22 Kasım 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Basından Seçmeler

Füze Kalkanı efsaneleri

WALL Street Journal Gazetesi de ABD’nin başı çektiği Avrupa için aşamalı uyarlanabilir füze kalkanı projesinin, NATO kapasitesi olarak kabul edildiğini duyurduğu haberde şöyle dedi. “Türkiye’nin toplantıdan önceki haftalarda ortaya attığı taleplerinin çoğu ya bir kenara itildi, ya da- kontrol merkezinin Türkiye’de olmasına ilişkin olanı gibi- daha sonra görüşülmek üzere ertelendi. Zirveye katılanlar, Türk Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün bu konuları Cuma günü bastırmadığını söylediler.”

Sadece üyelerinden biri değil, en eski ve en güvenilir üyelerinden olduğumuz NATO ile ilişkilerde bu bilek güreşi üslubu, NATO tarihinde var olagelen pazarlıkların bir siyasi show haline dönüştürme eğilimi Türkiye’nin alışık olduğu bir üslup değil.

Pazarlık olmaz mı? Tabii ki var. NATO ile Avrupa ordusu arasındaki işbirliğinde Kıbrıs pürüzü aşılamadığı için uzun zamandan beri tartışmalar ve pazarlıklar sürüyor.

Afganistan’a asker gönderme konusunda da öyle.

Daha önceki yıllardan, NATO’nun beşinci maddesinin Türkiye’nin terörle mücadelesinde hayata geçirilmesi için NATO kulislerinde ciddi tartışmalar yapıldığını da anımsıyorum.

Ama Rassmussen’in genel sekreterliğe getirilmesinden sonra ikinci kez Türkiye NATO ile alenen restleşiyor. Daha doğrusu öyle bir hava veriliyor.

Neden? Çünkü AKP’nin hedef kitlesi ile NATO’nun hedefleri arasında ayrışma var. Ve bu ayrışma, tartışmaları kulislerden, meydanlara taşıdığı için Türkiye nereye gidiyor sorularına muhatap oluyoruz. Türkiye ile ilgili tartışmalar “istediğini aldı mı almadı mı” noktasına indirgeniyor.

* * *

ABD Başkanı Obama, geçen yıl eylül ayında, Bush’un füze savunma projesinde değişiklik kararına imza atarken, savunma bakanı Gates’in önerilerini dikkate aldığını açıklamıştı. Buna göre, İran’ın uzun menzilli balistik füze programı sanıldığı gibi hızla ilerlemiyordu. Esas tehdidin İran’ın orta ve kısa menzilli füzelerden geldiği belirlenmişti.

O yüzden, kıtalararası füzelere şimdilik gerek yoktu.

Avrupa’daki füze sistemleri ile Amerika’nın Akdeniz ve Doğu’ya yerleştireceği füzeler ve ileri radar sistemleri ile proje NATO şemsiyesi altına alınırsa Moskova’yı da rahatsız etmeyebilirdi.

Obama yeni projenin eskisine göre çok daha “hızlı ve etkili” olacağını açıklamıştı.

ABD Genelkurmay Başkan Yardımcısı Cartright geçtiğimiz yıl proje ile ilgili basına verdiği bilgide Raytheon firması tarafından üretilecek olan standart füze interseptörü (SM)-3 lerin, 2011’den itibaren Akdeniz ve Kuzey Denizi’ne konuşlanacak Amerikan Deniz Kuvvetleri’ne ait gemilere yerleştirileceklerini açıkladı.

Bush’un projesinde her tarafa bakan ve Çek topraklarına yerleştirilmesi düşünülmüş olan radardan farklı olarak sadece İran’a bakan radarlar tarafından desteklenecek. Sistemin temelini bu radar oluşturuyor. Türkiye’ye yerleştirilmesi planlanan yüksek kapasiteli radarın, bir komuta kontrol merkezi, enerji santralinin olacağı ve 70 bin metrekarelik bir alanı kapsayacağı tahmin ediliyor.

