17 Şubat 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR Mobil İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Sami CEBECİ

Bir çınar daha ebediyete göçtü


A+ | A-

Otuz beş sene evvel tanımıştım onu. Orta boylu, hafif topluca ve güler yüzlü bir insandı. 1975 yılında yeni inşâ edilen Aycılar Mahallesindeki dershaneye ziyaret için gittiğimizde, birkaç talebenin başında müdebbir olarak hizmet ediyordu. İbrahim Vapur ve Hüseyin Güleryüz gibi genç talebeler ona çok saygılıydılar. O da onlara çok değer veriyor ve seviyordu. Güzel bir kadro oluşturmuşlar, Kastamonu vilâyetinde Risâle-i Nur hizmetlerini canlandırmaya çalışıyorlardı. Çok şevkliydiler. Hep beraber dershanenin inşaatında çalışmışlar, taş kırıp sıva yapmışlardı. Dershane el emeği göz nurunun eseriydi. Âdetâ onların her şeyiydi.

Ümit Gültekin Ağabey aynı zamanda özel il idaresinde memuriyet yapıyor, muhasebe işlerine bakıyordu. Demokrat bir yapısı vardı. Yeni Asya gazetesine ciddî olarak sahip çıkıyordu. Hep öyle de kaldı. Ara sıra Ankara’ya gelir ve mutlaka Ulus-27 dershanesine uğrardı. Bir seferinde yine gelmişti. Kastamonu hakkında bir hayli konuştuk. Hatta, Karadağ mevkiinde çadır kurarak, yahut şehirde kalıp gidip gelmek sûretiyle bir okuma programı yapmayı plânladık. Ancak, konuşmanın ilerleyen bölümlerinde Mehmet Feyzi Ağabey hakkında övücü beyanlarda bulunduğum zaman yüzünün değiştiğini ve rahatsız olduğunu fark ettim. Okuma programımız da iptal oldu. Sonradan anladım ki, MHP il başkanı Mehmet Feyzi Ağabeyin damadıymış. Onlara müsamahakâr davranışları Ümit Ağabeyi ziyadesiyle rahatsız ediyormuş. Üstadın Demokratlar lehindeki beyanları Risâlelerde dururken bu tutumuna tahammül edemediği anlaşılıyordu.

İbrahim ve Hüseyin kardeşlerin şahitliğiyle en bâriz vasfı, Üstadın istiğna düsturunu prensip edinmesiydi. Minnet altına girmemek için hiç kimseden hediye almazmış. Hatta onun yokluğunda dershane için bir fabrikadan sunta alınması yüzünden onlara çok kızmış ve bir müddet konuşmamış. Sonra affetmiş.

Çok güzel el yazısı vardı. Bir çok risâleyi özel defterine yazar, gittiği yerlerde onlardan ders yapardı. Bir çoğuna şahit olmuşumdur. Hayatı, Risâle-i Nur’du. Yetmiş üç yaşına kadar hiç evlenmedi. İyice yaşlanınca münasip biriyle izdivaç etti.

Geçen hafta Cuma sabahı vefat ettiğini İbrahim Vapur haber verdi. Cumartesi sabahı, Sabahattin Hundur ve Hüseyin Güleryüz kardeşlerle İnebolu’ya hareket ettik. Öğle namazını müteâkip Yeni Cami’de cenaze namazını kalabalık bir cemaatle kıldık. Konvoy eşliğinde, İslâm Tepesi yamaçlarındaki Avara Mezarlığına ulaştık. Karadeniz’e nâzır bir yamaçta hazırlanmış kabrine defnettik. Baş ucunda iki selvi ağacı, iki nöbetçi gibi göklere yükseliyordu. Nur dairesinden koskoca bir çınar daha ebedler memleketine göç etmişti. Yetmiş beş senelik bir hayat sona ermiş, fakat o hayatın yarım asra yakın bir bölümü Risâle-i Nur hizmetiyle geçirmişti. Ona ne mutlu!..

Okunan aşr-ı şeriflerden sonra kabri başında Risâle-i Nurdan son bir ders daha yaptık. Seyyar mikrofondan dalga dalga Üstadın sözleri yankılanıyordu: “Sizlere müjde! Mevt idam değil, hiçlik değil, fenâ değil, inkıraz değil, sönmek değil, tesadüf değil, fâilsiz bir in’idam değil... Belki bir Fâil-i Hakim-i Rahim tarafından bir terhistir, bir tebdil-i mekândır. Saadet-i ebediye tarafına, vatan-ı aslilerine bir sevkiyattır. Yüzde doksan dokuz ahbabın mecmaı olan âlem-i berzaha bir visal kapısıdır.” Ümit ediyorum ki, diriler gibi Ümit Ağabey de o dersi dinliyordu. Mekânı cennet, yeniden diriliş sabahına kadar meşgûliyeti Nurlar olsun, âmin...

Dönüş yolunda, Kastamonu’da mülkiyeti satın alınan yeni dershaneyi, Üstadın karakol karşısındaki restore edilen evini ve Yeni Asya büromuzu ziyaret ettik. Nasrullah Camii’ne akşam namazı için gittiğimizde, şadırvan başında abdest alırken Üstadı hayal ettim. Namazda sanki Üstadla birlikte namaz kılıyor gibi bir hisse kapıldım. Namazdan sonra, Çaycı Emin Ağabeyin, şadırvanda abdest alan Üstada “Sen nerelisin kurban?” deyişini, “Ben, Bitlisliyim kardaşım. Sen nerelisin?” diye süren Üstadla kısa konuşmalarını tahayyül ettim. Sonra, sekiz yıl süren Üstadın sürgün yıllarını düşündüm. O günden bu günlere geldiğimiz noktayı ve Risâle-i Nur’un mânevî fütuhâtını tasavvur ettim ve Allah’a binlerce şükrettim.

Ankara’ya ulaştığımız zaman saat yirmi biri gösteriyordu.

17.02.2010

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

Millet bunları bilmeli


A+ | A-

Her gün yeni şoklarla sarsılıyoruz. Bazıları istemese de bu ‘şok bilgi’lerin duyulmasında sayısız fayda var. Ancak bu şekilde karanlıklardan aydınlığa çıkmak mümkün olur ve inşallah olacak.

