09 Aralık 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Aile-Sağlık

Gribe karşı pırasa ve lahana

Manİsa’nIn Saruhanlı ilçesinde yetiştirilip pazara çıkarılan pırasa, lahana, turp ve kereviz gibi kışlık sebzelerin, fiyatlarının bu yıl yüksek olmasına rağmen aşırı derecede talep gördüğü belirtildi.

Saruhanlı Ziraat Odası Başkanı Aydoğan Okur, yaptığı açıklamada, bu yıl sebze ve meyve satışlarının arttığını, özellikle kış mevsiminde üretilen pırasa, lahana gibi ürünlerin pazarda yok sattığını belirterek, bunda, uzmanların, domuz gribine ve diğer kış hastalıklarına karşı sebze ve meyve tüketilmesi yönündeki uyarılarının etkili olduğunu bildirdi.

Başkan Okur, şunları kaydetti: ‘’Bu yıl sebze ve meyve satışları arttı. Özellikle şu mevsimde üretilen pırasa ve lahana gibi ürünler, pazarlarda yok satıyor. Bu da vatandaşların hastalıklardan korunmak için bu ürünlere yönelmesinden kaynaklanıyor. Uzmanlar da sürekli uyarılarda bulunuyor ve domuz gribi ve diğer hastalıklara karşı bol bol kış sebze ve meyvesi tüketilmesini öneriyor. Ürünlerin bu kadar talep görmesini buna bağlıyoruz.’’

Saruhanlı’nın Mütevelli beldesinde pırasa, lahana, turp ve kereviz üretimi yapan çiftçi Mahmut Alak, geçen yıl kilosu 50 kuruş olan bu ürünlerin, bu yıl pazarda 1 TL’den satıldığını, ancak fiyatın satışları etkilemediğini belirtti.

Haftanın 4 günü pazara 10 ton ürün çıkardıklarını ifade eden Alak, ‘’Satışlar bu yıl çok güzel. Geçen yıl bu ürünlerin kilosu 50 kuruştu, ancak çok fazla talep yoktu. Bu yıl fiyatının ikiye katlamasına rağmen satışlarda durgunluk yaşanmadı. Tam aksine aşırı talep var. Bu da üreticiyi satıcıyı sevindiriyor’’ dedi.

09.12.2009


Hiç ilâç kullanmadı, hep fıtrî beslendi

Malatya’nIn Darende ilçesinde yaşayan, beşinci kuşak torununu gören 112 yaşındaki Münevver Aygün’ün 125 torunu var.

Münevver Aygün’ün kızı Nebahat Eren (65), yaptığı açıklamada, 2 yıldır yatalak olan annesinin 24 yıldır kendisiyle yaşadığını belirtti. Kemik erimesi yüzünden yatalak olan annesinin başka rahatsızlığı olmadığını, çoğu zaman bilincinin yerinde olduğunu ve çok eski olayları hatırladığını söyledi. Torununun torununu görmesinin annesini çok mutlu ettiğini kaydeden Eren, ‘’Annem asırlık çınar gibi. Ona bakabilmek bana nasip oldu. Annem 112 yaşında, 5 çocuğundan 3’ü hayatta. En büyük çocuğu 84 yaşında. Annemin 32 torunu, 78 torununun çocuğu, 15 torununun torunu olmak üzere 125 torunu var. Yaşlılığa bağlı kemik erimesinden başka sağlık sorunu yok. Doktorlar annemin iç organlarının 15 yaşında genç kızınki kadar sağlam olduğunu söylüyor’’ dedi. Annesinin uzun yaşamasının sırrını tabiî beslenmesine ve hiç ilâç kullanmamasına bağlayan Eren, şöyle konuştu: ‘’Annem bugüne kadar hiç ilâç kullanmadı, hep doğal beslendi. Sofrasından yoğurdunu ve sütünü hiç eksik etmezdi. Şimdi ona ben bakıyorum. Ben de onun bu geleneğini devam ettiriyorum. Beslenmesinde yoğurdu, sütü ve balı hiç eksik etmiyorum. Annem haftada bir kez tüm gün uyuyor. Bu sürede hiçbir şekilde uyandıramıyoruz. Hiçbir şey yemeden bol su tüketiyor.’’

