11 Kasım 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Basından Seçmeler

İmam-ı Âzam’ı Atatürk’le özdeşleştirme yardakçılığı

Numan bin Sabit; İmam-ı Azam yahut Ebu Hanife olarak tüm İslam dünyasının belleğinde tartışmasız yerini alan büyük İslam hukukçusu. Fıkıhta ve İslam düşüncesinde İslam geleneğinin belkide en büyük kilometre taşı olarak kabul edilebilir.

Şimdilerde bu mümtaz sima ile asker, siyaset ve devlet adamı Mustafa Kemal’i özdeşleştiren bazı aklı evveller zuhur etti ülkemizde. Şüphesiz böyle bir karşılaştırmanın ne düşünsel, felsefi, ne akademik, ne epistemolojik, ne entelektüel ne de tarihsel bir temeli var. İlmi ve fikri namusunu koruyan her bilim adamının kabul edeceği gibi, Mustafa Kemal ile İmam-ı Azam’ı kıyaslamak yahut düşüncelerinin ve yapmak istediklerinin aynı olduğunu söylemek kasıtlı, ideolojk ve siyasal menfaatlere yönelik bir saptırma olduğu gibi, aynı zamanda anakronizmin tavana vurmuş en uçuk noktasıdır. Şimdi maddeler halinde birkaç temel noktayı aydınlatalım.

KIYASLAMA İKİSİNE DE HAKSIZLIK

8. yy.’da, farklı siyasal, tarihsel, sosyal, kültürel ve ekonomik koşullarda yaşamış bir İslam hukukçusunun fikir ve düşüncelerini, Batı’dan özelikle Fransız aydınlanmasından etkilenmiş, Türkiye’nin yönünü Batı medeniyeti, hatta muasır medeniyeti aşmak olarak göstermiş hayatının üçte ikisini asker olarak geçirmiş, harf inkilabından, takvimlerin değiştirilmesinden kılık kıyafet devrimine, medeni hukuka, keza ceza, borçlar, eşya ve aile hukukuna kadar Batı medeniyetini pozitif hukuku ölçü olarak kabul etmiş askeri ve siyasi bir lideri İmam-ı Azam’la eşitlemek tam manasıyla hem İmam-ı Azam’a hem de Mustafa Kemal’e iftira etmekle eş anlam taşımaktadır

Zira İmam’ı Azam’ın hukuk metodolojsinin temel referansları Kur’an ve sahih sünnettir. Halbuki, modern Türkiye’nin kurucusu Mustafa Kemal, tüm devrim ve inkilap hocalarının, keza hukukçu öğretim üyelerinin de kabul edeceği gibi devletin kamusal alanında geçerli olacak hiçbir devrimi ve yasayı İslam Hukuk metodolojisine, keza İslam düşüncesine göre uyarlamamıştır. Zira bunu da açıkça söylemekten çekinmemiştir. (Millet Meclisi Tutanak Dergisi D. V, C. 20, Sa. 3 Mustafa Kemal Atatürk’ün 1 Kasım 1937 Meclis konuşması)

Mustafa Kemal’in yaptığı devrimlerle İmam-ı Azam’ın intikamını aldığını söylemek, yazmak ciddi bir şekilde ilmi geleneğin yerleştiği ülkelerde sizi temin ederim kişinin akademik unvanının yanı sıra ilkokul diplomasının bile iptal edilmesine neden olabilir. Neden? Hayatında İmam’ı Azam’ın hiçbir eserini okumayan Mustafa Kemal’in, 1225 yıl sonra 8. yüzyılda Halife Mansur tarafından işkence ile şehit edilen Ebu Hanife’nin intikamını aldığını söylemek hangi ciddi bir ilmi ve akademik araştırmaya sığar.