28 Şubat sürecinde sırf ‘namaz kıldığı için’ ordudan atılan Prof. Dr. İskender Pala’nın hatıraları bazı ‘tabu’ların yıkılmasına sebep olmuştu. Aslında bu anlatılanlar bir kişinin değil, binlerce kişinin yaşadığı bir dramdı. Pala’nın anlattıklarının benzerlerini onlarca YAŞ mağdurundan dinlemiştik. Ancak bu hatıralar tam anlamıyla kamuoyuna mal olamamıştı. Belki bu vesile ile kamuoyu bu konuya biraz daha duyarlı yaklaşır ve binlerce mağdurun sesine kulak verir...

Çetin Emeç’in eşinin anlattıkları da sarsıcıydı. Benzer şekilde haksızlığa uğrayanlar susmayıp, yaşadıklarını kamuoyu ile paylaşırsa ‘tabu’lara sığınanların tutunacakları bir dal kalmaz. Bu bakımdan meselâ YAŞ kararıyla görevine son verilen yaklaşık 1700 kişinin her halde 998’inin benzer hatıraları vardır. (“Bin” sayısı zaman zaman “bir” sayısı ile karıştırıldığı için özellikle “998” dedik, yoksa bu sayı bir araştırmanın neticesi değildir!)

Yıllardan beri benzer haksızlıklara dikkat çekip, “Bu yanlışa kim dur diyecek?” diye sorup dururuz. Fakat ne hikmetse hem Türkiye’yi idare edenler, hem de bu hususta hassas olması beklenenler bu haksızlıklar karşısında susmayı tercih ederlerdi. Ama artık susmak, bu hatıraları duymamak mümkün değil.

Gerek faili meçhul cinayetlere kurban gidenlerin aileleri ve gerekse yargılanmadan ordudan atılan YAŞ mağdurları konuştukça, bilinmeyenler bilinir olacak ve hakikatler ortaya çıkacak. Yıllardan beri bilmedikleri için yanlış yapanlara destek veren ve duâ edenler de bu dua ve manevî desteklerini geri çekecek ve ‘tabu imparatorluğu’ çatırdayacak. Çünkü hakikatlerin uzun süre gizli kalması eşyanın tabiatına aykırıdır. Nasıl ki sular tersine akıtılamaz, aynı şekilde milet de uzun süre yanıltılamaz, kandırılamaz ve aldatılamaz.

Yıllardan beri yaşananların geniş kitlelerce gecikmeli olarak duyuluyor olması başlı başına bir ‘ayıp’tır, ama ‘zararın neresinden dönülse kârdır’ misali, buna da sevinmek lâzım.

Bu yanlışlara imza atan kurumların da bundan sonra daha insaflı ve iz’anlı olması beklenir. Bazıları mealen diyor ki; “Bu konuları gündeme getirmeyin. Onları kendi haline bırakın. Onlar zaten kendi içindeki ‘çürük elmalar’ı ayıklar.” Aslında olması gereken budur, ama bu tesbitin Türkiye gerçeğiyle uzaktan ve yakından alakası olmadığını YAŞ kararlarıyla yargılanmadan ordutan atılanların listesine bakarak anlamak mümkündür. Bu listeye bakan herkes bir ‘ayıklanma’ yapıldığını görür. Ama ne yazık ki bu ayıklama “çürük elmalar”ı değil, eşi başörtülü olan ya da namaz kılanlara karşı yapılıyor!

Türkiye artık bu yanlışa son vermeli. Kanunlarda namaz kılmayı yasaklayan bir madde mi var ki, kişiler namaz kıldıkları için ya da eşi başörtülü diye görevlerinden atılıyor? Hem de ne atılış! Bir anlamda ölüme mahkum ediliş gibi. Hiçbir kamu kurumunda işe girememe cezasıyla birlikte! Her şey unutulsa bile bu insanlık dışı, haksız ve hukuksuz uygulama unutulabilir mi? Bu haksız uygulama devam ettiği sürece buna ses çıkarmayan siyasetçi, ne yüzle milletten ‘yetki’ ve ‘temsil’ görevi isteyebilir?

Başta ordu olmak üzere bütün kurumlardan, kanunlar önünde ‘çürük elma’ olarak isimlendirilebilicek kişiler ayıklansın. Namaz kılan, eşi başörtülü olan ‘insan’lar değil...

17.02.2010

E-Posta: [email protected]



Cevher İLHAN

AB’ye rest değil, ikna…


A+ | A-

Türkiye’nin ABD eksenine ve çıkarlarına boğdurulan politikası, AB ile ilişkileri zora sokuyor. Ankara, demokratikleşme ve özgürlüklere dair reformları yapmak ve haklı tezlerini anlatmak yerine, AB’ye meydan okumakla oyalıyor.

Afganistan’a artık operasyonlarda ve devriyelerde kullanılan ek asker gönderen, Irak’ın işgaline havaalanlarını, limanlarını ve üslerini açıp her türlü desteği veren, Ortadoğu karmaşasında bir yandan İsrail’e “one minute” deyip savunma sanayii işbirliklerini ve milyar dolarlık silâh alımı ihâlelerini imzalayan AKP hükûmetinin, diğer yandan İsrail’in en büyük hâmisi ABD ile birlikte hareket edip her fırsatta AB’ye tavır koyması düşündürücü…

AB ülkeleri büyükelçilerine seslenen Başbakan Erdoğan’ın, AB Parlamentosu Genel Kurulu’nun raporuna karşı, “Bu AP’nin gözü kör müdür? Biraz gözlerini açsınlar, kulaklarını doğruya, hakikate açsınlar. Bu dilleri doğruyu, gerçekleri konuşsun” ta’rizi, bunun son örneği…

Zira aynı resti, Başbakan âdeta periyodik olarak tekrarlıyor. AB Parlamentosu genel kurulunun özellikle Kıbrıs konusunda Türkiye aleyhine ağır ifâdeler ihtiva eden paragrafa itirazında yanlışı izâh yerine sert tepki vermekle iktifa ediyor.

AB Parlamentosu’nun Türkiye’nin Kıbrıs’tan asker çekip, Maraş’ı Rumlara açması isteğine mukabil hükûmet, Türkiye’nin özellikle Londra ve Zürih anlaşmalarıyla Kıbrıs’ta garantörlük hakkının olduğuna dikkat çekmek yerine, iç kamuoyu nezdinde “yakınmak”la yetiniyor. Türkiye’nin haklılığını anlatmak etmek yerine, Başbakan’ın tamamen seçmene yönelik “azarlama uslûbu”nü sürdürüyor…

“MEYDAN OKUMA” KAYBETTİRİYOR

Erdoğan aynı azarlama taktiğini, en son 2009 Türkiye İlerleme Raporunda limanların Rumlara açılması dayatması karşısında da göstermişti. Hükûmet, Annan Plânı’nı onaylayan KKTC’ye verilen vaadlerin tutulmadığını bildirmek yerine, sâdece “şikâyet”le kalmıştı.

