salon vagonu, bir lokanta, bir cami vagonu ve üç yolcu vagonu bulunmaktaydı. Bu tren, Şam’dan Medine’ye kadarki yol güzergâhında sadece namaz ve ikmal için durup kalktı. Yolcular çöl kumları üzerinde cemaatle namaz kılarken, develerle getirilen sularla da tren, ikmal yapıyordu. Hicaz demiryolu işletmeye açıldıktan sonra Hayfa ile Şam arasında her gün; Şam ile Medine arasında ise haftada üç gün karşılıklı olarak yolcu ve yük katarları çalışıyordu. Düzenli olarak başlayan tren seferleriyle, önceden 40 günde kat edilen Şam-Medine güzergâhı 72 saate yani üç güne düşmüştü. Vagonları Müslüman ailelerin rahat edecekleri şekilde düzenlenen trenlerin hareket saatlerinin namaz vakitlerine göre belirlenmiş olması, trenin istasyonda namaz kılacak kadar durması, yolcuların ibadet ihtiyacını kolaylaştırıyordu. Dinî ve millî bayramlarda özel tren seferleri düzenleniyor, Mevlid-i Nebevi’ye tevâfuk eden günlerde ucuz tarifeli “Mevlid trenleri” kaldırılıyordu. Yalnızca hac zamanına mahsus olmak üzere, gidiş-dönüş tek bilet uygulaması yapılıyordu. 1909’da, Osmanlı Sultanı II. Abdülhamid’in 1876’dan 1909’a kadar süren 33 yıllık iktidarına nihayet verilip tahttan indirilmesinden sonra, hattın “Hamidiye-Hicaz Demiryolu” olan ünvanı, “Hicaz Demiryolu” olarak değiştirildi. İlâve edilen bazı tali hatlarla birlikte 1918’e kadar Hicaz Demiryolunun toplam uzunluğu 1900 kilometreye ulaşmıştı. “Su uyur, düşman uyumaz” sözü boşa söylenmemiş. Aç kurtların dünyayı paylaştıkları bir dönemde devletini başarıyla yöneten, mevcut sınırlarını muhafaza eden Sultan II. Abdülhamid’in ince dehasını hazmedemeyenler hiç boş durmadılar, “hiç uyumadılar.” Arap imparatorluğu kurma hayaliyle gözleri kör olan, İngiliz’in sinsi tuzaklarına kurban olan o dönemin Mekke Emiri Şerif Hüseyin’in 1916 Haziran’ındaki Osmanlıya karşı isyanı, Hicaz Demiryolu’nun da sonunu getirdi. İngiliz casusu Thomas Edward Lawrence, peşine taktığı bedevilerle birlikte planladıkları sabotajla, rayları ve lokomotifleri imha ettiler; kullanılmaz hâle getirdiler. İngilizler, bu yollardan kalan ray ve traversleri getirenleri para vererek taltif etme denîliğinden de geri durmazken, bize de, “Ne Şam’ın şekeri, ne de Arap’ın yüzü” edebiyatını ezberlettiler! 26 Mart 1918’de İstanbul istikametinden gelen trenin Medine’ye gelişiyle; Medine’den İstanbul istikametine sevk edilen trenin ise Tebük’e varışıyla seferler son buldu. Böylece, Hicaz Demiryolu’nun Arap topraklarıyla, dolayısıyla Osmanlı’nın, mukaddes beldeyle irtibatı kesildi. Bugün, Medine’de bulunan tren istasyonu, istasyon camii, buharlı lokomotif ve ahşap vagonlar mahzûn; himmetli bir eli, sıladan Yâr’e koşan yolcuları; Hicaz Demiryolu’nu bekliyor. Ürdün’de bulunan Osmanlı’dan kalma tren rayları üzerinde şöyle yazdığı rivâyet ediliyor: “Hâzâ min hayrâti emîri’l-mü’minîn Sultan Abdülhamîd Hân Gâzî azzehu ve nasrahu” (Bu, mü'minlerin emiri Gâzi Sultan Abdülhamid Hanın hayratındandır. Allah onu aziz ve ona yardım eylesin.) Padişah II. Abdülhamid Han, hacıları taşıyan trenin ayakları altına ismini yazdırmış! Demek Sultan, “Gönüller Sultanı” gibi, “Seyyid, kavmine hizmet edendir” demek istemiş… NOT: Bu makalenin hazırlanışında çalışmalarından kısmen istifade ettiğim; Sn. Doç. Dr. Said Öztürk’e, Sn. Ekrem Buğra Ekinci’ye ve Sn. Haşim Söylemez’e teşekkür ederim.

