10 Şubat 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR Mobil İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Basından Seçmeler

Peki, bu milletten tarihçi çıkar mı?

SORU ‘kaçınılmaz’, çünkü bu milletin ‘vasfı askerliktir’ diyor bir tarihçi. Kendisi hem akademisyen hem de Topkapı Sarayı Müzesi Müdürü. Muhafazakâr, dindar, milliyetçi ve de ulusalcı çevrelerin neredeyse müştereken iltifat ettiği birisi: İlber Ortaylı... Bir yerde konuşma yapmış. Düşüncelerini sarâhatle ve samimiyetle dile getirmiş. Şaşıranlar olmuş Ortaylı’nın konuşmasına, özellikle muhafazakâr çevrelerden. Anlamaya çalışanlar ve iletişim kazası olarak değerlendirenler de yok değil...

Ortaylı, ‘son yıllarda Türkiye’de milliyetinden utanma duygusunun, antimilitarist, asker düşmanı bir topluma doğru gidişin körüklendiğini’ söylemiş. Asker düşmanlığının körüklendiği lafı, General Başbuğ’un ‘TSK’ya karşı asimetrik savaş yürütülüyor’ iddialarının uzantısı. Yalnız, Balyoz ve Kafes planlarını açıklamanın ve tartışmanın, hatta EMASYA’yı kaldırmanın ‘asker düşmanlığının körüklenmesi’ hanesine yazılıp yazılmadığı merak konusu şimdi.

Militarizmin, kaybetmememiz lazım gelen bir haslet olduğunu da öğrenmiş bulunuyoruz böylece. Militarizm iyi bir şey, çünkü bu özelliğimizi kaybettirmek isteyen Avrupa! ‘Burada aynı vasfa sahip olmayan Avrupa devletlerinin kışkırtmasının olmadığını söyleyemeyiz... Türk toplumunun militarist olmasından Belçika’nın, İsviçre’nin ne zararı olabilir? Askerî vasıflarını kaybetmiş Avrupa, bizde bulunan bu vasfın da yok olmasını istiyor... Hiçbir kavim kendi kaybettiği vasfın başka bir kavimde devam etmesini istemez. Türk askerî sanatından, askerî toplum özelliğinden insanlar rahatsız oluyor, ama ne yapalım bu Türklerin en önemli vasfı. Bizde de resim, heykel sanatı yok, musikiyle uğraşılmaz, filozof yoktur, fakat ölmeyen sanatımız, vasfımız askerliktir.’ Ortaylı, ‘bu millet adam olmaz, ancak asker olur’, mu demek istiyor?

Militarizm övgüsünde Atsız’dan geri kalır değil bu sözler. Mussolini’ye yazdığı ‘davetiye’de; Buyursunlar... Bizim için şavaş düğündür; /Din Arab’ın, hukuk sizin, harp Türk’lüğündür.

‘Sivil siyasetin kendini geliştiremediği ortamda darbe kaçınılmazdır’, diyerek de militarizmin nimetlerini sonuca bağlamış Ortaylı. Profesör meseleyi böyle formüle edince 27 Mayıs darbecilerinden Numan Esin’in anılarındaki şu akıl yürütmesini de doğru saymak gerek: ‘Menderes’in, Bayar’ın ve yakın arkadaşlarının sorumluluğu ihtilal şartlarını Türkiye’de yaratmaktır. Yargılanmaları da ‘ihtilale sebebiyet vermek’ten olmalıydı’... İyi mi? Hem darbeyi yapacaksın, hem de siyasileri ‘bize niye darbe yaptırdın’ diye yargılayacaksın!

Tarihî konuşmanın başka temaları da var. Bunlar arasında yüz binlerce öğrenciyi, sınav gözcüsünü vs. ‘toplu kopyacılık’la itham eden bir kısım ilginç. Şöyle diyor tarihçi: ‘Doğu ve Güneydoğu Anadolu’daki üniversiteye giriş sınavlarında açık şekilde kopya çekiliyor... Böylelikle iyi okullara ehil olmayan öğrenciler geliyor. Bunun açtığı gediği Galatasaray Üniversitesi’nde ben hissediyorum’. En somut itham Galatasaray Üniversitesi öğrencilerine yönelik; ispat edebilecekler mi suç işleyerek Galatasaray’ı kazanmadıklarını?