* * *

TÜRKİYE’nin talebi doğrultusunda NATO belgelerinde hedef ülke olarak İran’dan söz edilmiyor ama bu durum, İran’ı ikna ediyor mu?

Eğer öyle olsaydı, Tahran gelişmeleri “son derece şüpheli bulduğunu” söyler miydi?

Cuma günü Lizbon’da NATO öneriyi onaylarken, İran Devrim Muhafızları Komutanı General Amir Ali Hacizade, Tahran ve ülkenin bazı bölgelerinde ulusal füze kalkanı geliştirmekte olduklarını açıklar mıydı.

Ve “Topraklarını bize karşı füze fırlatma rampası olarak kullandıracak her ülke düşman ülke muamelesi görecektir” der miydi?

Bütün bunlar göz önüne alındığında NATO’da yeni dönemin eskisinden çok farklı, Türkiye’nin rolünün soğuk savaştakinden daha kolay olacağını söylemek mümkün mü?

Ferai Tınç / Hürriyet,

22.11.2010


“Din Yok Milliyet Var” ile “Vecibesiz ve Müeyyidesiz Bir Ahlâk” arasında

İKİNCİ Meşrutiyet Dönemi fikir hareketlerinin erken Cumhuriyet kavramsallaştırma ve siyasetlerinin oluşturulmasındaki etkisi oldukça fazladır. Dönemin entelektüel tartışmasını yakından izleyen ya da buna bizzat katılan Cumhuriyet kurucuları, din ve dinin toplumsal rolü konusundaki kavramsallaştırmaları da temelde Garbcılık ve Türkçülük hareketlerinin temel tezlerine dayanarak yapmışlardır. İlginç olan her iki hareketin de bu temel tezleri, Avrupa düşüncesi içinde bilimin ilerlemesi karşısında kısa sürede ortadan kalkacağı düşünülen “din”in yerinin nasıl doldurulacağı, yeni kutsallığın nasıl yaratılacağı konusundaki tartışmalardan yola çıkarak oluşturmasıdır.

1859 sonrasında ana tezlerini Darwinizm ile de bağdaştıran popüler bilimci hareketi içselleştiren Garbcılık bir yandan bu akımın, yerleşik dinlerin ortadan kalkacağı geleceğin toplumunda “bilimin kendi felsefesini oluşturacağı” varsayımına sahip çıkarken, öte yandan da Jean-Marie Guyau’nun “vecibesiz, müeyyidesiz, bireysel dindarlık” düşüncesini benimsiyordu.

Toplumsal ahlâka ilişkin kural ve değerlerin çözülmesi sonucunda ortaya çıkan “kuralsızlık” durumunu anlatmak için kullanılan “anomi” kavramının yaratıcısı olan Guyau, bu kavram üzerine inşa ettiği kuramlarıyla şöhret kazanan Durkheim benzeri bir etkinlik gerçekleştirmemiş, buna karşın, vefatından uzun süre sonra, en popüler yabancı düşünürlerden birisi haline geldiği 1920 ve 30’lu yıllar Türkiyesi’ndeki din algısını derinden etkilemişti.

Guyau, dönemin yaygın inancı olan bilimin gelişmesinin din ve din temelli toplumsal ahlâkın çözülmesine yol açmakta olduğu tezini kabul etmekle beraber bilimci bir ahlâk ya da pozitivizmin bunların yerini dolduramayacağını düşünüyordu. Kendisine göre yerleşik dinler yerlerini “bilimcilik” ya da “pozitivizm” benzeri seküler inanç biçimlerine değil soyut anlamıyla “bireyciliğe” bırakacaklardı.