09.12.2009


Değişen zaman ve sevgi

Son yıllarda teknolojinin artan hızı insan ilişkilerine de yansıdı. Artık hayatımız da, en az teknoloji kadar hızlı bir değişim gösteriyor.

Evlilikler, arkadaşlıklar çabuk oluşup çabuk bitiyor. Trenlerin, arabaların ve iletişimin hızı arttıkça özel hayatlarımız da bundan nasibini alıyor. Her şeyi çabuk tüketiyoruz, her şeyden kolay vazgeçiyoruz. Emek vermek, beklemek ve zaman tanımak enayilikle eşdeğer sayılmaya başladı.

Bu hızlı değişim süreci en ağır darbeyi eşler arasındaki ilişkilere ve evliliklere vurdu. Evliliklerin süresi kısaldı, boşanmaların sayısı arttı. Benlikler o kadar şişkindi ki, biz olmak onların yanında cılız kaldı. Kendini bencilce yaşamanın adı özgüven olunca, evliliğe zaman tanımak, eşimizi anlamaya çalışmak, onu keşfetmek için beklemek korkak olmakla tanımlanır oldu. Oysa ki evlilik hiçbir zaman diliminde kolay bir ilişki türü olmadı… Her dönemde insanlar onu yürütebilmek için çok çaba sarf ettiler. Hiç kimse mutluluğu hazır bulmadı, emek verdi. Bazen bu çabalar sonuç verdi, bazen de vermedi. Ama denemeden bilinemezdi ki…

Yanan bir ateş, odun atılmazsa söner, evlilikte ateş gibidir, duyguları beslemek gerekir, ihmal ederseniz söner, küllenir. Hayattaki birçok şey emek ve bakım ister, çiçekleri sevgiyle sulamazsanız ve onlara evdeki fazlalıklar gözüyle bakarsanız büyümezler. Çocuklar yıllarca verilen fiziksel ve duygusal emeklerin sonuçlarıdır. Sevgiyle büyüyen çocuklar, sevmeyi bilen yetişkinler olurlar. İnsan emek verdiği şeye daha çok sahip çıkar, daha çok benimser ve daha çok korur. Onu kaybetmekten korkar. Çabayla kazanılmış para daha kıymetlidir, daha dikkatli harcanır. Yine evimizi kendimiz temizlediğimizde, sonuçta gördüğümüz tablodan daha çok zevk alırız ve onu daha çok korumaya çalışırız.

Bu çağın insanı, yani bizler; her şeye daha kolay sahip olmanın avantajını ilişkilerimizde de yaşayabiliriz sandık. Taksitli satışlar, on sekiz aya varan vadeli alış veriş hayallerimizi gerçekleştirmek için öyle kolaylıklar sunuyordu ki, hazzı geciktirmek, biriktirinceye kadar beklemek anlamsız gelmeye başladı. Hemen alıp sonra ödemek varken, neden beklemeliydim ki? Değişen her şey, gelen her yenilik iç dünyamızdan, ilişkilerimize kadar birçok şeyi de beraberinde götürdü.

Aldığımız bir şeyi beğenmediysek değiştirebiliyoruz, bir üst modeli çıktığında eskisini atıp, yenisini alabiliyoruz. Sahip olduğumuz her yeni ve pahalı eşyayla birlikte kendimizi daha değerli ve özgüvenli hissediyoruz. Bunun sonucunda ise, ilişkilerimize de bu gözlüklerle bakmaya başlıyoruz. En güzelini, en iyisini arama ve sahip olma çabası elimizdekileri de değersizleştirmeye başlıyor. Sahip olamadıklarımız ve başkalarının elinde olanlar hep daha güzel görünüyor. Oysa ki bu sadece bir aldatmaca.