İşin ilginç tarafı, AB’ye söz verilen demokratikleşme ve özgürlükler de sözkonusu “Kıbrıs” ve “limanlar” gibi haksız ve ilgisiz talepleri gürültüsüne getirilmesi çarpıklığı, Türkiye’ye kaybettiriyor…

Aslında AB Parlamentosu, AB ilerleme raporlarında tekrarlanan, “ulusal program”da ve “katılım ortaklığı belgesi”nde taahhüd edilen Türkiye’nin demokratikleşmesini sağlayacak, inanç ve ifâde özgürlüğünü temin edecek düzenlemeleri hatırlatıyor…

Ne var ki AKP iktidarı, başta “yeni demokratik anayasa” ve anayasanın antidemokratik ayrıklardan arınması, siyasetin demokratikleşmesi, inanç özgürlüğü, yargı reformu, düşünceyi ifâde hürriyeti olmak üzere, Türkiye’nin önünü açacak çabaları sürekli erteleyen ve bir başka bahara öteliyor. “Kıbrıs meselesi” gibi Türkiye’nin haklılığını AB nezdinde güçlü olarak ifâde edip “ikna etmeyi” başaramıyor…

Mesela “Leyla Şahin davası”nda Türkiye’de dayatılan yasadışı başörtüsü yasağının tamamen kanunsuz olduğunu ve devletin anayasal bir kurumu olan Diyanet’in fetva kararlarıyla “dinî bir vecîbe” olduğunu AİHM’e bildirmediği gibi. “Hükûmet savunması”nda tıpkı “yasakçılar”ın başörtüsünü “siyasî simge”, “laikliğe karşı” ve “gerginlik sebebi” olduğunu ilettiği gibi…

Kur’ân’ın âyetlerine ve Peygamberimizin hadislerine göre umumî bir musîbet olan depreme “İlâhî ikaz” denmesinin “suç” sayılıp yargılanmasını ve ceza almasını savunduğu gibi. Dinî özgürlüklerin, inanç ve ifâde hürriyetinin arkasında durmadığı gibi…

TÜRKİYE’NİN YAPMASI GEREKEN

Zira AB Parlamentosu, yalnız “Kıbrıs”ı değil, Türkiye’nin kapsamlı bir Anayasa reformunun hayatî ihtiyaç olduğunu vurguluyor. İnsan haklarını ve temel özgürlükleri güçlendirecek başta yeni anayasa olmak üzere hukukun üstünlüğünü sağlayan çabaları öneriyor.

Vakit geçirilmeden yargının köklü bir reforma tabi tutulmasını, AB normlarına uygun bağımsız yargıyı ve adaleti sağlayacak, yargı strtatejisinin uygulanmasını; buna bağlı olarak Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun temsil gücünün objektifliğini, şeffaflığını ve tarafsızlığını güvence altına alacak düzenlemeleri de şart koşuyor.

Aslında AB Dönem Başkanı İspanya’nın Ankara Büyükelçisi Joan Clos’un, “AB’nin gözü kör müdür?” tepkisine verdiği cevapta, “Türkiye’nin yapması gereken, daha çok lobi yapmaktır; bu bir ikna etme meselesi, emir meselesi değil” ifâdesi, her şeyi açığa çıkarıyor.

AB Parlamentosu, “Adadaki müzâkerelere katkı için” Türkiye’nin “barış gücünü çekmesi”ni ve Maraş’ı Rumlara açması”nı ileri sürüyor. Hükûmet, barış gücünün KKTC’nin güvenliğini sağladığını, AB müzâkere süreciyle bir ilgisinin olmadığını, AB karar mercileri nezdinde açıkça belirtmeli.

“Kıbrıs konusu”nun “AB şartı” olarak Türkiye’nin önüne konulmasının hakkaniyetle hiçbir ilgisinin olmadığını ısrarla ve ciddiyetle bildirmeli. Türkiye’nin haklılığını yılmadan her zeminde ortaya koymalı…

AB ve demokratikleşme samimiyeti bunu gerektirir…

17.02.2010

E-Posta: [email protected]



H. İbrahim CAN

Orams dâvâsının Kıbrıs’taki etkileri


A+ | A-

Kıbrıs sorununda çözümsüzlük süreci uzadıkça, Kıbrıslı Türklerin içinde bulunduğu şartlar gittikçe daha da ağırlaşıyor. Son zamanlarda Avrupa Toplulukları Adalet Divanında (ATAD) Kıbrıslı Rumların Türkiye aleyhine açtıkları, KKTC’deki gayrimenkullerine ulaşmalarının engellendiği yolundaki dâvâlar aleyhimize sonuçlanmaya devam ediyor.

Aslında bu tür dâvâlarda Adalet Divanının muhatap olarak KKTC’yi alması gerekirken, “adadaki Türk askeri sayısının çok fazla olduğu, dolayısıyla Türkiye’nin adanın kuzeyinde etkin kontrol ve otoriteye sahip olduğu” gerekçesiyle Türkiye’yi muhatap almaktadır. Bunda 2003 yılına kadar KKTC’de ATAD tarafından kabul edilen bir iç hukuk sisteminin bulunmadığı gerekçesi de önem taşıyordu. Anayasa değişikliği ve 2003 yılında Taşınmaz Mal Tazmini Yasasının çıkarılıp Taşınmaz Mallar Komisyonu kurulmasıyla, iç hukuk yollarının oluştuğu artık mahkeme tarafından kabul edilir hale geldi ve bazı dâvâlardan Türkiye bu komisyonun kararlarını kabul etmesi sayesinde kurtuldu. Andromahi Aleksandru kararı bunlardan birisidir.