Yeni açılan üniversitelerle ilgili şaşırtıcı ifadeler de şöyle: ‘Üniversite tabii ki açacaksın, ama Hakkari’nin dağına değil, Kastamonu’nun dağına değil. İcabında Ankara’ya 20 üniversite kurarsın. Doğudan gelen çocuklar o şehrin kültürünü görür. Her yere gidip üniversite kurulur mu ya. Bu bir ahlaksızlıktır... Evvela bakkal çakkal çocukları kandırıyor. Ondan sonra oradaki ev sahipleri kazıklıyor çocukları. Ondan sonra her şehirde vardır onlardan bir sürü pis herifler genç kızları kovalıyor’...

Hakarete uğramayan kimse kaldı mı?

Başbakan Erdoğan’a da bir ‘uyarı’sı var Ortaylı’nın: ‘Açılım boş laftır... Bunlar tehlikeli işler, belediyeciliğe benzemez.’ Anlaşılan hazret, belediyelerde halka hizmet etmeyi ‘devlet adamlığı’ndan saymıyor. Devlet yönetmek ciddi iştir tabii memura yakışır!

Bu arada AK Partili ‘belediyeci’ler Profesör Ortaylı’ya TBMM Onur Ödülü verilmesi için MHP ile uzlaşmışlar. Darbe olmuş ve asker yeni bir kurucu meclis seçmiş de bizim mi haberimiz yok?

İhsan Dağı / Zaman, 9.2.2010

10.02.2010


Bir Danıştay kararı daha...

DANIŞTAY 8. Dairesi, Yükseköğretim Kurulu YÖK’ün üniversiteye girişte uygulanacak yeni katsayılarla ilgili kararının yürütmesini durdurdu. ‘Yine durdurdu’ demiyorum, çünkü daha önce yürütmesi durdurulan karar ile dün yürütmesi durdurulan karar, aynı konuda olsalar bile iki ayrı karar. Bu önemli bir ayrım, biraz sonra bunu konuşacağız zaten.

YÖK, geçen yıl temmuz ayında üniversiteye giriş sisteminde köklü değişikliklere gitti. Bu değişiklikler, medyaya ve kamuoyuna ‘İmam-hatiplerin katsayı engeli kalktı’ şeklinde yansıdı ama değişiklik bundan ibaret değildi.

YÖK, düz lise veya meslek lisesi farkını pek gözetmeksizin, lisede seçilmiş olan alanın dışında kalan alanlarda üniversite eğitimi görmek isteyenlerin, üniversiteye girişte karşılaştıkları dezavantajı ortadan kaldırdı, yani bu çeşit öğrenciler için uygulanan Ortaöğretim Başarı Puanı’nın çarpıldığı katsayıyı eşitledi.

Danıştay, YÖK’ün bu eşitlik kararının yürütmesini durdurdu, YÖK buna itiraz etti, Danıştay 8. Dairesi itirazı da reddetti. Bunun üzerine de YÖK, söz konusu davadaki kararın kesinleşmesini beklemeden üniversiteye giriş sisteminde katsayı uygulamasını geri getiren yeni bir karar aldı. Bu yeni karar aleyhine de Danıştay’da dava açıldı, şimdi alınan Danıştay’ın yürütmeyi durdurma kararı bu katsayı uygulamasına ilişkin.

Danıştay, ilk yürütmeyi durdurma kararını alırken, öğrencilerin lisedeyken yaptıkları alan seçimlerini birer ‘hukuki statü’ olarak yorumladı ve YÖK’ün katsayıları eşitlemesini, ‘hukuki statü’ sahibi kişilerin hak kaybına uğraması olarak gördü, yani Danıştay katsayıları eşitleyen kararı ‘eşitlik ilkesi’ne aykırı buldu!

Bu durumu eleştiren yazılar yazdım o zaman. ‘Hukuki statü’ kavramının Aydınlanma Devrimi öncesine ait bir kavram olduğunu öne sürdüm, Danıştay’ın katı ve değişmez bir toplum tasavvurundan hareket ettiğini söyledim. Öyle ya, 13-15 yaşınızda lisede kendinize bir alan seçiyorsunuz, sonra bu alan dışında üniversitelere girmeniz ciddi biçimde engelleniyor ve siz hayat boyu o seçiminizin esiri olarak kalıyorsunuz. İşçisin sen işçi kal!

(...)