Yanlış bir aşka kapılmamak için ne yapmak lâzım?

Sevgili hocam Halit Ertuğrul Bey,

...

Kitaplarınızı okuya okuya yolumu düzelttim. Çok yanlış şeyler yapıyordum. Çok fanatiktim, çok asiydim. Herkesle kavgalıydım. Annem kaç defa “Seni doğuracağıma keşke bir taş doğursaydım. Bari ağır uslu şurada dururdu” diye feryat etti. Ama “Allah seni ıslâh etsin” diye de çok duâ etti. Allah’ım, annemin duâlarını kabul etti. Sizinle ve kitaplarınızla tanışmayı kısmet etti.

Şimdi okulda başarı için, evimde huzurum için çalışıyorum. Kitaplar okuyorum, imanımı ve kültürümü arttırmaya çalışıyorum.

Kitaplarınız bana çok müthiş etki yaptı. Beni daha önce tanıyanlar inanamıyor: “Sen böyle olur musun?” diyorlar. Desinler, Allah’a şükür doğru yolu buldum.

Hocam inşallah bölümü birinci olarak bitirip, üniversitede kalmak istiyorum. Bütün plânlarım bunun üzerine.

Artık dünya sevgisinden, aşkından ve meşkinden elimi çektim. Ama bunun için bana yardımcı olmanızı istiyorum. Nihayet insanım, her an eski günlere kayabilirim.

Hocam eski günlere bir daha dönmemek ve bir daha yanlış aşk tuzağına düşmemek için ne yapmam lâzım? Çünkü bunun acısını çok çektim. Yani kendime gelmişken o acıları bir daha yaşamak istemiyorum.

Allah gücünüzü, kuvvetinizi arttırsın da yazın.

Sevgiler hocam.

Cihan ÖRNEK

TAVSİYELER

Sevgili Cihan Bey, sizleri bütün kalbimle tebrik ede-rim. Bütün samimiyetiniz ve açık sözlülüğünüzle nere-lerden ve nasıl geldiğinizi ifade etmişsiniz. İnşallah sizin bu güzel dönüşünüz, bu tür problemler yaşayanlara da örnek olur.

Bu azim, bu kararlılık ve bu inanç içindeki sizler gibi gençlerin, bir daha sarılmayacağı ve yollarından asla taviz vermeyecekleri ümidindeyim. Ama bir hatırlatma kabilinden de olsa, sorunuza cevap vermeye çalışacağım.

Yanlış bir aşka kapılmamak için ne yapmak lâzımdır?

Yalnız yanlış bir aşk için değil, bütün yanlışlar için, insan sağlam, istikrarlı ve kuvvetli bir hayat anlayışı geliştirmelidir. İnsan, hayatının ve felsefesinin temelleri ne kadar güçlü olursa, o kadar problemlere karşı direnci artar, olaylar önünde de dimdik, ayakta kalır.

Bunlar nasıl başarılacaktır?

1- Cinsellik tuzağına karşı tedbir alın. Kendinizi denetlemek ve kollamak için, kendi kendinize görev verin.

2- Yanlış yaptığınız zaman mutlaka kendinize bir ceza kesin. Bu üç gün, oruç tutma veya bir günde on günlük kaza namazı kılma olabilir.

3- Sizin gibi düşünenlerden ayrılmayın. Çünkü birlikteliğiniz kötülüklere karşı güç ve set olur.

4- Kendinizi, inancınızı ve moral değerlerinizi tanıtan, anlatan ve psikolojinizi güçlendiren kitaplar okuyun. Meselâ, Risâle-i Nur kitapları bunlardan birisidir.

5- Kendinize iyi bir arkadaş grubu oluşturun. Sohbetler düzenleyin veya düzenlenen sohbetlere gidin. Böylece kendi denetiminizi daha iyi yaparsınız.

6- Günahların şiddetli ceza ve azaba dönüşeceğini unutmayın.

7- Cinselliğinizi tahrik eden sinema, kitap ve benzeri fantazilerden uzak durun.

8- İbadetlerinizi asla bırakmayın. Çünkü ibadetler, insanın en güçlü koruma polisleridir.