Orams dâvâsı ise KKTC’de yatırım yapan, gayrimenkul edinen yabancıların durumunu kötüleştiren bir sonuç doğurdu. Bir Kıbrıslı Rum, kendisinin 1974 harekâtıyla KKTC tarafında kalan topraklarına İngiliz Orams çiftinin ev yaptığını, bunun kendi mülkiyet hakkının ihlâlini oluşturduğunu ileri sürerek Rum mahkemesinde dâvâ açtı ve dâvâ Orams çiftinin aleyhine sonuçlandı. Temyiz yoluna gitmişlerse de bunu da kaybettiler. Ancak Rum dâvâcı Apostolidis bu kararı infaz ettiremediği için bu kez İngiltere İstinaf mahkemesine başvurdu. İstinaf mahkemesi ATAD’dan görüş sorunca ortaya KKTC’yi kötü yönde etkileyen bir görüş çıktı:

“Kıbrıs Rum mahkemelerinin KKTC’de Rum malı edinen ya da yatırım yapan yabancılar hakkında vereceği kararlar bütün AB ülkelerinde uygulanabilir, dâvâlıların mallarına el konulabilir ve hatta dâvâlılar tutuklanabilir”.

İşte şimdi gündemi iki toplum arasındaki malvarlıklarına ilişkin müzakereler bu kararın karanlık tablosu altında yürüyor.

Bu karar aslında Rumların baskısıyla Avrupa Birliği’nin Türkiye ve KKTC’yi ekonomik anlamda baskı altına alma aracı olarak kullanılıyor. Şimdi özellikle İngiltere’de, KKTC’de yatırım yapan, gayrimenkul alan İngilizlerin karşılaşacağı sorunlar tartılışıyor.

Bu gelinen noktada; yıllardır Kıbrıs’ta çözümsüzlüğün en iyi çözüm olduğunu savunan statükocular, Kıbrıs Türklerine ve Türkiye ekonomisine bu çözümsüzlüğün yüklediği yüklerin de sorumlusudur. Şimdi hâlâ bu tavrı sürdürmeyi, mümkünse Kıbrıs seçimlerinden çözümsüzlüğü savunan bir siyasal irade çıkarmaya çalışmayı tercih ediyorlar. Halbuki Türkiye’nin hiçbir sorunu çözümsüzlükle çözülemez. Kıbrıs’ta—tıpkı Güneydoğu’da olduğu gibi—çözümsüzlük artık sürdürülemez hale gelmiştir. ATAD kararları da bunun yükünü gittikçe arttırmaktadır. Öyleyse BM ve Amerika dahil olmak üzere bütün dış aktörleri de işe daha yoğun sarılmaya çağırmak ve bir an önce çözüm bulunmasını sağlamak, izlenecek en iyi politika olarak görülmelidir.

17.02.2010

E-Posta: [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

“Kurumsal uyum” ve başörtüsü


A+ | A-

Yedi yıl önceki darbe planlarıyla ilgili tartışma ve sorgulamaların bugün yapılmasını “demokratik olgunluk”la açıkladıktan sonra, bu yorumu “Türkiye’nin normalleşmesi için yol haritanız var mı?” sualine verdiği “Kurumsal anlamda demokratik olgunluğa henüz ulaşamadık” cevabıyla “revize” eden Erdoğan, benzer bir tavrı başörtüsü meselesinde de sergilemişti.

Uzunca bir süre “Bu sorunu mutabakatla çözeceğiz” dedikten sonra, “Toplumsal mutabakat var, ama henüz kurumsal mutabakat yok, onun için çözemiyoruz” demeye başladı. Ondan sonra da bu meseleyi gündeme dahi getirmez oldu.

Tabiî, istisnaları saymazsak...

O istisnalardan biri, 27 Nisan ve 367 konjonktüründe yapılan 22 Temmuz seçiminde alınan güçlü seçmen desteği ve ilâveten cumhurbaşkanı seçiminde hedefe ulaşmanın verdiği moralle gündeme getirilen sivil anayasa projesi, terördeki adeta “zaman ayarlı” tırmanışa paralel olarak sınırötesi operasyon tezkeresinin öne çıkması bahanesiyle askıya alındıktan sonra, Erdoğan’ın Madrid’de başörtüsü için yaptığı “Velev ki siyasî simge olsun” çıkışının ardından, başörtüsünü üniversitelerde serbest bırakma iddiasıyla başlatılan MHP destekli anayasa değişikliği “harekât”ı.

Gerek çıkış noktası, gerek dayandığı mantık, gerekse izlenen yöntem cihetleriyle baştan sona problemli olan bu girişim, uzantısı olan “Tavşan kulak modeli örtü” gibi tuhaflıklarla birlikte akamete uğradı, ama çok ağır sonuçlara sebep oldu.

Mağdur başörtülülere hiçbir faydası olmadığı gibi, tam tersine “Oh, nihayet yasak kalktı” diyerek sevinip ümitlenenlere yeni hüsranlar yaşattı.

Sonrasında, hem Mecliste 411 oyla kabul edilen değişiklik Anayasa Mahkemesinden döndü, hem de AKP hakkında kapatma dâvâsı patlatıldı.

Dâvâdan çıkan “Kapatmıyoruz, ama ağır ihtar veriyoruz” kararı ise AKP ile birlikte tüm Meclisi ve siyaseti ağır bir yargı vesayeti altına soktu.

Karar sonrası ortaya çıkan durumu hükümetin “etkili” bir Bakanı o zaman şöyle yorumlamış: “Artık beş şeritli otoban iki şeride düştü. İşimiz çok zor.” (Adem Yavuz Arslan, Bugün, 15.2.10)

Karar öncesinde yol gerçekten “beş şeritli otoban” benzetmesine uygun muydu, tartışılır; ve eğer öyle idiyse, “Reform ve icraatlarda bunun gereği olan sür’ati niye göremedik?” sualinin bu bakımdan ayrıca tartışmaya açılması icab eder.

Başbakanın “Direksiyonda biz varız ve gaza basmak istiyoruz; ama başkaları vitese, debriyaja basıyor ve direksiyona da müdahale etmek istiyor” örneğiyle, yardımcısı Çiçek’in “Araç yağ yakıyor, egsoz patlak, lastikler kabak” ifadesi gibi...

Erdoğan’ın başörtüsünü gündeme getirdiği diğer örnek de, eşi Emine Hanımın Nejat Uygur’u ziyaret için GATA’ya alınmadığını söylemesiydi.

Ve Genelkurmay Başkanının “Keşke olmasaydı” diyerek kapattığı bu hadise, hem Başbakanın bu konudaki acz ve çaresizliğini bir defa daha gözler önüne serdi; hem de sorunu lokalleştirip kişiselleştirdiği için, diğer alanlarda artarak devam eden yaygın mağduriyetleri gündeme getirme vesile ve fırsatı olarak değerlendirilemedi.