Danıştay’ın son kararı, YÖK’ün 0.13-0.15 katsayı farkını getirerek o ilk Danıştay kararına karşı bir ‘hile’ niteliği taşıdığı anafikrine oturuyor. Anayasamıza göre yargı kararları uygulanmak zorunda. Danıştay 8. Dairesi’ne göre YÖK, bu yeni katsayıları ortaya koyarak bir önceki ‘yargı kararı’nı ortadan kaldırmaya, yani uygulamamaya çalışıyor, kibarca ifadesiyle kanuna karşı hile yapıyor! Son kararı bu cümlelere indirgeyebiliriz.

Peki acaba bu cümle doğru mu? Ortada bir mahkeme kararı olsa, kuşkusuz doğru olurdu. Ama Danıştay’ın aldığı yürütmeyi durdurma ve sonra da yürütmeyi durdurmaya itirazı ret kararı, kastedilen anlamda bir yargı kararı değil; çünkü o ilk davayla ilgili kesin karar verilmedi. Yürütmeyi durdurma kararları, istisnai durumlarda verilen ara kararlar; kesin kararlar değiller.

Danıştay 8. Dairesi’nin kararını dikkatle okudum. Karardan çıkan sonuç, Danıştay’ın katsayı farkı 1998’de getirildiği gibi 0.3-0.8 olmadıkça YÖK’ün vize alamayacağı şeklinde. 8. Daire bunu neredeyse açık açık söylüyor, 0.3-0.8 katsayısının ‘hukuki’ ve ‘Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne uygun’ olduğunun altını, hiç de gerekmediği halde defalarca çiziyor. Ve bir yerde de, ‘mahkeme kararını etkisiz hale getirme’ savını da neredeyse bu eski kararlara bağlıyor. Oysa o eski kararlar, adı üstünde eskiye ait kararlar. Şimdi ortada yeni bir hukuk, yeni bir durum var. Ama Danıştay geçmişte yaşamaya devam ediyor, eski düzene dönülmesini arzu ediyor, bu arzu da kararın ruhuna ciddi biçimde yansımış durumda.

İsmet Berkan / Radikal, 9.2.2010

10.02.2010


Zaman ve yargı

ZAMAN, gerçekten yana işliyor.

Ya da Anayasa Mahkemesi Raportörü Doç. Dr. Osman Can’ın dünkü Vatan’da Mine Şenocaklı’ya söylediği gibi, “Türkiye’de cumhuriyet, cumhuriyet olmaya 2000’li yıllarda başlıyor. Cumhuriyet içerik kazanıyor, olgunlaşmaya, ‘cumhur’un olmaya başlıyor.” Yani zaman, demokrasiden yana işliyor.

Başbakan Erdoğan da, geçen hafta, Birinci Ordu’da 2003’te yapılan darbe hazırlığından, o dönemde haberdar olduklarını ima etmiş ve bu bilginin gereğini daha önce yapmamalarının sebebini, “Neden yedi yıl beklediniz diyenlere diyorum ki, Türkiye bu demokratik olgunluğa bugün ulaşmıştır” diye açıklamıştı.

Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Ömer Dinçer’in sözleri, Erdoğan’ın bu açıklamasını teyit etmekle kalmadı, bir adım da ileriye götürdü.

Dinçer, Bugün gazetesinde dün yayımlanan mülakatında, Seda Şimşek’in “Başbakanlık Müsteşarı olduğunuz dönemde (2003-2007) hazırlanmış darbe planları ortaya çıkıyor” demesi üzerine aynen şöyle konuşuyor:

“O planların yapıldığı dönemde, biz onların bilgisini almıştık. Birçok plandan zamanında haberimiz oldu. Balyoz Harekâtı’nda olduğu gibi, ona benzer ama farklı türde simülasyonların hepsinden haberimiz vardı.”

Şimşek, “Nasıl bozuldu bu planlar” diye sorunca, Dinçer bu kez daha kısa ama tereddütsüz bir cevap veriyor:

“Zaman ve yargı süreçleri bunu gösterecek.” Zamana ben de güveniyorum; zamanın her yerde olduğu gibi Türkiye’de de gerçekten yana işlediğinden, doğruların “er” ya da “geç” ortaya çıkacağından hiç kuşkum yok.

Yargıya da güvenmek istiyorum.

Ama doğrusu, Türkiye’de yargının gerçekle ilişkisi, zamanın gerçekle ilişkisi kadar “garantili” görünmüyor bana...

Yargının, gerçeği ertelediğinden, doğruların “er” yerine “geç” ortaya çıkmasına yolaçtığından kuşkulanıyorum.