9- Sevginizi, aşkınızı Allah yolunda kullanmaya çalışın.

10- Günü ve zamanı geldiğinde evlenin. Evlilik, insanı cinsellik ve şehvet belâsından korur.

Bütün bunların yanında en önemli tedbir de şu olmalıdır:

Ben bir kulum. Bir imtihan yaşıyorum. Her davranışımın hesabını, her an karşıma çıkması muhtemel ölümle birlikte vermeye başlayacağım. Öyleyse her gece kendimi sorguya çekip, kendime sormalıyım:

Bu günkü manevî kazancım ne? Ölüme ne kadar hazırım? Bu denetim sizi zararlı olan her şeyden koruyacaktır.

Mutluluk kitabından bir hece

Beydeba, ‘Kelile ve Dimne’ isimli eserinde mutluluğu yakalamanın sırlarını konuşurken beş özellikten bahsetmektedir. Bu beş özelliğe sahip olanın muhtaç duruma düşmeyeceği, gurbette yalnız kalmayacağı, uzakların ona yakın olacağı, geçimini rahat sağlayacağı ve bunları yaşamaya devam ettikçe iyi dostlar kazanacağını ifade etmektedir. Bu beş özelliği de şöyle sıralamaktadır:

1- Kimseyi kırmamak.

2- Terbiyeli olmak.

3- Şüphe ve ithamdan uzak yaşamak.

4- İyi ahlâklı olmak.

5- Olgun ve asil davranış sahibi olmak.

Kimseyi kırmamak, kişilerin hatırını saymak erdemli bir iştir. Hatır sayma bir çeşit iyiliktir. Bütün canlılarda iyiliğe karşı hürmet duygusu vardır. Suya atılan iyiliği balık bilmese de Yaratıcı bilmektedir. O iyilik kesin olarak boşa gitmeyecektir.

Kimseyi kırmamak adına hakkın ve haklının ölçülerini de eğip bükmemek gerekmektedir.

İnsanlarda hatır ile menfaat arasında sıkışma meydana gelebilir. Böyle bir durumda zayıf insanlar menfaatini ön planda tutabilmektedir.

Menfaati ile hakkın hatırı çatıştığında hakkı tercih etmek büyüklüğün işaretidir. Büyük insanlar tercihlerini böyle durumlarda haktan yana kullanırlar. Hakkın hatırını hiçbir hatıra fedâ etmezler.

Hakkı çiğnemek basitliktir.

Kur’ân-ı Kerim’de insanların bu durumuna dikkat çekilmekte ve şöyle denmektedir:

“Şüphesiz insan çok hırslı ve sabırsız olarak yaratılmıştır. Başı derde düştü mü sızlanır durur. Ama servet sahibi olunca da pinti kesilir.” 1

Âyette geçen (helu’) kelimesi hırslı ve sabırsız olarak ifade edilmiştir. Devamındaki iki âyet, bu kelimenin ne anlama geldiğini açıklamaktadır. Burada iki özellikten bahsedilmektedir.

Biri, başı derde düştü mü sızlanıp durmasıdır. Hayatını bir karamsarlık çemberi içine hapseder. Gülenin gülmesine, ağlayanın ağlamasına bozulur. Bazen kendini, bezen ilişkili olduğu çevresini yüz üstü bırakır. Bazen de işi biraz daha ileri götürüp, haddini aşıp itiraz oklarını Allah’a göndermeye kalkar. Kaderini tenkit etmeye başlar. Başkasının hakkı ne kadar muhterem ve kutsal ise kişinin kendi hakkı da öyledir. Kendisine zarar verme hakkı yoktur.

Büyük insanlar, herkesin yere düştüğü anlarda ayakta kalmayı başaranlardır. Dostlarını ve yakınlarını terk etmeyenlerdir. Sıkıntılardan dolayı bağırıp çağırmak yerine çözüm üretmeye kalkar onlar. Bilirler ki ihtiyarlık ve ölümün dışında her derdin çaresi vardır. Bu peygamber öğüdünü hayat rehberi olarak benimserler. Allah kuluna kaldıramayacağı bir yükü yüklememiştir. O halde ihtiyarlık ve ölümün dışındaki her şeyin bir çözümü olmalıdır. İşte mutluluğun giriş kapısı bu anlayıştır.