Erdoğan’ın Danıştay’a katsayı tepkisini “Başbakan imam hatip mezunu olduğu için mi bunları yapıyorsunuz?” sualiyle dile getirmesi de aynı kişiselleştirme yaklaşımının yeni bir tezahürü.

Şimdi Türkiye, başörtüsü yasağını ve katsayı engelini aşma konusunda da, genel olarak normalleşme bahsinde de Erdoğan’ın sözünü ettiği kurumsal mutabakata ve kurumları da kapsayan demokratik olgunluğa erişmeyi bekliyor. Bu bekleyişin ne zamana kadar süreceği ise belli değil.

Başbakanın darbe planları ve soruşturmaları için “Bu süreç kurumlarımızla işbirliği, koordinasyon içinde yürüyor. Birbirimizi kırmadan, korkmadan, çekinmeden tabu sayılan meseleleri konuşuyoruz” sözleriyle anlattığı kurumsal uyum, eğer gerçek durumu yansıtıyorsa, diğer alanlarda neden yok; o da ayrı bir merak konusu.

Sakın bu “uyum,” teslimiyetin kılıfı olmasın!

17.02.2010

E-Posta: [email protected]



Hüseyin EREN

“Güzel”i göstermek ne güzel


A+ | A-

Güzel cümlelerle “Güzel”in ifadesi gönlü güldürüyor; akıl okudukça bir daha okumak, lâtifeler doldukça dolmak istiyor; nefisse suskun, şeytan ise uzaklaşıyor güzellik karşısında.

“Mevcudat içinde en lâtif, en güzel, en câmî âyine-i Samediyet de, hayattır. Güzelin âyinesi güzeldir. Güzelin mehasinlerini gösteren âyine güzelleşir. O âyinenin başına o güzelden ne gelse, güzel olduğu gibi; hayatın başına dahi ne gelse, hakikat noktasında güzeldir.Çünkü güzel olan Esmâü’l-Hüsna’nın güzel nakışlarını gösterir.” (Yirmi Beşinci Lem’a)

Lisan susmak, kalem konuşmak istemiyor hakikatin bu kadar beliğ, belâgatın bu kadar hakikatle dolu olması karşısında; akıl şaşkınlık derecesinde hayrette, vesvesenin diyeceği bir şey, şüphenin bulacağı boşluk yok; boş bulunup bunları okumamak, tefekkür etmemek, hâlen hayata aksettirmemek ne büyük boşluk…

Kürelerle dolu kâinat boşluğu bile bu boşluğu kaldırmaz; bu hakikatleri uhuvvetkârâne muhabbet meclislerinde müzakere etmek; ne hoş, ne tadı doyulmaz lezzet, ne büyük şifa, ne büyük devâ; bir nevî cennet…

Ezici, boğucu, dağdağalı dünya ve işlerine nasıl dayanılır; böylesi hakikatler olmasa, böylesi güzellikler devşirilmese dünyanın esmâya ve ahirete bakan yüzünden… Anlayacağımız akıl seviyesine, kalp kıvamına, duygu katmanına indiren Cemal ve Kemal sahibi, Cemil olan Rahmân-ü Rahîm’e; bütün Esmâü’l-Hüsnâsının tecellileri adedince ezelden ebede kadar hamdolsun…

Rahat ne rahatsız edilmeye değerdir bu hakikatler karşısında; nefis tembelliğe, müzakeresizliğe, zikirsizliğe, şükürsüzlüğe alıştırılmamalı ki; musîbetlerden, hastalıklardan, kederlerden azamî istifade edilebilsin; esmâ tecellilerine güzelce âyine olsun, sonsuz sevinçler devşirsin.

Gecede güneşin en birinci âyinesi ay; gündüzde denizin dalgaları adedince güzellik müşahedesi; hayatı ne güzel eder, “an”ları güzelliklerle doldurur, musîbet gecelerini ayın on dördü gibi aydınlatır, gündüzü şükür saatler olarak şenlendirir. Ne gam; ya sabırda, ya şükürde; her iki halde de kazançta. Hiç boşluk, hiç sıkıntı, hiç keder yok; hep dolu, hep güzelliklerin derecelerini seyretme… Böylesi hayat ne uzun, ne geçirilmek istenmez, ne bitirilmek dilenmez hayat… Sonu gelmez güzellikler emilen, sonsuzluğu netice veren çok yoğun çekirdek hayat; ahiretin sonsuz güzelliklerine, Cemal-i Bakiyeyi müşahedeyi hazırlayan güzel hayat.

Deva ve güzellik dolu Nur denizinde Hüsna olan Esmâ tecellilerinde yüzmek–-musîbet ve afiyet anları-–için Cemil-i Zülcemal’in inayetine ihtiyacımız var; O’nun bütün güzellikleri içine alan Rahmet eli ulaşmazsa nice olur halimiz? Rahmetinden hep ümitliyiz; çünkü bizi güzelliklerini göstermek için âyine seçmiş.

17.02.2010

E-Posta: [email protected]



M. Latif SALİHOĞLU

Padişahları karalama inadı


A+ | A-

Mâlum, resmî idelojinin vesayeti altında yazılan yakın tarihimiz, baştan sona yalanlarla, yanlışlarla, hatta iftiralarla dolu dolu.

Bunca yalana, yanlışa itiraz etmeyen, hatta hiç oralı olmayan tarihçi ve yazar taifesinden bazı kimseler, sanki marifetmiş gibi tutturmuş Osmanlılar hakkında zihinleri bulandırmaya ve hatta evliya mertebesinde görünen kimi padişahları iftiralarla karalamaya çalışıyor.

Murat Bardakçı, Fatih Altaylı ile sundukları tv programlarında (Habertürk), birkaç tekrarla, hatta ısrar ve inatla Sultan II. Abdulhamid'in saraya şarap getirtip içtiğini iddia etti, durdu.

Üstad Bediüzzaman ise, aynı Sultan Abdulhamid'i bir "veli padişah" derecesinde gördüğünü beyan ediyor.

Yani, imân ve ahlâkı cihetiyle, o derece temiz bir şahsiyettir.

Dahası, onu yakından gören ve tanıyanların da ikrarı bu yönde ve aynı çerçevede. Yakınında bulunmuş hiç kimsenın onun hakkında böyle şeni' bir isnadı yoktur.