Değişen dünya ilişkilerimizi, duygularımızı ve en önemlisi de sevgimizi yıprattı. Sevgiye, kalıcılığına ve verdiği güvene olan inancımız gitgide azaldı. İnsan sahip olduklarına rağmen daha da yalnızlaştı. Ne kadar isterdi, hiç değişmeden onu seven, onu bekleyen birilerinin olmasını…

BANU YAŞAR / Psikolog&Psikoterapist

[email protected]

09.12.2009


ALERJİ DEYİP GEÇMEYİN

Dünya nüfusunun yüzde 20-35’ini etkileyen alerjik hastalıkların Türkiye’de yüzde 20’ye ulaşan sıklıkta görüldüğü bildirildi.

Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Alerji Bilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Nihat Sapan, yaptığı açıklamada, Türkiye Ulusal Alerji ve Klinik İmmünoloji Derneği’nin bu yıl düzenlenecek aktivitelerde ana tema olarak ‘’çocukluk çağı astımı’’nın vurgulanmasını önerdiğini belirtti. Alerjik hastalıkların dünya nüfusunun yüzde 20-35’ini etkilediğini ve bu oranın giderek arttığını ifade eden Sapan, alerji gelişiminin, kişinin aileden gelen genetik yatkınlığı ile birlikte çevresinde bulunan alerjenlerle temasıyla ilgili olduğunu bildirdi. Türkiye’de alerjik hastalıkların ise yüzde 20 oranlarına ulaşan sıklıkta görüldüğünü dile getiren Sapan, şu bilgileri verdi:’’Alerjik rahatsızlıklar doğumdan itibaren başlıyor. Besin alerjisi genellikle 5 yaşına kadar görülüyor ve büyüdükçe önemli bölümü kayboluyor. Besin alerjisi çocuk yaşlarda yüzde 2-6 arasında görülürken, yetişkinlerde bu oran oldukça az. Besin alerjisine yol açan gıdaların başında fındık, fıstık ve deniz ürünleri geliyor. En fazla bilinen yumurta ve inek sütü alerjisi ikinci sıklıkta görülen alerjiler. Besin alerjisi, deride kaşıntıyla kendini belli ediyor. Ancak nadir de olsa bu rahatsızlık, şok ölümlere kadar gidebilen reaksiyonlar gösterebiliyor.’’

“YASTIKLARDAKİ KAZ TÜYÜ BİLE ALERJİ

YAPABİLİYOR”

Sapan, ‘’alerjik nezle’’ denilen polenlerle ortaya çıkan rahatsızlığın daha fazla görüldüğünü vurgulayarak, ‘’Alerjik nezle Türkiye’de yüzde 15-20 arasında görülebiliyor. Tahmin bile edilemeyecek gıdalar, ürünler, alerjiye yol açabilir. Örneğin yastıkların içinde bulunan kaz tüyü bile alerjiye neden olabiliyor. Bu yüzden insanlar alerji konusunda biraz kuşkucu olmalı’’ dedi. Alerjik astımın ise çocuklarda görülme sıklığının yüzde 10, yetişkinlerde ise yüzde 5 civarında olduğunu ifade eden Sapan, şunları kaydetti: ’’Alerjik hastalıkların erken tanımı çok önemlidir ve erken tanı konulduğunda başlanacak olan doğru tedavi iyi sonuçlar vermektedir. Çocuklar erişkinlerin küçük örnekleri olmayıp çok farklı bir yaklaşım gerekmektedir. Alerjik hastalıkların tanısında ve tedavisinde kullanılan testler her yaş grubunda yapılabilir. Tekrarlayan veya uzun süren öksürük, özellikle ateş yok ise alerjik astım nedeniyle ortaya çıkmış olabilir. Her astımlıda nefes darlığı görülmemektedir. Öksürük ve burun akıntısı gibi rahatsızlıklara sık yakalanan ve sık antibiyotik kullanmak durumunda kalınan çocuklara alerji testleri yapılmalıdır. Bunlardan bir kısmına alerji tanılarının erken konulması ile uygun tedavi başlanırsa önemli yarar sağlanabilir. Tanı gecikmesi hastalığın kalıcı hasarlarının ortaya çıkmasına neden olabilir.’’ Sapan, alerjik hastalıkların ve özellikle ‘’Çocukluk çağı astımı’’nın tedavisinin bulunduğunu ve bu rahatsızlıkların kontrol altına alınabileceğini sözlerine ekledi.