Nimeti de, nıkmeti de Allah vermektedir. O bizim sahibimizdir. Bizi en iyi O bilir. Hakkımızda en iyi kararı da O verir. Nimet veya külfet ne verdiyse ona razı olmak, itiraz etmemek bizim vazifemizdir.

Mutluluk kitabının besmelesi budur. Başımıza gelene gönül rahatlığı içinde razı olabilmek, gönül hoşluğu ile kabul edebilmektir. İster hoşa gitsin ister gitmesin.

Ne yâra, ne ağyâra minnet etmemek, sadece nimetin asıl sahibine minnet edip şükretmektir.

Kimseyi kırmamanın içinde başkaları dâhil olduğu gibi kendisi de dâhil olmalıdır. Yani insan kendini de kırmamalı ve haddini aşmaya kalkmamalıdır.

Terbiyeli olmanın içinde haddini bilip haddinden tecâvüz etmeme duygusu vardır. Kendine ve etrafına saygılı olmak hür olmak demektir. Yani kimseyi minnet altına almadığı gibi Allah’tan başkasının minneti altına da girmemektir. Asıl hür olma bu olmalıdır. En büyük hürriyet, Allah’tan başkasına kulluk etmemektir. Sadece O'na kulluk edip, O'ndan yardım istemektir.

İlk öğretmenliğe başladığım yıllarda bir büyüğüm bana şöyle bir tavsiyede bulunmuştu: Öğretmen veya idareci olarak bir bayanla konuşman gerektiği zaman kapını kesinlikle açık tut. Kapalı kapılar arkasında konuşmaya kalkma. Bu, seni büyük ölçüde şüphe ve ithamdan koruyacaktır. Otuz yılı aşan meslek hayatımda bunun çok büyük faydasını gördüm. Kapalı rejimler nasıl bataklığa saplanmış ise, kapalı işler de batağa saplanmaya mahkûmdur. Açık davranışlar kötülüklerin önündeki en büyük engeldir. Kirli işlere dikkat edildiğinde hep kapalı kapılar ardında işlendiği görülecektir. Açık hareketler, hem inancın, hem vicdanın, hem kamuoyunun, hem de hukukun denetimi altındadır. Kolay kolay kirli işlere bulaşamaz. Ne pislik çıkarsa hepsi ya kapalı hareketlerden veya kapalı kapılar arkasında işlenen hareketlerden çıkmaktadır.

Kapalı rejimler de böyledir. Her türlü kirliliğe müsaittir.

Mutluluk kitabının fatihası, delilsiz ve mesnetsiz kimseyi töhmet altına almamaktır. Buna kendi şahsı da dahildir. Başkalarına şüphe verecek işlerden ve töhmet vesilesi olabilecek hareketlerden kaçınması da gerekmektedir. Böyle olursa, başı dik yaşamaya sebep olacaktır. İnsan çok değerli bir varlıktır. Onun için başının dağlar gibi dik olması arzu edilir.

İkincisi ise, âyetin devamında servet sahibi olunca pintileşmesidir. Bu önemli bir uyarıdır. Civciv, yumurtasının kabuğunu unutmamalıdır. Karun'u kara toprağa gark eden güç karşısında büyüklük taslamaya gerek yoktur. Nimeti, Veren’in yolunda ve O'nun arzu ettiği tarzda sarf etmek büyüklüktür. Bunu fiile dökmek varlık zamanında olacaktır.

Dipnot:

1- El-Mearic (70)/19-20-21

TOPRAK, ÇOCUKLARIN İLKBAHARIDIR

Sokakta oynamak

Tanımı da eşsizdi onun, benzetmeleri de…

“Toprak, çocukların ilkbaharıdır!” derdi.

İlkbaharda açardı çiçekler.

İlk baharda uçardı kuşlar, kelebekler. Her şeyin en taze ânı olan ilkbahar, çocukluğun ilk devresi gibidir.

Toprağı da çocuklar için aynı görüyordu Sevgili Peygamber.

Çocukların toprağa ihtiyacını biliyordu.

Onun için küçük torunları Hasan ve Hüseyin’i, Hz. Enes ile beraber toprağa gönderiyordu oyun için, yani sokağa.

Sokakta ilkbaharlarını yaşayan çocuklara, onun için bu denli ilgi gösteriyordu. Onların oyunlarına katılıyordu. Onlarla oynuyordu.