Hani, bir yere kadar Sultan Abdulhamid'in siyasetini tenkit edebilirsin. Onun fikir hürriyetini yasaklayan, muhaliflere, meşrutiyet isteyenlere hayatı zindan eden hafiyecilik sistemini yerden yere vurailirsin.

Ama, tutup onun şahsını lekedar etmeye, onun helâl–haram demeden önüne geleni yiyip içtiğini iddia edersen, hayırlı bir iş değil, sadece vicdanları yaralamış, iftiralara arka çıkmış ve nihayet zihinleri bulandırmış olursun, o kadar.

* * *

Yakın tarih yalanlarına ses çıkarmayan ve fakat padişahları karalamada pek hevesli görünen gazeteciler kervanına Radikal'de yazan Hakkı Devrim de katılmış oldu.

"Edeb"iyatla ilgili yazdıklarının çoğunu isabetli gördüğümüz Devrim, ne yazık ki, Sultan Fatih hakkında son derece "edep" dışı bir iftiraya prim veriyor, geçtiğimiz Pazar (14 Şubat) günkü yazısında.

Kendince, Sultan Fatih'in İstanbul'un fethi kadar önemli bir hatasından, günahından söz ediyor.

Delil, kaynak, ispat sadedinde ise, sadece ve sadece lisedeki tarih öğretmeni "Galip Hocam" dediği kişinin sınıfta anlatmış olduğu tevil götürmez zırvasını naklediyor.

Nakletmiş olduğu bu zırvaya göre, Fatih Sultan Mehmet, gûyâ askerleri ile birlikte —üstelik fetih gecesi—uçkur açarak güzel Rum kadınlarına tecavüz etmişler.

Cidden, insanın kanını donduran ve "hâzâ iftira" olan bir iddiadır bu.

Hangi kitapta yazıyor? Hangi kaynakta naklediliyor? Galip Hoca denen kişi, nereden almış bu bilgileri?

İlmin izzeti, kalemin nâmusu ve meslek haysiyeti adına cevabı mutlak sûrette gereken bu ve benzeri suâllerin tamamı havada kalıyor.

Bir kimse, başkasına yönelik karalayıcı bir iddiayı ortaya atıp da bunu ispat edemezse, o kimse doğrudan yalancı ve müfteri gürûhuna dahil olur, gider.

* * *

Evet, Osmanlı padişahları arasında Osman Gazi, Sultan Fatih, Bayezid–i Veli, Sultan Selim ve Sultan II. Abdulhamid gibi şahsiyetler, ahlâk ve takvaca pek mazbut olan isimlerdir.

Bu derece salih ve muttaki zâtlara dahi, böylesine çirkin ve iğrenç karalamalarda bulunulması, haliyle bizleri üzmekte, ziyadesiyle rencide etmektedir.

Tek tesellimiz, bu tür iftira ve karalamalara perestiş edenlerin, yakın tarih yalanlarını bu millete yutturmaya çalışan Kemalist çevrelerle dirsek temasında bulunarak iş görmesi.

Kemalist geçinen tarihçi, gazeteci ve yazarların ise, yalan–yanlış şeylere bile bile tenezzül ettiklerini biliyoruz.

Bunlar, yakın tarih gerçeklerini bir parça nazara vermeye çalışan aynı mahalleden Can Dündar'ı bile afaroz etmeye kalkıştığına göre, varın gerisini siz hesap edin...

Tarihin yorumu 17 Şubat 1961

Dr. Lütfi Kırdar'ın Yassıada dramı

Bütün ömrünü vatana, millete hizmet yolunda harcamış olan Dr. Lütfi Kırdar, Yassıada Mahkemesinde savunma yaptığı esnada kalp krizi geçirerek vefat etti. (17 Şubat 1961)

Dr. Kırdar, son DP hükümetinde Sağlık Bakanı olduğu için, diğer Demokrat maznunlarla birlikte o da darbeciler tarafından tutuklanmış ve Yassıada'ya sevk edilmişti.

İğrenç iftiralara, haysiyet kırıcı hakaretlere mâruz kalması ve kendini zalim müfterilere karşı orada savunmak mecburiyetinde hissetmesi, onu ziyadesiyle üzmüş, yıpratmış durumdaydı.

17 Şubat günü yapmış olduğu savunma esnasında, kalbi zulümkârlığa daha fazla dayanamamış ve oracıkta yere yığılarak son nefesini vermişti.

Dr. Kırdar'ın duruşma esnasında vefat etmesi, dâvâ arkadaşlarını da eleme, kedere gark etti. Bilhassa Menderes, ziyadesiyle müteessir oldu, bu elim ve dramatik hadiseden. Çünkü, Dr. Kırdar onun kurmuş olduğu kabinede Sağlık Bakanıydı, yani en yakın hizmet arkadaşıydı.

Evet, Dr. Lütfi Kırdar Sağlık Bakanıydı. Ancak, onun bu konumda bulunması ve ülkesine hizmet etmiş olması, darbeci zalimlerin zerre kadar umurunda değildi.

1887 Kerkük doğumlu olan Dr. Kırdar'ın ülkeye hizmeti, sadece Sağlık Bakanlığıyla da sınırlı değildi.

O, aynı zamanda İstiklâl Harbi gazisiydi. İstiklâl Madalyası sahibiydi. 1912'de Balkan Harbine, 1915'de Dünya Harbine ve 1918'den sonra da İstiklâl Harbine iştirak ederek vatan ve millet müdafaasında bulunmuş bir şahsiyetti.

Dahası da var... En kritik zamanlarda Kızılay Başkanlığı görevini yürüttü.

Manisa'da ve İstanbul'da yıllarca valilik yaptı. 11 sene müddetle İstanbul Valiliğiyle birlikte Belediye Başkanlığı görevinde bulundu. Bu süre zarfında, bayındırlık sahasında mühim hizmetler yaptı. Meselâ, Harbiye'deki Spor ve Sergi Sarayı, Açıkhava Tiyatrosu, Dolmabahçe'deki Mithatpaşa (sonradan İnönü yaptılar) Stadyumu, Taksim Meydanı, onun döneminde yapılan eserlerden sadece birkaçı.

Ne var ki, bütün bu yaptıkları da darbecilerin umurunda değildi.

