25 Kasım 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Basından Seçmeler

Son sözümdür, defteri kapatıyorum

YÜZLERCE gazetecinin psikolojik kuşatma altına alındığı Ergenekon sürecinde 5 bin civarında açılmış soruşturma ve dava var. Bu tablo, AB üyeliği için reformlar yapan Türkiye’nin bir ayıbıdır. Nitekim AB, Türkiye’yi bu konuda uyardı.

Hükümet, yaklaşık bir yıldır bu konuda bir çalışma yürütüyor. Bu sürede inadına yeni bir anayasa hazırlayan ve referandumu gerçekleştiren hükümet, ne hikmetse birkaç maddelik basın düzenlemesini sürekli öteliyor.

Son Bakanlar Kurulu toplantısından da sonuç çıkmadı. Hükümetin bu konuyu ağırdan almasının nedenleri konusunda başkent kulislerinde epeyi dedikodu dolaşıyor ama bu detaylara girmek istemiyorum.

Aslında bu tartışmayı zihnimde çok önceden bitirmiştim. Radikal Gazetesi, konuya ilişkin hazırladığı dizi yazı kapsamında aradığı zaman, “ilgilenmiyorum” diyerek görüş belirtmemiştim. Aynı dertten muzdarip olan Radikal Muhabiri İsmail Saymaz’ın ısrarı üzerine birkaç satır karalayıp göndermiştim.

Bayramda tartışmaya sorti yapmamın nedeni ise hem Cumhurbaşkanı Gül hem Başbakan Erdoğan’ın Çankaya Köşk’ündeki 29 Ekim Resepsiyonu’nda karşılaşınca, hiçbir ima veya talebim olmaksızın, kendilerinin doğrudan konuyu açarak, bu davalardan duydukları üzüntüyü dile getirmeleridir.

Bakanlar Kurulu’ndan sonra yapılan açıklama üzerine, bu konuya son kez girerek defteri tümden kapatacağım. Daha sonra lehte ya da aleyhte bu tasarıyla ilgili yazarsam namerdim.

Hani, Namık Kemal’in meşhur Hürriyet Kasidesi’ndeki “Görüp ahkâm-ı asrı münharif sıdk u selametten/ Çekildik izzet ü ikbal ile bab-ı hükûmetten” dizeleri var ya, o misal, izzet ü ikbal ile kenara çekileceğim.

Emekli Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök de Balyoz tartışmaları sırasında Gazeteci Fikret Bila’ya “Ben de izzet ü ikbal ile gündemden çekildim. Şimdi bahçede torun kovalıyorum” demişti.

Biz “torun sevme” çağında değiliz, yine nefesimiz yettikçe, kalemimiz elimizde kaldıkça yazmaya, çizmeye devam ederiz. Olmazsa baba mesleğine döner, rızkımızı kazanırız. Hesabı da rızkımızı veren Allah’a öderiz. Başka bir hesap yeri bilmedik, bilmeyiz.

Son sözüm

Şimdi, tasarıyla ilgili naçizane birkaç cümle eyleyip bir daha açılmamak üzere defteri kapatalım.

Dün Ergenekon haberlerinden muzdarip gazetelere baktım, hayal kırıklığına uğradım. Sabah’ın başlığı şöyle: “Ergenekonzede gazetecilere umut...” Star “Gazetecilere dava zorlaşıyor”, Yeni Şafak “Gizliliğin ihlali değişiyor” başlığıyla duyurmuş haberi okurlarına.

Zaman Gazetesi ise Bakanlar Kurulu haberinin sonunda şu yorumu yapmış: “Hükümetin meclisten düzenlemeyi geçirmesi halinde, özellikle Ergenekon sürecinde üst üste hapis cezalarıyla caydırılmaya çalışılan basın mensuplarına yönelik keyfi davaların önüne geçilmiş olacak.”

Nasıl olacak bu?

“Soruşturmanın gizliliğini ihlal” suçunu düzenleyen TCK’nın 285. maddesinde suç tanımı daha net hale getirilerek!

“Hükümet neylerse güzel eyler” diye mi bakıyoruz meseleye, yoksa nedir bu uçuk yorumlar anlayabilmiş değilim.

Kardeşim, açılan bu soruşturma ve davaların kaçı maddedeki suç tanımının muğlaklığından kaynaklanıyor, bir anlatın bakalım.

Malatya misyonerler cinayeti davası sanığı Emre Günaydın’la ilgili bir belge yüzünden Ergenekon davasında gizliliği ihlal ve adil yargılamayı etkilediğim gerekçesiyle hapis cezası aldım. Mahkeme, Aydınlık Dergisi Yazıişleri Müdürünü “Davanın gizliliği mi kaldı ki sana ceza vereyim” diyerek beraat ettirirken, aynı mahkeme bana “gizliliği ihlal” suçundan 20 ay hapis cezası verdi. Mahkemece kabul edilmiş ve kamuoyuna açıklanmış Ergenekon iddianamesinden yer alan, herkesin internetten rahatça ulaşabileceği bir belgeyi yayınladığım için yine 15 ay hapis cezası aldım.