09.12.2009


Bebeklerde, ‘göz tansiyonuna’ dikkat!

Karadeniz Teknik Üniversitesi (KTÜ) Tıp Fakültesi Göz Hastalıkları Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Nurettin Akyol, bazı durumlarda bebeklerin göz tansiyonuyla doğabildiğini, anne babanın bu konuda, erken teşhis anlamında uyanık olması gerektiğini söyledi.

Akyol, yaptığı açıklamada, halk arasında ‘’göz tansiyonu, karasu hastalığı’’ olarak da bilinen glokomun, sinsi seyirli bir hastalık olduğunu vurguladı. Her yaşta görülebilen bir hastalık olan glokomun, özellikle 40 yaşından sonra çıkan ‘’birincil’’ tipinin görülme sıklığının, diğer türlerine oranla yüzde 85 olduğunu ifade eden Akyol, ‘’Tedavi edilmediğinde, atlanıldığında, hatta tedavinin geç yapıldığı, uygun yapılmadığı durumda genelde körlükle sonuçlanan bir hastalık. Bu nedenle glokom, önemli bir hak sağlığı sorunu’’ diye konuştu. Toplumun tüm kesimlerinin göz sağlığı bakımından göz tansiyonunu bilmesi ve ölçtürmesi gerektiğine dikkati çeken Akyol, şöyle devam etti: ‘’Birincil glokom, genelde rutin muayenede, göz hekimine gittiğinizde ortaya çıkan bir hastalık. Göz içi basıncını ölçtüğünüzde ki buna göz tansiyonu diyoruz, bunun yüksekliği ve buna bağlı olarak ilerlediği durumlarda hasta tarafından fark edilemeyen, bizim ‘görme alanı’ dediğimiz bozuklukla seyreden ve görme sinirini tahrip ederek geriye dönüşümsüz bir durumun ortaya çıkmasıyla oluşuyor. Dolayısıyla hasta bunun farkında olmuyor. Ancak rutin muayenede göz içi basıncını ölçmek, gözün yapısındaki kalınlığı ölçmek, göz içine ve görme alanına bakmak ve göz dibini aletlerle birlikte değerlendirilerek teşhis konulabiliyor.’’ İkincil glokom denilen hastalık türünün ise çocukluk döneminde ortaya çıkabildiğini anlatan Akyol, şunları söyledi: ‘’Bazı durumlarda bebek göz tansiyonuyla doğabiliyor. Bu 10-15 bin doğumda bir oluşabiliyor. Akraba evliliklerinde daha çok olduğunu biliyoruz. Dolayısıyla anne babanın bu konuda, erken teşhis anlamında uyanık olması lâzım. Bebeklerde gözde fazla yaşarma, gözde büyüme, gözde ışığa karşı hassasiyet, ışığa karşı göz kırpma varsa, bir göz doktoruna başvurularak bu durum araştırılmalı. Bebeklerde ve çocuklarda teşhis daha kolay yapılabilir. Eğer bir bebekte göz tansiyonu varsa tek tedavi yolu ameliyat. İlâçla tedavisi yok. Özellikle erken teşhis edilip müdahalede bulunulan vak'alar düzeliyor. Ama glokomla mücadele bitmiyor. Glokomla doğmuşsanız onunla yaşayacaksınız demektir.’’

09.12.2009


Özel hastanelere ‘puanlama sistemi geliyor’

Özel Hastaneler Platformu Derneği Başkanı Dr. Mehmet Altuğ, Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK) tarafından hazırlanan yönergeye göre, özel ve vakıf hastanelerinin ‘’puanlamaya’’ tabi tutulacağını bildirdi.