Çocukların ilkbaharı olan toprakta, çocuklarla selâmlaşıyordu. Çocukların en mutlu oldukları an, sokaktaki oyun anlarıdır.

İlkbahar da, insanda mutluluğun arttığı bir zamandır.

İlkbaharda büyür her şey.

Çocuklar da topraktaki oyun hallerinde gelişirler.

Toprak, insandaki negatif enerjiyi de çeker. Hele de ilkbaharda.

Toprakta oyun, çocukların negatif enerjisini alıp, onların rahatlamasını sağlar…

(Peygamberimiz ÇocuklaraNasıl Davranırdı, s. 47)

Mahlas ya da müstear

Edebİyat dünyasında, şairlerin ve kalem erbabı kişilerin kendi isimlerini farklı gerekçelerle de olsa saklayıp yerine değişik adlar aldığı sembolik kelimelere, mahlas, müstear isim denir. Bu sembolik isimler önce Arap, sonra İran ve daha sonra da Türk edebiyatında kullanılmaya başlanmıştır.

Şimdi, ilginç müstear isim kullanan yazarlarımızdan bazılarını tanıyalım:

1. Cahit Zarifoğlu (1940-1987 ); Vedat Can, Emine Işık, Ahmet Soyer gibi isimleri kullanmıştır.

2. Mahmut Rafi Cevat Ulunay (1890-1968); Ulunay, Arı, Serazad, Sohbetsever.

3. Nurettin Topçu (1909 -1975); Osman Asyalı, Nurettin Ahmet, Nizam Ahmet.

4. Musa Topbaş (1917); Sadık Dana.

5. Mustafa Ruhi Şirin (1955); Selim Uğurlu, Zeki Kuş, Aytaç Yıldız, Mümtaz Güleryüz.

6. Emine Şenlikoğlu (1950); Hatice Kuyumcu, Mümine Mahkum.

7. Süleyman Nazif (1869-1927); Nazif, Şair S.N., Cadı, Kara Kedi, İbrahim Cehdi, Selim Sabit.

8. Nuri Pakdil (1934 ); Emin Ziyaoğlu, Ebubekir Sonumut, Ali İmran, İlyas Tarık, Yahya Hurşit.

9. İskender Pala (1958); İlhami Yalınkılıç, Pertev Pala.

10. Barış Manço (1933-1999); Sami Sibemol.

11. Sultan I. Mahmut (1696-1754); Sebkati.

12. Sultan II. Mahmut (1784-1839); Adli, Adil.

13. Mustafa Kutlu (1947); Hacı Yakupoğlu, Selim Yağmur, Mim Kutlu.

14. Ali Ulvi Kurucu (1920-2001); Ali

15. Zeki Ömer Defne (1908-1992); Asri Baba.

16. Faruk Nafiz Çamlıbel (1898-1978); Çamdeviren, Deli Ogün, İğne ile Kuyu Kazan, Kalender, Tatlı Sert, Yamak.

BÖCEĞİN DERSİ

Bugün akşama yakın saatlerde okuduğum kitabın içinden bir böcek çıktı. İleri geri yürüdü durdu. “Nasıl besleniyor, nasıl geçiniyorsun?” diye sordum. Böcek hal diliyle dedi ki: “Bu rızık işi ve endişesi siz insanların meselesi. Bizim böceklerin dünyasında böyle bir mesele yok” dedi.

Böceğin dersi devam etti. Ama bu haftalık bu kadar. Malûm; şifa hazımdadır derler.

DUÂMIZ

Ya Rabbİ! Bizi köle gibi kullanan bu serkeş nefisten bizi satın al. O nefis bıçağı kemiğe dayandı (zulmü canımıza yetti).

Ya Rabbi! Sana ne arz edeyim. Çünkü sen gizli ve açık her şeyi bilirsin.

Mevlânâ Celâleddin-i Rumî (k.s.)

(Allah Dostlarından Yaşayan Sözler, s. 89)

SÜT ANNEMİZ

DünyayI süt anneniz, ahireti de öz anneniz kabul ediniz. Küçük çocuk süt annesine gitmek için feryat edip çırpınır. Akıllandığı zaman ise öz annesine gitmeyi çok ister. Siz de akıl sahibi iseniz öz anneniz olan ahirete yöneliniz.

Cafer bin Süleyman Dabi (k.s.)