Guyau “anomi”nin bireyciliğe darbe vuracağını düşünen Durkheim’ın tersine onun, dinleri zayıflatırken, bireyciliği güçlendireceğini var sayıyordu. Guyau’ya göre bilimin gelişmesi karşısında ortaya çıkacak ahlakî kuralsızlık, bireylerin örgütlü dinlerle ilişkilerini sona erdirip, kendi bilinçlerine dayanan, kuralları ve müeyyideleri olmayan dinler yaratmalarına neden olacak, başka bir deyişle, onları felsefî anlamda dindar yapacaktı. Darwinist kuramı da tezlerinin merkezine yerleştiren Guyau, bireylerin fikirleri evrildikçe, yarattıkları din algısını da değiştireceklerini düşünüyordu.

Tıpkı Guyau’yu başka bir alanda yanlış yorumlayan Kropotkin gibi, son dönem Osmanlı, erken Cumhuriyet entelektüelleri de onun bilimcilik ve pozitivizme ciddî eleştiriler getiren ahlâkçılığından temel olarak kitaplarının birisinin başlığı olan mesajı alıyorlardı. “İstikbâlin Din Yokluğu” adıyla Türkçeye çevrilen bu kitap, geleceğin toplumunda örgütlenmiş dinlerin ortadan kalkacağını var saymakla birlikte, insanın başka türlü davranması mümkün olmadığı için “ahlâklı” olduğunu, bu nedenle de istikbâlin din yokluğunda yeni bir ahlâk geliştireceğini savunuyordu. Bu tezin bilimci kuramla bağdaştırılması son derece zordu. Ancak Türk entelektüelleri bu ilginç bağdaştırmayı yapabiliyorlardı.

Guyau’nun “bireysel düzeyde, felsefî dindarlık” fikri erken Cumhuriyet ideolojisinin dine biçtiği toplumsal role fazlasıyla uyum gösteriyordu. Ancak tıpkı İkinci Meşrutiyet Garbcıları gibi bu tür dindarlığı, bilimin kendi felsefesini yaratacağı, hattâ bilimin bizatihi bir felsefe olduğu düşüncesiyle eklemleştiren erken Cumhuriyet ideolojisi, bunlara ilâveten örgütlenmiş dinlerin ortadan kalkmasıyla doğacak boşluğu farklı bir “kutsal” ile doldurmak istiyordu.

Yukarıda zikredildiği gibi “anomi”nin Guyau’nun var saydığının tersine bireyciliğe darbe vuracağını ileri süren Durkheim, laik vatandaşların, milliyetçilik yardımıyla, kutsallığı başka bir boyuta aktararak bir devlet tapınması eda edeceklerini düşünüyordu. Guyau’nun eserinin eleştirisini yazarken ifade ettiği gibi Durkheim, dinin “sosyolojik” bir fenomen olduğunu ileri sürerken, “Robinson’un bile adasında kendine uygun bir din geliştireceğini” savunuyordu. Ancak Guyau’dan farklı olarak Durkheim, geleceğin toplumunda ortadan kalkacak örgütlenmiş dinin yerini “vatandaşlık ahlâkının” alacağı öngörüsünde bulunuyordu. Kutsallaştırılan milliyetçi semboller, törenler ve semboller aracılığıyla yaratılacak bu yeni ahlâk yeni toplumda dinin geleneksel toplumlarda oynadığı rolü ifa edecekti.

Cumhuriyet kurucuları gerek Ziya Gökalp aracılığıyla, gerekse de doğrudan eserlerini okuyarak etkilendikleri Durkheim’dan temel olarak örgütlenmiş dinin yerini milliyetçilikle kutsallaştırılacak “vatandaşlık ahlâkı”nın dolduracağı düşüncesini alıyorlardı. Nitekim lise ders kitaplarında “hikâye ve hurafe”lere dayanan dinin, bilimin ilerlemesinden önce insanların korku ve zaaflarından kaynaklandığı anlatıldıktan sonra, bunların “dimağın... yeni ilmî keşiflerle nurlanması sayesinde” ortadan kalktığı ve artık “her türlü tekâmül, huzur ve emniyetin menbaı”nın “cemiyet” olduğu vurgulanıyordu.