Altuğ, yaptığı açıklamada, 13 Kasım 2009 tarihinde Sosyal Güvenlik Kurumu Başkanlığı tarafından yayımlanan Özel Hastaneler ve Vakıf Hastanelerinin Puanlandırılması Hakkında Yönerge ile ilgili olarak özel sağlık kuruluşlarına yönelik Ankara, İstanbul, İzmir, Şanlıurfa ve Trabzon’da birer günlük bilgilendirme toplantısı düzenlediklerini bildirdi. Yönergenin ‘’özenle ve titizlikle’’ hazırlandığını düşündüklerini ifaden eden Altuğ, ‘’Sınıflandırmada üst sırada yer almanın SGK tarafından da desteklenmesi gerektiğini ve bu durumu fark ücrete endekslemenin doğru ve yeterli olmadığını ifade ediyoruz’’ değerlendirmesinde bulundu.

09.12.2009


Kahve, prostat kanseri riskini azaltabilir

Harvard Medical School tarafından yapılan araştırma, kahvenin prostat kanseri riskini azaltabileceğini gösterdi.

American Association for Cancer Research tarafından düzenlenen konferansta sunulan araştırmaya göre, vücuttaki şeker oranının ve erkeklik hormonu seviyesinin prostat kanseriyle bağlantısı bulunuyor ve kahve bu oranların dengelenmesinde etkili bir rol oynuyor. Prostat kanseri riskinin, kahve içenlerde, hiç içmeyenlere oranla yüzde 60 oranında azaldığına işaret edilen araştırmada, kahvedeki hangi bileşenlerin prostat kanseri riskini azalttığına dair bilgi verilmedi. Uzmanlar, daha önce yapılan ve kahvenin prostat kanseri riskini etkilemediğine işaret eden araştırmaları hatırlatarak, aksini gösteren sonucun farklı araştırmalarla kanıtlanması gerektiğine, buna göre fazla kahve içilmesinin tavsiye edilemeyeceğine dikkati çektiler.

09.12.2009


Cildimiz, kışı sevmiyor

AcIbadem Bursa Hastanesi Deri Hastalıkları Uzmanı Dr. Tuğba Türker, kış aylarında cilt hastalıklarının arttığını söyledi.

Çevre ve fizyolojik faktörlerin etkisiyle çeşitli değişimler gösteren derimizin yazın olduğu gibi kışın da özel ilgiye ihtiyacı olduğuna dikkat çeken Türker, “Soğuk ve kuru hava, düşük nem, rüzgâr, hava kirliliği, kapalı ve açık ortamlardaki ısı farkının yüksek olması gibi faktörler deri sağlığımızı etkiliyor. Bu dönemde cilt lekeleri, kılcal damarların belirginleşmesi, deri kuruluğu, kaşıntı, egzama, akne, sedef, vitiligo (derideki renk pigmentinin kaybolması ) gibi cilt hastalıklarında artış oluyor” dedi.

Dr. Tuğba Türker, kışa girerken cildimizi mevsime hazır hale getirmek için birtakım tedbirler almamız gerektiğini ifade ederek, “Kışa girerken derinin bakımı için özen gösterilmesi gereken en önemli konulardan biri, cilt tipine uygun seçilecek ürünlerle deriyi nemlendirmektir. Soğuk ve sert havalarla karşılaşmış deriyi nemlendirerek dayanıklılığını arttırmak, bariyer fonksiyonunu güçlendirmek gerekiyor. Yaş ve derinin yağ aktivitesi göz önünde bulundurularak nemlendirici seçimi yapılmalı. Yağlı cildin de nemlenmeye ihtiyacı var, ancak yanlış seçimlerle deriyi daha da tıkayıp siyah nokta ve sivilcelere sebebiyet vermemek lâzım. Özellikle kuru ciltli, alerjik bünyeli veya egzama olan kişilerde tüm deri koruma altına alınmalı. Çok sıcak su ile yapılan banyodan kaçınılmalı, keseden vazgeçilmeli, duş sayısı azaltılmalı ve banyodan çıkar çıkmaz su tutucu kapasitesi yüksek olan nemlendiriciler kullanılmalı” diye tavsiyelerde bulundu.

09.12.2009

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu

Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.
Kurumsal Linkler: Risale-i Nur Kongresi - Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Demokrasi100 - Yeni Asya Gazetesi - YASEM - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat - Yeni Asya Takvim - Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım - Yeni Asya 40. Yıl