(Allah Dostlarından Yaşayan Sözler, s. 94)

TANIŞAN RUHLAR

Haris bin Umeyre’den:

Medain’e Selman’ın (r.a.) yanına geldim. Onu kendi eliyle tabakladığı bir post üzerinde otururken buldum. Kendisine selâm verdiğim zaman:

“Kapıdan ayrılma geliyorum” dedi. Ben:

“Vallahi beni tanıdığını sanmıyorum,” dedim.

“Tanıyorsun, tanıyorsun; şu anda tanışmadan önce, ruhlarımız tanışmıştı. Çünkü ruhlar, gruplara ayrılmış bölükler halindedir. Allah yolunda tanışan ruhlar kaynaşırlar. Allah yolunun dışında tanışan ruhlar ise, anlaşamazlar,” dedi.

(Hayatü’s-Sahabe, s. 1171)

EĞER...

Hz. Aİşe rivayet ediyor: “Resulûllah (a.s.) bir gün bana: ‘Üsame’nin yüzünü yıkayıver’ dedi. Ben hiç çocuk doğurmadığım için çocuğun nasıl yıkanacağını bilmiyordum. Onu aldım, gayr-i nizami bir tarzda yıkamaya başladım. Derken Hz. Peygamber (asm) çocuğu benden aldı ve yüzünü yıkamaya başladı. Bu sırada şunları söyledi: “Üsame kız olmamakla bize iyilik yaptı. Eğer sen kız olsaydın seni ben süsler, ben everirdim (…)” Yine Hz. Aişe’nin bu rivayetinden anlıyoruz ki, Hz. Peygamber, Üsame’nin burnunu temizlemek ister, tevessül edeceği sırada Hz. Aişe: “Bırak ben yapayım” der.

“ŞÜKRÜNÜ EDEBİLMEK”

Yüce Nebi Hz. Musa (a.s.) bir gün Cenâb-ı Hakk’a (c.c.) duâsında:

“Allah’ım hangi nimetine hamdedeyim, hangi birine şükredeyim.. Nimetlerin o kadar çok ki, saymakla bitiremem” der.

Cenâb-ı Hak, “Saydığın her nimetin şükrünü, şimdi edâ ettin,” buyurur.

Çocukları ihtiyarlatan savaş

Bediüzzaman diyor ki:

Harb–i Umumîde, esaretle (1916–1918), Rusya’nın şark–ı şimalîsinde (kuzey–doğusunda), çok uzak olan Kosturma vilâyetinde bulunuyordum. ...Gerçi daha kendimi ihtiyar bilmiyordum; fakat Harb–i Umumîyi gören ihtiyardır. Güya ("Çocukları ihtiyarlatan bir gün." Müzzemmil Sûresi: 17) sırrına mazhar olarak, öyle günlerdir ki, çocukları ihtiyarlandırdığı cihetle, kırk yaşında iken, kendimi seksen yaşında bir vaziyette buldum.

(Lem'alar, s. 234)

En büyük zararı Osmanlı gördü

Birinci Dünya Savaşının fitili Avrupa'da ateşlendi; ancak, "çocukları ihtiyarlatacak derecede" dehşetli olan bu harp belâsı, özellikle Osmanlı ve İslâm dünyasını vurdu.

Gerek toprak kaybı, gerekse can ve mal kaybı itibariyle de, en büyük zararı yine Osmanlı Devleti gördü.

Harbe iştirak eden tarafları şu şekilde kategorize etmek mümkün: Osmanlı–Alman ittifakına Avusturya–Macaristan İmparatorluğu da dahil olmuştur. Karşı cephede ise, İngiltere, Fransa, Rusya ve bilâhare Amerika yer almıştır. Savaşın sonlarına doğru ise, Yunanistan, Sırbistan ve Romanya da karşı cephede yer aldıklarını ilân etmişlerdir.

Osmanlı ordusu, harbin başından sonuna beş büyük cephede savaştı.