İlginçtir ki yeni kavramsallaştırmalar bir yandan Guyau’dan etkilenerek dindarlığın bireysel düzeye ineceğini savunurken, öte yandan da Durkheim tesiriyle milliyetçilik temelli toplumsal bir ahlâk yaratılmasının gerekliliğini vurguluyorlardı. Bu ilginç bağdaştırmanın üzerinde yaratıldığı zemin ise örgütlenmiş dinlerin geleceğin toplumunda var olmayacakları ve olmamalarının gerekliliği teziydi. Bu ise sosyolojik tahlillerden ziyade bilimci kuramdan çıkartılmaktaydı.

Guyau’nun bireysel, felsefî dindarlık düşüncesi ile en basitleştirilmiş formülasyonu eski bir Teşkilât-ı Mahsusa mensubu olup, 1932-1943 arasında Samsun milletvekilliği yapan Ruşenî (Barkın)’ın Mustafa Kemal (Atatürk)’e sunduğu Din Yok Milliyet Var: Benim Dinim, Benim Türklüğümdür başlıklı çalışmasında dile getirilen milliyetçilikle kutsallaştırılan vatandaşlık ahlâkının din boşluğunu dolduracağı tezinden oldukça ilginç bir bağdaştırma yaratıldığı şüphesizdir.

Bu bağdaştırmaya karşın erken Cumhuriyet’in aynı zamanda neden kapsamlı bir dinî reform başlattığını kavrayabilmek kolay değildir. Bu ise ancak İkinci Meşrutiyet Garbcılarının en ünlü sloganlarından birisi olan “ilm havassın dini, din avamın ilmidir” vecizesi ışığında anlaşılabilir. Erken Cumhuriyet kavramsallaştırmalarının geleceğin toplumunda örgütlenmiş dinlerin olmayacağı varsayımına dayanarak yapılmış olmasının etkilerini ise günümüzde dahi hissetmemek mümkün değildir.

Şükrü Hanioğlu Sabah, 21.11.2010

22.11.2010


Her fen bilimcinin geldiği nokta Allah’tır

-Ahiret inancınız var mı?

-Evet, var. İyilik yapmanın önemli olduğuna inanıyorum. Temel düsturlarımdan bir tanesi bu. İyi bir insan olacağım diye çıktım yola. Kimse ile ilgili kötülük yapmayı düşünmedim. Yapmadım. Onu rahatsız edecek, incitecek, halel getirecek hiçbir şey yapmadım hayatımda. Ve buna hakikaten bütün gönlümce riayet ettim. Kötülük aklıma gelmiyor. Yani şunu şöyle yapayımda ayağını kaydırayım, şunun notunu kırıvereyim.

-Veya meslektaşlarımı ihbar edeyim!

-Bu dünya görüşüm içinde hakikaten karıncayı dahi incitmekten çekinen birisi olarak kendi meslektaşlarımın aleyhine böyle bir şey yapmış olmakla suçlanmak bana başka türlü bir acı veriyor. Hesap vereceğimize inanıyorum. Bu hesap vermenin gerekliliklerin tamamını yerine getirmediğimi de biliyorum. Ben iyi bir Müslümanım dediğim zaman bir kere konunun bütün boyutunu iyi biliyorum. Diğer dinleri de biliyorum. Mukayese ettiğim zaman zaten hiçbir biçimde başka dine mensup olabilmenin mümkün olamadığını da görüyorum. Bu söz konusu bile olamaz. En iyisi, en doğrusu budur diyorum. Eğer biri inanacaksa zaten bundan başka yolunun olmadığını da görüyorum.

-Sur üflenecek. Herkes mezarlarından kalkacak gibi bir resim var mı kafanızda?