Zira bu ülkede yüksek yargının zamana, demokrasiye ve cumhur’a direnen kararlar verdiğine az tanık olmadık; “önce adalet” yerine “önce devlet” diyen yargı mensuplarının sayısının çokluğunu görüyoruz; yargı kurumlarının aldığı kararlar sayesinde, Türkiye’nin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde en çok mahkûm olan ülke durumuna düştüğünü biliyoruz.

Yine de Türkiye değiştikçe, cumhuriyet cumhuriyetleştikçe, Başbakan’ın söz ettiği “demokratik olgunluk” siyasetin, medyanın ve genel olarak toplumun daha geniş kesimlerine hâkim olmaya başladıkça, yargının da bu gidişata uzun süre direnmesi mümkün değil.

Keza zamana güvenmek, zamanla Türkiye’nin de “demokratik” bir anayasaya kavuşacağına; yüksek yargının bir “kast sistemi” olmaktan çıkacağına; adli makamların sorumlu olması gereken alanlara askerî yargının bakmasına son verileceğine; ve hukuk fakültelerinin, adaletin hizmetinde, evrensel hukuk normlarının farkında, demokrasiye saygılı hukukçular yetiştirmeye başlayacak şekilde değişeceğine güvenmeyi de gerektiriyor.

İş, o “zaman”a dek neler olacağında...

Öyle ya, yedi yıl öncesine göre, “demokratik açıdan çok daha olgun” bile olsak, bugün hâlâ Anayasa Mahkemesi’nin askerlere sivil yargı yolunun açılmasına “dur” dediği, Danıştay’ın on binlerce teknik lise öğrencisini mağdur eden bir katsayıda ısrar ettiği, Genelkurmay Askerî Mahkemesi’nin karargâhta hazırlandığı yönünde kuvvetli deliller olan bir suç belgesini “kovuşturmaya gerek olmadığına” hükmettiği bir ülkeyiz.

Bu durum, medyanın üzerine düşen sorumluluğu bir kat daha arttırıyor.

Taraf’ın yayınları sayesinde kamuoyunun duyduğu ve soruşturma konusu olan üç ayrı planla ilgili olarak gerçeğin ortaya çıkarılması, adaletin tecelli etmesi için uğraşmak yine sorumlu medya mensuplarına düşüyor.

Bu üçünden, 2009 tarihli Kafes Eylem Planı’yla ilgili davanın açılmış olması bu bakımdan çok önemli bir adım.

2003’te Birinci Ordu’da yapılan darbe hazırlığı kapsamındaki Balyoz Harekât Planı’yla ilgili ön soruşturmanın askerî ve sivil ayaklarının sıhhatli bir şekilde ilerlemesi de aynı derecede önem taşıyor.

Başbakan Erdoğan’dan Çalışma Bakanı Dinçer’e, eski Kara Kuvvetleri Komutanı Aytaç Yalman’dan dönemin Milli İstihbarat Teşkilatı Müsteşarı Şenkal Atasagun’a kadar, yedi yıl önce Birinci Ordu’da neler olup bittiğini bilen herkes, bildiklerini anlatmalı, yargının işlemesine yardımcı olmalı.

Son olarak, yine 2009 tarihli İrticayla Mücadele Eylem Planı da, Genelkurmay Başkanı’nın geçen haziranda yaptığı gibi “kâğıt parçası” diye geçiştirilebilecek bir plan değil.

(...) Adli Tıp Kurumu’nun en üst kurulu, 5 Şubat 2010 tarihli kararıyla, bu eylem planının altındaki ıslak imzanın Deniz Kurmay Albay Dursun Çiçek’e olduğuna hükmetti.

Bu hükmün gereğini yapmak yargının görevi. Yargının görevini yapmasını sağlamak için de medyanın, siyasetin ve genel olarak toplumun “gerçeği öğrenme” talebini seslendirmesi şart.

Gerçeği “er ya da geç” değil, “şimdi” istediğimizi söylemeliyiz

Yasemin Çongar / Taraf, 9.2.2010

10.02.2010

 
Sayfa Başı  Geri

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu

Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.
Kurumsal Linkler: Risale-i Nur Kongresi - Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Demokrasi100 - Yeni Asya Gazetesi - YASEM - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat - Yeni Asya Takvim oktay usta yemek tarifleri Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım - Yeni Asya 40. Yıl