Bunlar, sırasıyla ve özet halleriyle şöyledir:

1) Kafkas Cephesi

Bu cephede, Osmanlı ile Rusya savaşıyordu. Osmanlı vatandaşı olan Ermeniler de, savaşın kızışmasıyla birlikte Rusların safına geçti. Ermeni çeteciler, ateş gücü yüksek Rus ordusuna hem kılavuzluk yaptı, hem de sivil Müslüman halktan sayısız mâsumu katletti. Haliyle, Müslümanlar da yer yer misillemede bulundu. Osmanlı ordusunun en büyük kaybı, Sarıkamış'ta Allahuekber Dağlarında yaşandı. 1915'in başlarında yaşanan fevkalâde ağır kış şartları içinde cepheye giden askerlerden on binlercesi soğuk, açlık ve hastalıktan kırılarak şehit düştü. Bediüzzaman Said Nursî de, tahminen 4500 kişilik milis kuvvetlerinin başında Gönüllü Alay Kumandanı olarak, bu cephede harbetti. Askerlerinin ve talebelerinin çoğunu şehit veren Bediüzzaman Hazretleri, son Bitlis savunmasında 3 Mart 1916'da ayağı kırık ve üç mermi darbesiyle yaralı halde Rusların eline esir düştü. Esaret hayatı, 1918'in Haziran'ında son buldu.

2) Çanakkale Cephesi

Bu cephede, Osmanlı'nın karşısında bir "kuvvetler koalisyonu" vardı. Düşman kuvvetlerin başını ise, İngiltere ve Fransa çekiyordu. Ayrıca, İngiliz Ülkeler Topluluğu denilen Büyük Britanya Krallığına bağlı (çoğu sömürge durumundaki) devletlerden de sayıları yüz binleri aşan asker yığılmıştı, bu cepheye. Ne acıdır ki, bunların arasında Hindistan'dan getirtilmiş İslâm dinine mensup pekçok asker de vardı. Çanakkale harbi, biri denizde, biri karada olmak üzere iki etapta ve iki merhalede yaşandı. Şiddetli Boğaz Harbi, 18 Mart'ta Osmanlı'nın zaferiyle neticelendi. Nisan'da Anzak Koyunda başlayıp Gelibolu Yarımadasını kaplayan kara savaşları ise, 1916 senesinin Ocak ayında nihayet buldu. Bu sahadaki hemen her karış toprağa insan kanı dökülmüş, adeta kumlar sayısınca patlayan silâhlar aylarca ölüm kusmuş ve karşılıklı olarak yüz binlerle ifade edilebilecek çok büyük bir can ve mal telefatı yaşanmıştır.

3) Galiçya Cephesi

Bu cephenin adını pekçok kimse duymuş, biliyor; ancak, mahiyeti pek bilinmiyor. Yer olarak, Karpat Dağlarının kuzeyine tekabül ediyor. Bugün itibariyle, bir kısmı Ukrayna'nın batısında, bir diğer kısmı ise Polonya'nın güneyinde kalıyor. Birinci Dünya Harbi esnasında ise, Galiçya, Avusturya–Macaristan İmparatorluğu ile Çarlık Rusyasının hakimiyeti altında el değiştirip duruyordu. Savaş şiddetlendiğinde, Almanya batıdan gelecek Fransız saldırılarına, Avusturya–Macaristan kuvvetleri ise, doğuda kalan Galiçya Cephesinde Rus saldırılarına mukabele edecekti. Ne var ki, Avusturya–Macaristan bu işi başaramadı. İlerleyen Rus kuvvetleri, Karpat Dağlarının kuzey eteğine kadar gelip dayandı. Bunun üzerine, müttefiklerimiz, Osmanlı ordusundan yardım talebinde bulundu. Yardım talebi uygun görüldü ve anlaşma sağlandı... Yorgun da olsa, Çanakkale muharebelerinden zaferle çıkan 30 bin kadar Osmanlı askeri tren katarlarıyla cepheye sevk edildi. 1916 yılı Eylül'ünde bölgeye intikal eden Osmanlı kuvvetleriyle Rus kuvvetleri arasında şiddetli çarpışmalar yaşandı. Mağlubiyet kaçınılmaz oldu. Bu cephenin dağlık bir bölgesinde halen Müslüman (Türk) Şehitliği vardır.