-Evet. Bunu nasıl görselleştirdiğiniz yine kendi beyninizde olan bir şey. Ama günün birinde bu olacak. Onun için ben iyilik yapayım demiyorum. En ufak bir biçimde ya hesap veremezsem diyerekten bir kaygıyla yapmadığım şeyler yok. Böyle yaratılmışım diye görüyorum.

-Peki bir Allah aşkı kavramı var mı gönlünüzde?

-Her iyi fen bilimci günün birinde, izah edemediği bir şeyle karşılaşır. Önce gençken, az bilirken her şey olabilir diye bakarsınız. Olabilir, ben de yaparım. İki tüp, bilmem ne alır, bunu da yaparım. Her şey olabilir diye bakarsınız. Bilginiz ilerledikçe hele kainatı global anlamda ve bütün işte diğer gezegenlerde olanları, olan biteni, bu dengeyi, bu üzerinde bulunduğumuz gezegendeki değişik bildiğiniz canlıların yapılarını, bir kelebeğin kanadındaki bir sarı rengin dahi, bir lekenin dahi aslında bir işe yaradığını görmeye başladığınız zaman koparsınız artık. Burada başka bir şey var demeye başlarsınız. Her iyi fen bilimcinin sonunda geldiği nokta Allah’dır.

-Bunun başka izahı yok mudur sizin için?

-Bunun izahı yok yani başka türlü. Ve de hayran kalırsınız. Okudukça, öğrendikçe hayran kalırsınız. Ve teslim olursunuz. Budur sizi götürecek. Onun için inançlı insanlar için okumanın şart olduğunu, hele ki fen bilimleri okumanın şart olduğunu hep söylüyorum. Çünkü bir kuşun gagasının neden öyle kıvrık olup da böyle kıvrık olmadığını anladığınız zaman, ne işe yaradığını anladığınız zaman hiçbir şeyin tesadüfi olmadığını ve her şeyin bir sebebi olduğunu gördüğünüzde işte o zaman akan sular durur.

-Ne zamandır böyle düşünüyorsunuz?

-Son on senedir. Çünkü işimi ancak son on senedir çok iyi bildiğime inanıyorum. Biyokimyadır benim şey yaptığım. Biyokimyayı ancak ellili yaşlarda iyi bilir hale gelirsiniz. Daha önce gelemezsiniz.

-Sizin için şöyle bir başlık atsam doğru olur mu? Ben Allah’a aşığım.

-Elbette. Ama bu her türlü dini vecibeyi yerine getir demek değil. Allah’a aşığım doğru bir tanımlama. Gerçekten bir noktada hakikaten kafanızın durduğu ve vay anasına dediğiniz bir nokta oluyor. Bunu demeden önce geldiğiniz kültür, yaşam biçimi, içinde bulunduğunuz kuşak, arkadaşlarınız vesaire farklı. Daha çok ateizme giden insanların içinden geliyorsunuz. Yani benim yaşımdaki insanlar, o 68 kuşağı genellikle materyalisttir. Uhrevi şeyleri lüzumsuz gören, bunlarla vakit kaybetmenin anlamsızlığına inanan... Şimdi buradan böyle geldiğiniz zaman size hiçbir biçimde herhangi bir şey empoze edilmeden geldiğiniz için çok önemli.

-Ailede yok muydu bu konular?

-Hayır, hiç konuşulmazdı.

-“Bu durum bana zaman kaybettirdi” diye düşünür müsünüz?

-Hayır, ben düşünmüyorum onu. Çünkü bu şekilde kendi kendine bir yere varmış olmanın tadını çıkarmaktayım şu anda. Ve bence bu çok önemli. Hiçbir şey dogmatik değil. Hiçbir şey size öğretilmiş değil. Siz adım adım kâinatın düzenini gördüğünüz zaman hele bir dur diyorsunuz. Bence bundan daha önemli bir şey olamaz. Ama bu ancak bu konuyu okuyan insanların başına gelebilecek bir şeydir. Ben eğer bir tarihçi olsaydım mesela hiçbir şey ifade etmeyecekti benim eğitimim. Tesadüf eseri içinden geçtiğim meslek eğitimi beni bu noktaya getirdi. Ben bir edebiyatçı olsaydım, matematikçi olsaydım zaten bu noktaya gelemezdim.

