10 Şubat 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR Mobil İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Lahika

Âyet-i Kerime Meâli

O inkârcıların hâli, çobanlarının bağırıp çağırmasından başka bir şey anlamayan hayvanlara benzer. Onlar sağırdırlar, hakkı işitmezler; dilsizdirler, hakkı söylemezler; kördürler, hakikati görmezler. Peygamberin tebliğ ettiklerini düşünüp anlamazlar.

Bakara Sûresi: 171

10.02.2010


Cebr-i keyfî-i küfrî

İstibdad-ı mutlaka cumhuriyet namını vermekle, irtidad-ı mutlakı rejim altına almakla, sefahet-i mutlaka medeniyet namını takmakla, cebr-i keyfî-i küfrîye kanun namını vermekle hem bizi perişan, hem hükûmeti iğfal, hem adliyeyi bizimle mânâsız meşgul eylediler.

Suâl: “İstibdat nedir; meşrûtiyet nedir?”

Cevap: İstibdat tahakkümdür, muâmele-i keyfiyedir, kuvvete istinad ile cebirdir, rey-i vâhiddir, sû-i istimâlâta gâyet müsâit bir zemindir, zulmün temelidir, insâniyetin mâhisidir. Sefâlet derelerinin esfel-i sâfilînine insanı tekerlendiren ve âlem-i İslâmiyeti zillet ve sefâlete düşürttüren ve ağrâz ve husûmeti uyandıran ve İslâmiyeti zehirlendiren, hattâ herşeye sirâyet ile zehrini atan, o derece ihtilâfâtı beyne’l-İslâm îkâ edip, Mûtezile, Cebriye, Mürcie gibi dalâlet fırkalarını tevlid eden, istibdattır.

Evet, taklidin pederi ve istibdâd-ı siyâsînin veledi olan istibdâd-ı ilmîdir ki, Cebriye, Râfıziye, Mûtezile gibi İslâmiyeti müşevveş eden fırkaları tevlid etmiştir.

Suâl: “İstibdat bu derece bir semm-i katil olduğunu bilmezdik. Lehü’l-hamd, parçalandı. Onu esâsiyle tedâvi edecek olan tiryâk-ı meşrûtiyeti bize târif et.”

Cevap: Bâzı memurların ef’ali, adem-i ülfetten dolayı size yanlış ders gösterdiği ve şiddetten neş’et eden müşevveşiyetle hâl-i hazırdan fehmettiğiniz meşrûtiyeti tefsir etmeyeceğim. Belki hükümetin hedef-i maksadı olan meşrûtiyet-i meşrûâyı beyân edeceğim.

İşte, meşrûtiyet “Ve işlerde onlarla istişâre et.” (Âl-i İmran Sûresi:159); “Onların aralarındaki işleri istişâre iledir.” (Şûrâ Sûresi:38) âyet-i kerîmelerinin tecellîsidir ve meşveret-i şer’iyedir. O vücud-u nûrânînin kuvvete bedel, hayatı haktır, kalbi mârifettir, lisânı muhabbettir, aklı kânundur, şahıs değildir.

Evet, meşrûtiyet hâkimiyet-i millettir; siz dahi hâkim oldunuz. Umum akvâmın sebeb-i saadetidir; siz de saadete gideceksiniz. Bütün eşvâk ve hissiyât-ı âliyeyi uyandırır; uyku bes, siz de uyanınız. İnsanı hayvanlıktan kurtarır; siz de tam insan olunuz. İslâmiyetin bahtını, Asya’nın tâliini açacaktır. Size müjde. Bizim devleti, ömr-ü ebedîye mazhar eder. Milletin bekâsıyla ibkâ edecek; siz daha me’yus olmayınız. Bir ince tel gibi her tarafa hevâ ve hevesin tehyîci ile çevrilmeye müstaid olan rey-i vâhid-i istibdâdı lâyetezelzel bir demir direk gibi, lâyetefellel bir elmas kılınç gibi olan efkâr-ı âmmeye tebdil eder; siz de, sefine-i Nuh gibi emniyet ediniz. Herkesi bir padişah hükmüne getiriyor; siz de hürriyetperverlikle padişah olmaya gayret ediniz. Esâs-ı insâniyet olan cüz’-ü ihtiyârı temin eder, âzâd eder; siz de câmid olmaya râzı olmayınız. Üç yüz milyondan ziyâde ehl-i İslâmı bir aşîret gibi birbirine rapteder; siz de o râbıtayı muhâfaza ediniz. Zîrâ meşveret perdeyi attı; milliyet göründü, harekete geldi. Milliyet içinde İslâmiyet ışıklandı, ihtizâza geldi. Zîrâ, milliyetimizin rûhu İslâmiyettir; hakîki ve nisbî ve izâfîden mürekkeptir. Başka millete benzemiyoruz.