Yassıada'da maruz kaldığı insanlık dışı muamele, nihayet onu kahrından ölecek noktaya getirdi. Hakkında ileri sürülen yalan ve iftira yüklü iddialara cevap vermeye çalıştığı esnada kalbi durdu ve hemen oracıkta vefat etti.

Koskoca bir devlet ve siyaset adamının bu şekildeki dramatik ölümü dahi, darbecilerin nasırlaşmış yüreğini zerre kadar olsun yumuşatmadı.

Nitekim, aynı yerde ve yine işkence altında son nefesini veren diğer beş–altı mazlumun durumu da, o zalimlerin yüreğini yumuşatmaya yetmedi.

17.02.2010

E-Posta: [email protected]



Ali FERŞADOĞLU

Gençleri anlamak


A+ | A-

Gençler; müthiş bir fikir, tecrübe, bilgi açlığı içindedir. Aç olan, midesini doyurmak için çareler arayacaktır. Bunu meşrû yoldan gerçekleştiremezse; gayr-i meşrû yola müracaat edecektir. İşte burada devreye girip onları yanlış yollara düşmekten kurtarmanın yollarını mutlaka bulmalıyız.

* Öncelikle gençleri anlamak ve problemlerine çare üretmek durumundayız. Şuûrlu bir empatiyle bunu başarabiliriz. Empati; bir insanın kendisini karşısındaki insanın yerine koyarak onun düşüncelerini doğru olarak anlama, duygularını hissetme ve bu anlayışını ona sözlü ya da beden diliyle (lisan-ı hâl ile) anlatma sürecidir.

* Ergenlik çağındakiler, farklı arayışlara girer. Anlaşılmak ister. Hayatını anlamlandırmak ister. Eğer siz anlamazsanız, anlamlandırmazsanız, birileri onları anlayacak ve nasıl anlamlandıracağını söyleyecektir.

* Onlarla değerlerimizi, duygularımızı, sevinçlerimizi, üzüntülerimizi, beklentilerimizi, sırlarımızı, hattâ yiyeceklerimizi paylaşmak zorundayız. Eğer biz paylaşmazsak, başkaları paylaşacaktır.

* Gençlere uygulayacağınız baskı, şiddet, sindirme, korkutma ters teper; size isyan olarak döner. O takdirde de onların bu isyan duygularını okşayanlara yaklaşacaklardır.

Aidiyet kimliğini yitirmiş veya kazanamamış; âileleri, çevreleri, toplumları, kültürleri, değerleri, dinlerinden kopmuş gençler yanlış yollara meyyaldir. Özellikle, 12-20 yaşları arasında ve bilhassa başıboş kalan, kültür değerlerine yabancılaşan gençleri birileri dolduracaktır. Çünkü, en enerjik, en heyecanlı, duygularının en çok bağımlı oldukları ve isyan duygularının zirvede olduğu dönemlerindeler.

İfsat şebekeleri; kitleleri ve özellikle gençleri, “Gücü engellediği için bütün aldanma ve yalanları reddet. Sana kendini sakınmayı değil, istediğini yapma özgürlüğünü; sana ruhsal boş umutlar, hayaller yerine hayatî varoluşu; iki yüzlü bir şekilde kendini aldatmak yerine, saf aklı sunarız” gibi cazip felsefi sözlerle etkilemeye çalışırlar.

* Hastalığın tedâvisinin yarısı doğru teşhistir. Hepimizi ve gençleri de inançları ve düşünceleri yönetir, yöneltir. Düşüncelerini anlamalı, teşhis etmeli; kafalarındaki yanlış fikirlerin yerine doğrusunu yerleştirmenin yolunu bulmalıyız.

Unutmayın, insan beyni, hafızası boş bir testidir, bir hardisktir. Siz meşrû şeyler doldurmazsanız; başkası boş ve zararlı unsurlarla dolduracaktır. Meselâ, eğer gençler; müzikten zevk alıyorlarsa, bilhassa sert müzikten hoşlanıyorlarsa; bu ihtiyaçlarını meşrû müzikle karşılamalısınız. Çünkü, insan hakikate muhtaç olduğu gibi, bazı keyifli hevesata/eğlenceye de ihtiyacı var. Fakat bu keyifli hevesat, beşte birisi olmalı...1

* Gençler, özel semboller/simgeler kullanıyorlarsa; siz de kültür değerlerimizin sembolleriyle haşir neşir olmalarını sağlamalısınız.

* Saldırgan eğilimleri varsa; bu negatif duygularını; başta nefislerine, kâfirlere, zalimlere, haksızlara, diktatörlere, canavarlara karşı yöneltmelerini sağlamalısınız.

* Muhakkak bir arkadaş çevresi edineceklerdir. Ahlâk dışı çevrelerle arkadaşlık kurmalarını değil; meşrû eğlenceyi esas alan, araştırma ve ilmî çalışmalar yapan gruplara katmalı veya öyle gruplar teşkil etmelisiniz.

* Geçler üretmek, öğrenmek, kabiliyetlerini geliştirmek gibi inanılmaz bir enerji ile yüklüdürler. Bu enerjilerini mecraına akıtmalısınız. Doğruya, iyiye, güzele, meşru olana yönlendirmezseniz; zıtlarına yöneleceklerdir.

Dipnot:

1- Emirdağ Lâhikası, s. 307.

17.02.2010

E-Posta: [email protected] [email protected]



Baki ÇİMİÇ

Ehvenü’ş-şer bir adâlet-i izâfiyedir


A+ | A-

Muhâkemat’ta “Hilkatte hayır asıl, şer ise tebeîdir. Hayır küllî, şer cüz’îdir” 1 şeklinde çok mühim bir cümle vardır. Münâzarât’ta ise “Ehven-i şer ise bir adalet-i izafiyedir. Heyhât! Âlemin her halinde hayr-ı mahz olamaz” 2 denilmektedir.

“Her şey zıddı ile bilinir” tesbiti mühim bir kâidedir. “Evet, herşey ya hakîkaten güzeldir, ya bizzat güzeldir veya neticeleri itibârıyla güzeldir” 3 denilerek her şeyin bizzat güzel olamayacağı ve âlemin her halinde hayr-ı mahz olamayacağı söylenmektedir.