Sonra Mustafa Kemal onu şehit eden halife Mansur’u ve yardakçılarını en az 12 asır sonra Ankara’da bulamayacağına göre 20. yüzyılda onun intikamını kimden aldı. Anadolu halkından mı? Yoksa Mustafa Kemal döneminde yaşayan Anadolu halkı İmam-ı Azam düşmanı idi de biz mi bilmiyoruz? Ya da Mustafa Kemal’in muhalifleri kategorisinde değerlendirilen Kazım Karabekir, Çerkez Ethem, Cavit Bey, İskilipli Atıf Hoca, Ali Şükrü, Şeyh Said, Said Nursi, Dr. Nazım, Ziya Hurşit, Laz İsmail, Topal Osman vs. İmam- Azam’ın düşmanı olduğu için mi cezalandırıldı? Yani bu adamlar Halife Mansur’un yardakçıları olarak İmam-ı Azam’ın şehit edilmesinde görev mi aldılar? Bu ne biçim bir aklı yürütmedir? Muhaliflerin derdi Ebu Hanife’nin fikirlerinin ve hukuk anlayışının yayılmasına mani olmak mıdır? Ya da Atatürk döneminde İmam-ı Azam düşmanlığı ile meşhur, ona işkence edilmesinden zevk duyan din alimleri mi vardı? Pes doğrusu.

KİM AKILCILIĞIN ÖNCÜSÜ?

Efendim İmam-ı Azam akılcılığın öncüsü imiş? Bundan dolayı Atatürk’le kıyaslanabilirmiş, hakikaten armutla elmaların bu derece karıştırılması her düşünce adamını çileden çıkarabilir. Zira en hafifinden Arsito mantığı okuyan her birey asla bu hatayı yapmaz. Zira İmam-ı Azam rey’e yani akla önem verirdi ama onun akıl anlayışı asla Kur’an ve sünneti red eden bir temele oturmazdı. Yani akıl, vahiy ve sahih sünnetten sonra devreye girerdi. Halbuki az buçuk felsefe okuyanlar bilir ki, doktriner anlamdaki rasyonalizm-akılcılık hiçbir konuda akıldan başka bir bilgi kaynağını temel referans olarak kabul etmez. Yani bir bilgi kaynağı olarak vahyi ve kutsal kitapları reddeder. Peki bu bağlamda İmam-ı Azam nasıl akılcı oluyor, yahut nasıl aydınlanmacı olduğu iddia edilen Mustafa Kemal’le aynı düşünüyor? Varın siz karar verin.

Efendim o zulme ve adaletsizliğe karşıymış. El cevap doğru. Fakat burada da bir saptırma var. Zira İmam-ı Azam muhalefetini mazlum ve ezilen halka karşı değil düzenin simgesi ve uygulayıcısı olan zalim Mansur’a karşı yapıyordu. Yani İmam-ı Azam ilim anlayışının yanında, aynı zamanda siyaseten muhalefeti de temsil ediyordu. Halbuki, Atatürk, Cumhuriyet Türkiyesi’nde muhalefeti değil düzenin kurucusu ve simgesi olarak iktidarı temsil eder. Bundan dolayı bu nokta da İmam-ı Azam ve Mustafa Kemal arasında konum olarak hiçbir benzerlik yoktur. Sonra İmam-ı Azam gücünü Mansur’dan almıyordu ki, kendi imanından, ilminden ve ehlibeyt sevgisinden alıyordu,

Halbuki, hiçbir ilmi kritere sığmayacak bir şekilde İmam-ı Azam ve Mustafa Kemal’i özdeşleştirmeye çalışanlar, Ebu Hanife’nin aksine, gücünü halktan değil, Mustafa Kemal’den yani cumhuriyetin kurucusundan, müesses düzenden alıyor, onun arkasına sığınıyor Ona, yani Ataürk’e sırtını dayayarak, hatta onun yaptıklarını ve düşüncelerini saptırarak tutarsız eleştiriler yapıyor. Diğer yandan İmam-ı Azam’ı hatta Hz. Peygamber’i de payanda yaparak dindar ve mütedeyyin Müslümanları keza cemaatleri hedef tahtasına koyuyor. Milletin özgür iradesi ile seçtiği iktidarı cumhuriyet düşmanı olarak gösteriyor. Halbuki, aydın olmanın en belirgin özelliklerinden birisi, adalet ve hak merkezli olarak müesses düzene karşı eleştirel bir tavır takınabilmektir..