Münâzarât, s. 22-24

***

..istibdad-ı mutlaka cumhuriyet namını vermekle, irtidad-ı mutlakı rejim altına almakla, sefahet-i mutlaka medeniyet namını takmakla, cebr-i keyfî-i küfrîye kanun namını vermekle hem bizi perişan, hem hükûmeti iğfal, hem adliyeyi bizimle mânâsız meşgul eylediler.

Şuâlar, s. 329

LÜGATÇE:

adem-i ülfet: Alışık olmama.

ağrâz: Garazlar.

akvâm: Kavimler.

bes: Yeter.

beyne’l-İslâm: Müslümanlar arasında.

cebr-i keyfî-i küfrî: Küfrî ve keyfî baskı.

eşvâk: Şevkler.

iğfal: Aldatma, yanıltma, gaflette bırakma.

îkâ: Ortaya çıkarma, meydana getirme.

irtidad-ı mutlak: Hiçbir kayıt ve şart tanımayan dinsizlik.

istibdad-ı mutlak: Tam bir baskı, diktatörlük.

lâyetefellel: Ağzı kırılmaz ve körelmez.

lâyetezelzel: Sarsılmaz.

mâhi: Mahvedici.

müşevveş: Karışık.

rey-i vâhid: Tek görüş.

sefahet-i mutlak: Nefsin kötü arzularına mutlak sûrette uyma.

semm-i katil: Öldürücü zehir.

10.02.2010


Kâinat kitabının “taş” sayfası

Bir süre aklıma takılan, zihnimi meşgûl eden bir suâl vardı; uzun zaman cevabını bulamadığım. Kime sormuşsam tatmîn edici bir cevap bulamamıştım.

Ortaokul yıllarımda Peygamber Efendimizin (asm) hayâtını okuduğum bir kitapta onun (asm) ümmî olduğunu yazıyordu. Belki o yıllar dikkatimi çekmeyen bu durum, dahâ sonra Esmâ-i İlâhiye’den de haberim olunca aklıma takılır olmuştu. Esmâ-i Hüsnâ’nın arasında “Hakîm” ismi de mevcuttu. Bu demek idi ki, Cenâb-ı Hakk her emrinde, her şe’ninde hikmetsiz, abes iş yapmazdı. Oysa Kur’ân-ı Hakîm’in daha ilk âyetinde “İkra’= Oku” emr-i İlâhîsi vardı. Okuma-yazma bilmeyen, ümmî bir Zât’a (asm) verilen “Oku” emri Hakîm-i Mutlak’ın (cc) hikmetine muvâfık düşmüyor gibi görünüyordu.