Ehvenü’ş-şer de, neticeleri ile güzel olan bir adâlet-i izâfiyedir. Çünkü ehvenü’ş-şer, büyük zulmü ve zararı önlemeye çalışmaktır. Bu cihetle ehvenü’ş-şer adalet-i nisbîyedir. Adalet-i nisbîye ise, küllün selâmeti için, cüz’î zararları kabul eden; büyük zarar olmamak için az zarara razı olmayı gerektiren bir izâfî adalettir. Ancak bir şartla ki adâlet-i mahza tatbiki mümkün değilse adalet-i izâfiyeye gidilir. Yoksa gidilmez, zulüm irtikâb edilmiş olur.

Ehvenü’ş-şer; şerrin en az zararlısı, iki kötüden daha az zararlısı demektir. Ehvenü’ş-şer, İslâm Hukûku kitabı Mecelle’de işlenmiş bir konudur. Buna göre;

“Zarar-ı umûmu def için zarar-ı has ihtiyar olunur.” Geneli, herkesi, her şeyi kuşatmış bir zararı kaldırmak için, özel, sınırlı bir zarar seçilir demektir.

“Zarar-ı eşed, zarar-ı ehaff ile izale edilir.“ Şiddetli, kat kat bir zarar, hafif olanı ile yok edilir.

“İki fesad teâruz ettikde, ehaffi irtikâb ile a’zamının çaresine bakılır; iki bozulma karşı karşıya gelip taarurruz ettiklerinde, hafif olanı işlenir ve böylece büyüğünün çaresine bakılır. İki şer, kötülük, çirkinlikten daha hafif olanı seçilir.

“Def-i mefâsid, celb-i menâfiden evlâdır.” Yanlış zararlı olan şeyi def etmek, faydalıyı elde etmekten üstündür.4

Hz. Ali (ra) Efendimiz: “Akıllı olan kimse, hayır ile şerri değil ehvenü’ş-şerri ayırandır” diyerek çok önemli bir noktaya temas etmiş ve ders vermiştir.

Dünyada mutlak hayır olmadığı için ehvenü’ş-şer her zaman gereklidir. Onun için de Bedîüzzamân Hazretleri “Şerr-i cüz’î için hayr-ı kesîri tazammun eden emri terk etmek, şerr-i kesiri işlemek demektir. Ehvenü’ş-şerri ihtiyar elzemdir” 5 demiştir. Ehvenü’ş-şer az kötü demektir. Yani iki şerden dahâ az zararlı olanın tercih edilmesidir. İlk bakışta “Bu da zarardır” denilebilir. Ancak o “az kötü olan ehvenü’ş-şer” netice itibarıyla hayırdır ve hayra hizmet eder. Çünkü Üstad Bedîüzzamân; “Hem meselâ, kangren olmuş ve kesilmesi lâzım gelen bir parmağın kesilmesi hayırdır, iyidir. Hâlbuki zâhiren bir şerdir. Parmak kesilmezse el kesilir, şerr-i kesir olur” 6 demektedir. “Hayr-ı kesir için şerr-i kalil kabul edilir” prensibi de bunu destekleyen önemli prensiplerindendir.

Peygamber Efendimiz (asm): “Bir şeyi tamamen elde edemiyorsan, tamamını terk edemezsin” 7 buyurmuşlardır. Bu hadîse dayanarak Bedîüzzamân Hazretleri de “Tamamı elde edilemeyecek şeyin tamamı terk edilmez” demiştir.

Bütün bu ölçüler içerisinde dinimizin içtimâî ve siyâsî sahalara bakan ölçülerini, özellikle Kur’ân’ın bu asra bakan tefsiri olan Risâle-i Nûr’un prensiplerini iyi tahlil edip ona göre hareket etmek durumundayız.

Kâinatta hiçbir şey önemsiz değildir. Çünkü her şeyde Yüce Allah’ın tecellileri vardır. Küçük bir makinada çok küçük bir parçayı yerine takmazsak o âlet çalışmaz. Bir gemide pusula çok küçüktür ve az bir yer kaplar. Ancak geminin sahil-i selâmete çıkması için en önemli bir âlettir.

Kâinatın misâl-i musağğarı olan insan her şeyle ilgili ve alâkalıdır. Hiçbir şeye bigâne kalamaz. Dikkat etmemiz gereken ise; az ilgilenmemiz gerekenle çok, çok ilgilenmemiz gerekenle az ilgilenerek istikametimizi kaybetmememiz gerekir. Meyve Risâlesi, ‘Dördüncü Mesele’deki gibi bütün dairelerde görevimiz vardır. Önemli olan bu vazîfeleri dâimî ve en önemli olan kalb dairesinden başlatmaktır. Üstad Bedîüzzamân geniş dairelerde de muvakkat—ara sıra—vazîfeler bulunduğunu söylemiş ve bu vazîfelere hiç bakmayın dememiştir. Ancak fıtrî ve sünnete uygun olan sıralama Meyve Risâlesinin Dördüncü Meselesinde yapılmıştır.

Bir gemideki kaptan dümeni terk ederse sonuç mâlûmdur. Kaptan “Ben az bir kusur işledim, benim kusurumdan ne çıkar, şöyle az uyumuştum” derse bu hatası onun gemiyi batırmasına sebep olduğu için affedilemez. Hatta gemide gark olan masumların hakkına ve hukûkuna da bu kusuru ile zulmetmiş olur.

Ehvenü’ş-şer zarûret durumunda tatbik edilen bir adalet-i izâfiyedir. Bu tamamıyla şartların zuhurundan sonra ortaya çıkacak bir tercihtir. Ehvenü’ş-şer hayır ile şer arasında yapılacak bir tercih değildir. İki şer karşısında zorunluluktan yapılacak olan bir tercihtir.

Dipnotlar:

1- Muhâkemat, 2006, s. 63; 2- Münâzarât, 1998, s. 123; 3- Mektubat, 2005, s. 643; 4- Mecelle, Mecelle-i Ahkâm-ı Adliye, s. 11; 5- Muhâkemat, 2006, s. 47; 6- Mektubat, 2005, s. 71; 7- Keşfü’l-Hafa, 2:196; Hadis No: 2258.

17.02.2010

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Geri



Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Ali Rıza AYDIN

  Atike ÖZER

  Baki ÇİMİÇ

  Banu YAŞAR

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H. İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Muzaffer KARAHİSAR

  Nejat EREN

  Nurullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu

Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.
Kurumsal Linkler: Risale-i Nur Kongresi - Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Demokrasi100 - Yeni Asya Gazetesi - YASEM - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat - Yeni Asya Takvim oktay usta yemek tarifleri Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım - Yeni Asya 40. Yıl