HANGİ MİLLİYETÇİLİK

‘İmam-ı Azam Arabizm’le mücadele etmiş’ bu da tam bir anokronik yaklaşım. Zira İmam-ı Azam döneminde doktriner anlamda bir Arap milliyetçliği yoktu. Doktriner anlamdaki milliyetçilikler aydınlanma ve Fransız ihtilalinden sonra uluslaşma sürecinde ortaya çıkmıştır, elbette ki, Emevi ve Abbasi halifelerinin kabile, asabiyet, ganimet merkezli olarak mevali kökenlilere karşı zalimce uygulamaları olmuştur. Ancak bu doktriner anlamdaki temelini Corci Zeydan, Mişel Eflak, Salah Bitar ve Zeki Arsuzi gibi Sorbon çıkışlı oryantalist kafalı yer yer İslam düşmanı bireylerin modern Baascı Arabizmi’yle asla özdeşleştirilemez. Zira İmamı-Azam’ın mücadelesinin odak noktasında İslam akidesine dayanan Kur’an ve ehli beyti merkeze alan bir siyaset anlayışı vardır. Bundan dolayı onun mücadelesini modern anlamdaki 19. yy. Arap ırkçılığına indirgemek son derece yüzeysel, derinliksiz ve o derece gayri ilmi bir anlayıştır.

Ayrıca İmam-ı Azam’ın hukuk metodolojsini kabul etmeyen ve onun siyaset anlayışını ve fıkıh usulünü eleştiren her müctehidi sanki onun düşmanı, keza saltanat yardakçısı gibi lanse etmek, en hafifinden böyle bir his uyandırmak gayri ahlakidir. Öyle ki, ehli beytin 6. imamı İmam Cafer de İmam-ı Azam’ın kıyas metodunu kabul etmez, keza Süfyan’üs Sevri, İmam- Malik, İmam Hanbel’de tıpa tıp İmam-ı Azam’ın hukuk metodolojisini benimsemezler ama onlar ne saltanat yardakçısıdır ne de İmam-ı Azam düşmanı. Halbuki, birileri Atatürk’le İmamı-ı Azam’ı özdeşleştirmeye çalışan yazara çok rahatlıkla Atatürkçülük üzerinden zinde kuvvetlere, darbeci odaklara, mütedeyyin Müslümanları aşağılayan layüsel, otoriter, jakoben ve tuzu kuru kesimlere yardakçılık yaptığını söyleyebilir.

Yazar kitapta gelenekçiliği sürekli olumsuz anlamda kullanıyor. Halbuki, tradition düzleminde gelecek nesillere aktarılma anlamında din de bir gelenektir. Yani Kur’an ve İslam, önceki nesiller tarfından yazılıp, ezberlenip nesilden nesile bize aktarılmasaydı biz yeni bir peygamber gelmedikçe dinimizi özellikle kültür ve ritüelleriyle bilemezdik. Hatta bu anlamda herşeyin bir geleneği vardır. İlim, teknik, felsefe, sanat, irfan, edebiyat, musiki geleneksiz olarak anlaşılamaz ve aktarılamaz. Şüphesiz Kur’an’ın olum-suzladığı ilmi ve kadim (perennial) anlamdaki gelenek değil, müşriklerin Kur’an’a uymayan örf, adet ve alışkanlıklarıdır.

Dr. Lütfi Özşahin (Dinler Tarihi Uzmanı)

Yeni Şafak, 10.11.2009

11.11.2009


Kişiler değil, yasa tartışılmalı

YalnIz ve güzel ülkemizin kıymetli sosyal bilimcilerinden biri, geçen gün kamuya da açık bir toplantıda, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın da huzurunda, ‘Turgut Özal yaşasaydı komutanları emekli ederdi’ demiş, son cunta tartışmalarımız bağlamında.