İşte bu müşkülümün, Risâle-i Nûr’u tanıdıktan sonra hallolduğunu gördüm. Anladım ki, Resûlûllah’a verilen ilk emirde kast edilen “oku”mak, yalnızca benim ilk anda anladığım gibi “kitap okumak, yazı okumak” anlamına gelmiyordu. Hattâ –-biraz dahâ iddiâlı bir tarzda söyleyelim— o emr-i İlâhî’den ilk anlaşılması gereken ma’nâ o değildi. Evet; orada asıl kast edilen “kâinat kitabını okumak” idi. Hakîm-i Mutlak (cc), Efendimiz’e (asm) kâinatı, kevniyâtı, hâdisâtı, mevcûdâtı okumasını ve okutmasını emrediyordu. Bu emr-i İlâhî’nin hikmetini belki ilk ânın korku ve heyecânıyla anlayamayan Resûlûllah (asm), dahâ sonra Cenâb-ı Hakk’ın bu emrini en güzel şekilde anlayıp ümmetine de anlatacak ve onu (asm) rehber edinen muhakkıkîn-i İslâm da bu sünneti en güzel şekilde anlayıp-anlatacak; yaşayıp-yaşatacaktı. Bu muhakkıkîn-i İslâmın zamanımıza hükmeden ferdinin ise Bedîüzzamân Said Nursî olduğunu, Risâle-i Nûr’u okuyup anlamaya çalıştıkça idrâk ettiğimi zannediyorum.

Risâle-i Nûr Külliyâtı –-Kur’ân-ı Kerîm’in asrımıza bakan bir yansıması olarak— hemen hemen baştan sona mevcûdâtın ve hâdisâtın okunmasından, tefekküründen ve bu yolla Hâlık-ı Kâinât’ın isim, sıfat ve şuûnâtına ulaşmanın yollarından ibârettir desek hatâ etmemiş oluruz zannediyorum.

İşte Yirminci Söz’ün Birinci Makamının Üçüncü Nüktesinde de her zaman ve her yerde dâimâ gördüğümüz ve ünsiyet perdesi altında dikkatlerimizden uzak tuttuğumuz taşların “hâlât-ı tabiiyesi” nazarlara verilerek bu Kur’ânî okumanın gerçekleştirildiğini görüyoruz. Dört sahife içinde bizlere tabiî ve basit gibi görünen taşların “hâlât-ı tabiyesi” altında Bakara Sûresi’nin öyle bir tefsîri var ki, ehl-i idrâki ve ehl-i kalbi hayret ve haşyete sevk etmemesi imkânsız görünüyor.

Mezkûr Üçüncü Nükte’yi okuduğumuzda duygusuz, duyarsız, anlayışsız, merhametsiz insanlar için kullandığımız “taş kalbli” nitelemesi ile ne kadar hatâ ettiğimizi, ne kadar idrâksiz davrandığımızı anlıyoruz. Bu “taş kalbli” tâbiri ile gûya insanın anlayışsızlığını, hissizliğini, merhametsizliğini nazara vermeye, hattâ o kişinin zâlimliğini anlatmaya çalışırız. Zîrâ bizlerin âlemimizde zâhirî görüntüsü ile katı ve sert duran taşlar, dış te’sîrlerden etkilenmeyen, çevresinin görüntüsü ne hâlde olursa olsun, duruşunu değiştirmeyen ve aslâ yumuşamayan bir sembol hâline gelmiştir. Oysa bir parça tefekkür ettiğimizde, biraz aklımızı kullandığımızda, Bedîüzzamân’ın tâbiri ile “kitâb-ı kebîr-i kâinât”ın “taş” sayfasını okumaya çalıştığımızda işin hakîkatinin hiç de dışarıdan göründüğü gibi olmadığını anlamaya başlarız. Gerçeği idrâk ettikten sonra da sert olanın, katı olanın, kasâvetli olanın aslında taş değil, gözü önündeki dakîk san’atları, nazarına sunulan delâil-i hikmeti anlamamakta direnen kalb-i insan olduğunu fark ederiz.