-Öyleyse içinizde bir şükür duygusu olmalı.

-Var. Herkesçe de bilinen, her zamanda gülünen bir şükür duygusu. Ben bir bardak su içerim çok şükür derim. Bir lokma ekmek yerim çok şükür derim. Çok şükür sağlığım yerinde derim. Çok şükür aklım çalışıyor, elim titremiyor derim. Hakikaten bütün bunların bir hediye olduğuna inanırım. Ve de hakikaten şükrederim. Çok küçük yaşlardan beri dua bilirim. Babaannemin sayesinde icap eden her şeyi bilirim.

Konuşan: Nuriye Akman / Zaman, 21.11.2010

22.11.2010


Galiba Lizbon’da bizi kazıkladılar!

CUMA günü Lizbon’da Nato Zirvesi toplandı.

Zirvenin gündeminde aylardır tartışılan füze kalkanı meselesi olduğu için, ben de ilgiyle takip ettim. Öğrenmeye, anlamaya çalıştım.

Türkiye içine düştüğü sıkışıklıktan sıyrılabilecek miydi?

İran’la bu kadar yakın ilişkiler yürütürken, ona karşı hazırlanan bir projenin parçası olmaktan kurtulabilecek miydi?

Yoksa “hayır” deme şansı ve gücü zaten hiç yok muydu?

Türkiye’nin, füze savunma sistemi içinde talepleri karşılanmış öğrendiğimize göre. Füze kalkanı kurulacakmış ama kimse İran’a “düşman ülke” demeyecekmiş. Türkiye de rahatlayacakmış böylece.

Yani gerektiğinde İran’a karşı kullanılacak silah, Türkiye’nin topraklarında duracak ama bunun İran’a karşı olduğu söylenmeyecek.

Şimdilik böyle gözüküyor. Bunun için gereken uzlaşı sağlandı zirvede.

Peki aslında tam olarak ne oluyor merak etmiyor musunuz?

Füze kalkanıyla ilgili dün Taraf Gazetesi’nde bir haber vardı.

Bir uzman, NATO’da şu anda tartışılan savunma sistemlerinin, aslında Amerikan silah yapımcılarına para aktarmak için hazırlanan bir proje olduğunu söylemiş.

“Amaçları insanları korumak değil. İran’dan Avrupa’ya bir füze tehdidi riskine inanmıyorum” demiş.

Akla yakın bir iddia.

Peki, dünyada silah satışının devam etmesini, silah harcamalarının artmasını isteyenler kimler?

Bu konularda pek bir şey bilmiyoruz.

Bilenler de bilmemezlikten geliyor.

Ben her şeyi bilmek isterdim.

Dünya üzerinde oynanan tüm oyunları öğrenmek, gizli konuşmaları duymak, saklı ilişkileri sezmek, aptalları güçsüzleri görmek, çok güçlüleri bilmek isterdim.

Bunları bilmiyorum.

Ama bir şeyi seziyorum.

Galiba bizi kazıklıyorlar...

İlginizi çekiyorsa, dünya çok zevkli bir oyun alanı aslında. Uluslararası ilişkiler ve hamleler de bu oyunun en heyecanlı parçası.

Kural şu gibi gözüküyor: hiç kimse herşeyi bilmeyecek. Ama, bazıları ‘hiç kimse’ sayılmayacak.

Yani bazıları birilerinden hep daha fazla bilecek.

Zevkli değil mi?

Sanem Altan / Vatan, 21.11.2010

22.11.2010

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri


Son Dakika Haberleri

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.