Şimdi bu sözün neresini düzelteceksin? Turgut Özal, darbecilerin adamıydı, çıkıp sivil siyasete karşı meydan meydan darbeyi savunmuştu, en temel demokratik hakları halkoyuna sunmaktan çekinmemiş, üstelik referandumda hayır oyu verilmesi için kampanya yürütmüştü... Bunu mu hatırlatmak lazım?

Turgut Özal kimseyi emekliye sevk etmemişti, sadece hükümete ve dönemin Cumhurbaşkanı’na karşı büyük bir ayıp yapmış olan bir komutanın atama kararnamesini, önceden Cumhurbaşkanı ve darbe lideri Kenan Evren’in de izniyle onayını alarak imzalamamıştı sadece.

Ama yalnız ve güzel ülkemde uydurmaktan kolay bir şey yok. Kimse kendini hukukla bağlı hissetmediğinden, bu konuda hukuk ne diyor, kanunlarda ne yazılı, komutanlar nasıl atanıyor, nasıl görevden alınıyor diye bakan da yok. Ama bakın, pazar günü Başbakan Erdoğan, çıktığı bir TV söyleşisinde bu işin hukukunu araştırdıklarını belli etti. Bol keseden atanlar işin bu tarafına hiç bakmadılar tabii.

***

İdare hukukunun en temel kuralıdır: Bir kamu yöneticisi bir yere hangi yöntemle atandıysa aynen o yöntemle görevden alınabilir.

Genelkurmay Başkanı, Bakanlar Kurulu kararnamesi ve Cumhurbaşkanı’nın onayıyla atanıyor, aynı yöntemle görevden alınabilir.

Ama dikkat: Görevden almak başka şey, ‘emekliye sevk etmek’ başka şey. Bakanlar Kurulu, başka hiçbir memuru emekliye sevk edemediği gibi henüz süresi dolmamış bir orgenerali de emekli edemez.

Yani, Genelkurmay Başkanı’nı görevden alırsınız ama o orgeneral olarak ordu içinde kalmaya devam eder.

Her vatandaş gibi hukuki hak arama yollarına gitme hakkı da vardır; gider Askeri Yüksek İdare Mahkemesi’ne. Ya mahkeme ‘Yürütmeyi durdurma’ verirse, ya mahkeme ‘Göreve iade’ kararı verirse? O zaman iki tane mi Genelkurmay Başkanımız olur? İşin bu tarafına bakmamış bizim sosyal bilimcimiz.

***

Yanlış bilinen bir şeydir, sanılır ki kuvvet komutanlıklarına ve Genelkurmay Başkanlığı’na atamalar Yüksek Askeri Şûra’da kararlaştırılır.

Hayır, YAŞ, Türkiye’deki 15 orgeneral ve oramiral ile Başbakan ve Milli Savunma Bakanı’nın üyesi olduğu bir kurumdur ve yegâne işi rütbe terfileri ile bir rütbede bekleme süresini (kanun izin veriyorsa) uzatıp uzatmamaktır.

Terfi alamayan, bekleme süresi de olmayanlar otomatikman emekliye ayrılır, kadrosuzluktan. Terfi olanlar da bir üst rütbeye geçer. (En yüksek rütbe orgenerallik olduğu için şûra üyeleri kendi haklarında bir karar vermezler!)

Kuvvet Komutanlarının atanması sürecini Genelkurmay Başkanı başlatır.

O kararnameyi imzalar gönderir, Milli Savunma Bakanı uygun bulursa o da imzalar gönderir, Başbakan uygun bulursa imzalar gönderir, Cumhurbaşkanı uygun bulursa imzalar ve atama gerçekleşir.