4) Irak Cephesi

Birinci Dünya Harbinin ilk safhasında açılan cephelerden biridir. Buradaki zengin petrol yataklarına gözünü diken İngilizler, 1914'ün Ekim ayında Bahreyn, Kasım ayında da Basra'yı işgal ettiler. Bunun üzerine, yerli kuvvetlerle müşterek hareket eden Osmanlı ordusu, şiddetli bir taarruz harekâtı başlattı. Taarruzda başarısız olmayı kendine yediremeyen cephe komutanı Yüzbaşı Süleyman Bey, bunalıma girerek intihar etti. Haliyle, bu da taraflar arasında büyük bir moral dalgalanmasına sebebiyet verdi. Osmanlı askeri üzülürken, İngilizler sevinçten bayram yaptı. Çarpışmalar yine de bütün şiddetiyle devam etti. Asker ve ateş gücü yüksek olan İngilizler, ayrıca Hindistan'dan sayıları yüz bini aşan silâhlı birlikler getirtti. Büyük bir kuvvetle taarruza geçen İngilizler, 11 Mart 1917'de Bağdat'ı işgal etti. Ardından Musul'a yöneldiler, ancak burayı harb ederek değil, maalesef 30 Ekim 1918'de imzalanan Mondros Ateşkes Antlaşmasıyla kısmen de olsa hakimiyetleri altına aldılar.

5) Sîna–Filistin–Suriye Cephesi

Harbin başlamasıyla birlikte (1914–15) Mısır ve Suveyş Kanalını kontolleri altına alan İngiliz kuvvetleri, bir taraftan da Arap şeyhleri ve kabile reislerini de kendi taraflarına çekmeye çalıştılar. Buna mukabil, bu cephede Osmanlı ordularına kumandanlık yapan meşhur İttihatçı Cemal Paşa, Arapları küstürmek için elinden geleni yaptı. Arap ileri gelenlerinden pekçok adamı çeşitli bahanelerle idam ettirdi. Buna rağmen, Arapların çoğu yine de Osmanlı'nın yanında harp ediyordu. Müşterek hareketle iki defa başarısız kalan ve çok büyük kayıplara sebebiyet veren "Kanal Seferleri" (Suveyş Kanalı) yapıldı. Ardından Gazze'ye saldıran İngilizlerle Osmanlı kuvvetleri arasında çok kanlı muharebeler yaşandı. Sina, Gazze ve sair Filistin toprakları zaman zaman el değiştirdi. Bölgede 4., 7. ve 8. Osmanlı ordusu bulunuyordu. Yıllarca süren muharebelerde büyük perişaniyet yaşayan ordu, sonlara doğru sürekli kayıplar vermeye başladı. 1917'de bölgede kurulan ve tavzif edilen Yıldırım Orduları da hiçbir varlık gösteremedi. 24 Ekim 1917'de 130.000 askerle taarruza geçen İngilizler, her defasında mevzi kazanarak, bir senelik süre sonunda bölgenin tamamını işgalleri altına aldı. Filistin, işte tâ o günden bugüne Arapların ve İslâm âleminin kanayan bir yarası halini aldı.

NETİCE

Geniş topraklarının yaklaşık 20'den 19'unu kaybeden Osmanlı Devletinin bütün bu cephelerdeki asker kaybı da, yaklaşık bir buçuk milyondur. Yekûn insan kaybı ise, dört milyon civarındadır.

Asker ve sivilden müteşekkil bu dört milyon rakamına, harp belâsının kaçınılmaz neticelerinden açlık, hastalık, esaret ve muhaceret sebebiyle olan kayıplar da dahildir.

Bazı cephelerde adeta bir küçük kıyâmeti andıran harp boğuşmaları esnasında, kimsenin kimseye sahip çıkamadığı çok elim haller, acı vaziyetler yaşanmış.

Bu hallerin yaşandığı o dehşetli savaşa "çocukları ihtiyarlatan günler" denilmesinin sebebi, işte bu acı, bu kahredici vaziyetlerdir.

24.07.2009

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri


Önceki Elif Eki

  (17.07.2009) - “Üçüncü madde: Tesettür kalkacak!”

  (10.07.2009) - MÜSTEHCENLİK KADINI ÇİRKİNLEŞTİRİYOR

  (26.06.2009) - ‘Bir alana, Bin bedava’ (!)

  (19.06.2009) - Elif bir harman

  (12.06.2009) - Elif’imiz kemâlini buluyor

  (05.06.2009) - Bir paylaşma san'atı: Evlilik

  (29.05.2009) - Elif ses getirdi

  (22.05.2009) - GENÇ KALEMLERE ÇAĞRI

  (15.05.2009) - Mevlânâ ve Bediüzzaman’ın ortak mesajı: İTTİHAD-I İSLÂM

  (08.05.2009) - İkinci haftaya girerken

Gazetemiz İmtiyaz Sahibi Mehmet Kutlular’ın STV Haber’deki programını izlemek için tıklayın.
Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.