Yukarıda zikrettiğimiz gibi, Bakara Sûresi’nin 74. âyetini tefsîr sadedinde Üstâd, taş tabakasının yaratılış hikmetlerini ve vazîfelerini sayar ve hakîkatin hiç de bizim gördüğümüz gibi olmadığını nazarlarımıza sunar. Taşların sert olmaları ile “Zeminin bedeninde deverân-ı dem hükmünde olan suların muntazam cevelânına hizmet; çeşmelerin ve ırmakların, suyun ve enhârın muntazam bir mîzan ile zuhur ve devamlarına hazînedarlık” ettiklerini anlatır. “Toprağın, kudret-i Rabbâniye ile nebâtâta analık edip yetiştirdiği gibi, kudret-i İlâhiye ile, taş dahi, toprağa dâyelik edip yetiştiriyor” diyerek, Cenâb-ı Hakk’ın emrine musahhar olan taşların aslında “evâmir-i İlâhiye” karşısında ne kadar yumuşayabildiklerini, haşyet-i İlâhiye ile nasıl parçalanıp toprak olduklarını nazara verir. Söz konusu izâhâtı okumakla biz sert, katı ve hissiz zannettiğimiz ve addettiğimiz taşların emr-i Rabbânî ile nasıl balmumu gibi yumuşadığını, “memur-u İlâhî olan o latîf sulara, o nâzik köklere, o ipek gibi damarlara ne derece mukâvemetsiz ve kasâvetsiz” olduklarını müşâhede ederiz.

Burada Yirminci Söz’ün mükemmeliyetini anlatmak gibi bir iddiâmız yoktur. Buna ne bizim tâkatimiz yeter, ne de bu sayfalar izin verir. Bizim gâyemiz bu vesîleyle kâinat kitabını okumanın ve hâdisâta ma’nâ-i harfî ile bakmanın ehemmiyetini bir nebze olsun hatırlatmaya çalışmaktır.

Yirminci Söz’ün ifâde ettiği ma’nâları ehline havâle ederek, bu sözün hakîkatlerinin rûhumuza ilhâm ettiği mısra’ları nazarlarınıza arz ediyorum.

“Taş”

“Mukâvim ol!” diye emreden Rabbim,

Bana “taş!” diyenler iyi düşünsün!

Ben hılkatten bu sertliğe sâhibim;

Bana “taş!” diyenler iyi düşünsün!

Avını sakladım, avcı kinlendi.

Gölgemde keklikler, toylar dinlendi.

Kartal yuva yaptı, zirvem şenlendi

Bana “taş!” diyenler iyi düşünsün!

Gün geldi sellerin önüne yattım.

Gün geldi; toprağa dâyelik ettim.

Mîkâîl üfledi, toz oldum, bittim.

Bana “taş!” diyenler iyi düşünsün!

Toprak oldum nebâtâtı besledim

Mermer oldum sarayları süsledim

Ne nâz ettim, ne bilgiçlik tasladım

Bana “taş!” diyenler iyi düşünsün!

Asâ-yı Mûsâ’nın gönüldaşıyım

Zindanda, Yûsuf’un arkadaşıyım

Şu “seyyâr sarayın temel taşı”yım.

Bana “taş!” diyenler iyi düşünsün!

Zî-idrâke hüsn-ü misâl hâlim var

Anlayabilene sırlı dilim var

Rabbim’in emrine imtisâlim var

Bana “taş!” diyenler iyi düşünsün!

Hazînedârıyım cümle suların

Çeşmelerin, ırmakların, enhârın

En iyi dostuyum yağmurun, karın

Bana “taş!” diyenler iyi düşünsün!

Dâim Hakk emrine müştâk nazarım.

Me’mûr-u İlâhî, vazifedârım

İcrâât-ı Rabbânî’ye medârım;

Bana “taş!” diyenler iyi düşünsün!

Bilmeyenler Risâle’den ders alsın

Yirminci Söz size kılavuz olsun

Benden, kalbinize ma’rifet dolsun

Bana “taş!” diyenler iyi düşünsün!

CEMİL ARIKAN

[email protected]

10.02.2010

 
Sayfa Başı  Geri

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu

Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.
Kurumsal Linkler: Risale-i Nur Kongresi - Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Demokrasi100 - Yeni Asya Gazetesi - YASEM - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat - Yeni Asya Takvim oktay usta yemek tarifleri Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım - Yeni Asya 40. Yıl