Yani, siz hükümet olarak istediğiniz şahsı kuvvet komutanı yapamazsınız ama Genelkurmay Başkanı isterse süreci başlatır. Hükümet olarak size kalan yapılan seçimi uygun bulmak veya bulmamaktır. Geçmişte böyle krizli durumlar yaşandı, mesela Kenan Evren, Süleyman Demirel hükümetinin bir başka ismi onaylamaması, yani atamasını yapmaması üzerine yaşanan seri halinde emekliliklerin ardından şans eseri Kara Kuvvetleri Komutanı ve sonra da Genelkurmay Başkanı oldu.

Bu atama usulünü bilmeden, işkembeden ‘Falanca general gitsin’ demek çok da anlamlı değil.

Ha bu atama usulü doğru ve bir demokrasiye yakışır nitelikte mi?

Bence değil. Hükümetlerin kimle çalışacaklarını seçme imkanı olabilmeli, belli sınırlar dahilinde elbette.

O halde, tartışılması gereken şey kişiler değil yasa.

İsmet Berkan, Radikal, 10.11.2009

11.11.2009


Bize gerekli olan, gerçek demokrasi

BazIlarIna göre mesela başbakanlar genelkurmay başkanlarını görevden alabilirlerse, rejimiz bir anda “demokrasi” olacaktır.

Mesela bazıları da “Özal nasıl Genelkurmay Başkanı Öztorun’u emekli etmişti” diye geçmişten örnek verip Erdoğan’a yol da gösteriyorlar.

Ama kimse “Özal’ın Öztorun’u emekli etmesinden sonra da 28 Şubat benzeri post-modern darbeler veya 27 Nisan e-muhtırası benzeri darbe girişimleri nasıl olabildi” sorusunu seslendirmiyor.

Herhalde yavaş yavaş “demokrasi” kavramının veya çeşitli siyasal liderlerin güç gösterilerinin var olmasının özlediğimiz düzeni kurmaya da, tanımlamaya da yetmediğini anlayacağız.

Bize gerekli olan kuvvetler ayrılığının, hukukun üstünlüğünün, temel hak ve özgürlüklerin üst değerler olarak kabul edildiği, kanun önünde herkesin ve devletin de bireyle eşit olduğu bir “Liberal demokrasi” dir.

Liberal demokrasilerde de “devlet” en büyük güçtür.

Ama bu demokrasilerde her ülkede bir tane devlet vardır.

Askerlerden, polislerden, jandarmadan ve gümrük muhafızlarından oluşan “Güvenlik bürokrasisi” mensupları, sahip oldukları silah taşıma ayrıcalığından ötürü, kendilerinin devletin diğer kurumlarının üzerinde güç sahibi olduklarını düşünmezler.

Avrupa Birliği hedefinin önemini kavramaya bu hususlar bile yetmez mi?

Halkın oylarının ve evrensel anayasal hukuk normlarının yerine silahların namluları devrede bulunduğu zaman, bunun sadece adı “demokrasi” olur.

Yani biz bize değil, gelişmiş ülkelere mutlaka benzeyeceğiz bir gün.

Mehmet Barlas Sabah, 10.11.2009

11.11.2009


Kara propaganda böyle oluyormuş!

Genelkurmay Başkanlığı Adli Müşaviri Tuğgeneral...Genelkurmay Başkanlığı Adli Müşaviri Tuğgeneral Hıfzı Çubuklu, geçtiğimiz Cuma günü bir basın toplantısı düzenleyerek, “Türk Silahlı Kuvvetleri’nin irticai ve bölücü tehdit unsurlarını izlemek üzere kurulmuş, işletilmiş internet siteleri bulunduğunu” bildirdi.

Tuğgeneral Çubuklu, bu açıklamayı ya da itirafı “İrticayla Mücadele Eylem Planı”nın ıslak imzalı aslını Ergenekon savcılarına gönderen esrarengiz ihbarcının ikinci mektubu üzerine yaptı.

İhbarcı ikinci mektubunda, “Eylem Planı”nı hazırlayan “psikolojik savaş” birimi Bilgi Destek Şubesi’nin kamuoyunu yönlendirmek maksadıyla yasadışı internet sayfaları da işlettiğini iddia ediyordu.

Mektubun ekinde de bir gazetede internet sitelerinin varlığının ortaya çıkmasından sonra kaleme alınan “andıç” belgesini gönderiyordu.

Andıç, 42 adet sitenin Genelkurmay tarafından işletildiğini, 400 kadar sitenin de yasadışı şekilde fişlenerek izlendiğini gösteriyor.

Genelkurmay tarafından “psikolojik savaş” amaçlı işletilen siteler arasında şunlar var:

www.irtica.org, www.irtica.net, www.naksilik.com, www.nursi.info, www.geocities.com/fethullahgercegi...

www.ozgurgenc.net, www.gencizbiz.net...

www.turkses.com, www.turkatak.com, www.turkler.info...

Görüleceği gibi işletilen siteler arasında dini, milliyetçi ve gençlik siteleri de yer alıyor.

Genelkurmay bu sitelerden nasıl bir psikolojik savaş yürütmüş olabilir?

Merak ettiyseniz cevabı sanal ortamdaki arşiv sitelerinde var.

Sanal âlemde de hiçbir şey kaybolmuyor.

Bu sitelerden www.irtica.org sitesinin bazı günlerini inceleme fırsatı buldum.

Cemaat ve dini gruplar direkt hedef alınmış.

Ama düşündürücü olan hükümet ve kamu kuruluşlarının da TSK tarafından işletilen bir sitenin hedefi haline gelmiş olması.

Dikkatimi çeken bazı haber ve yorum başlıklarını paylaşmak istiyorum;

“Tarafsız TeReTe”

“TRT’nin yönü değişti”

“(AKP’li vekilin) Harem-Selamlık Tatil Merkezi”

“Eşini saklayan (AKP’li) vekil”

“Türkiye ılımlı İslam’a doğru”

“Cumhuriyetçi demokrasiden dinci oligarşiye”

“İsmailağa Cemaatine Saadetli Oyun”

“MEB’in broşüründe veliler türbanlı”

“Öğretmen açığı çok ama din kültürü dersi hariç atama yok”

“MİT vetolu müsteşar Köşk’te”

“AKP’ye hukuk ve laiklik dersi”

“Türban büyük rövanşa hazırlanıyor (Çankaya’daki 29 Ekim resepsiyonu...)”

“Dinci basın bildiğiniz gibi. İzmir Cumhuriyet Mitingi’ni çarpıttılar”

“Anayasa Mahkemesi’nde ret oyu veren tarikat hocası Sacit Adalı”

“(Sezer’in veda konuşması) Rejim büyük tehlike altında”

“Adaletsiz Kadrolaşma Partisi”

“İşte AKP’nin Meclisi...”

“AKP’ye kaos uyarısı”

Örnekleri daha da artırmak mümkün...

Ancak saydıklarımdan pek farkı yok.

Kara ve gri propaganda demek ki böyle oluyormuş!

Başbakanlık direktifine dayandırılan bir çalışma ile hükümet ve kamu kuruluşları hedef haline getiriliyor.

Tuğgeneral Çubuklu’nun basın toplantısıyla işletildiğini itiraf ettiği işte bu siteler.

İhbarcının mektubunda yer alan “andıç” belgesi, TSK’nın youtube ve bloglar vasıtasıyla “kara propaganda”yı sürdürmesini de öneriyor.

Yani tespit edilemeyen başka bir sürü “yasa dışı” çalışma da var.

Ve bu söz konusu “andıç”ın altında Tuğgeneral Çubuklu’nun da ıslak imzası var.

Çubuklu’nun itirafı bu nedenle çok önemli.

Ancak daha önemlisi, Anayasa’ya göre fişleme ve iç meselelere yönelik psikolojik savaş yapmak yasal değil.

Başbakanlık direktifi olsa bile!

Erhan Başyurt Bugün, 10.11.2009

11.11.2009

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

Gazetemiz İmtiyaz Sahibi Mehmet Kutlular’ın STV Haber’deki programını izlemek için tıklayın.
Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.