Sakarya Emniyet Müdürü hakkındaki iddiayı köşeme taşıdığım için “hakaret” suçundan hakkımda dava açıldı, şikayetçi cezaevinden gelerek mahkemede ifade verdi. Şaka gibi...

Avukatımız, “bu bile haberin gerçekliğini göstermiyor mu, hakaret bunun neresinde” diye feryat etti. Benim bir köşem var, sesimi duyurabiliyorum. Ya sorumlu yazıişleri müdürleri, muhabirler? Star’ın sorumlu Yazıişleri Müdürü hakkında verilmiş toplam 11 yıl hapis cezası var, diğer davalarda hakkında istenen ceza miktarı 700 yılı geçiyor.

Yöneticiliğini yaptığım Ankara Büro’da yargı muhabirimiz Lütfü Kaplan ve polis muhabirimiz Zafer Kütük hakkında açılan dava sayısı 60’ı aştı, haklarında istenen hapis cezası 200 yılı buluyor. Şimdi kalkmış TCK’nın 285. maddesine “maddi olguya oluşmayı engellemek” ifadesini ekliyorlar. Böylece, keyfi davalar önlenecekmiş!

Güldürmeyin adamı! Aksine madde metnini daha muğlak hale getiriyorsunuz.

Siz iyisi mi o “maddi olguyu” alın, metni hazırlayan profesöre verin, üniversitede sanal ders olarak okutsun. Biz hayatımızın gerçekleriyle yola devam ederiz. Yeter ki gölge etmeyin, başka da ihsan istemeyiz.

Ş

Şamil Tayyar Star, 24.11.2010

25.11.2010


Duvarlarla çevrilmiş ulus-devletler ve de toplumlar

KIBRIS orununu yakından izleyen emekli büyükelçi Temel İskit, Taraf gazetesinde yayımladığı dünkü yazısında BM Genel Sekreteri, KKTC Cumhurbaşkanı ve Kıbrıs Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı’nı bir araya getiren New York’taki görüşmenin de sorunun çözümüne ilişkin -ufak da olsa- bir umut doğurmadığın hatırlattıktan sonra şöyle devam ediyor:

“Bölünme artık güçlü bir olasılık zaten. Yıllardır masada olan ve ancak AB’nin Türkiye’nin üyeliğini isteyip sindirmesiyle gerçekleşebilecek olan eşitliğe dayalı, iki toplumlu, iki kesimle federal çözüm ise uzaklaştıkça uzaklaşıyor.”

Demek ki bu gidişle “Yeşil Hat”ın geçicilikten çıkarak adadaki iki devleti-toplumu birbirinden ayıran sabit sınır olma ihtimali giderek güçleniyor.

“Yeşil Hat”, yani adadaki iki toplumu birbirinden ayıran “duvar”.

Toplumları-ulus-devletleri birbirinden ayıran “duvar” denince, Berkeley Üniversitesi’nin siyaset bilim profesörlerinden Wendy Brow’nın dünyadaki benzer “duvarlar” üzerine yazdıklarını hatırlamamak mümkün değil.

Amerikalı profesör, konuya ilişkin kitap ve yazılarında dünyada bugün ayakta olan (Berlin Duvarı gibi yerin altında kalanlar dışında yani) “duvarlar”ın bir dökümünü yapıyor önce.

Önümüze çıkarılan liste -tek başına- dünyanın geleceği konusunda umutsuz-kötümser olmamızı yetecek nitelikte. Bu “küreselleşme” çağında, yani “küreselleşme”nin “serbest dolaşımı” nasıl-niçin gerektirdiğinin dillerden düşmediği bir çağda karşımıza dikilen bu “duvarlar” da neyin nesi?

İsterseniz bugün, “söylem” ile “gerçeklik” arasındaki uçurumun en iyi örnekleri olan bu “duvarlar”ın nerelerde yükseldiğini hatırlatıp, bunun nedenlerinin analizini bir başka yazıya bırakalım. İşte size “sınırlar” ile yetinmeyerek komşuları ile arasına “duvar” ören ülkeler:

- İsrail’in Batı Şeria duvarı.

- Kuzey ve Güney Kore arasındaki duvar.

- ABD ve Meksika arasındaki duvar.

- Tayland ve Malezya arasındaki duvar.

- Zimbabve ve Botsvana arasındaki duvar.

- Hindistan ve Pakistan arasındaki duvar.

- Hindistan ile Birmanya arasındaki duvar.

- Hindistan ile Bangladeş arasındaki duvar.

- Pakistan ve Afganistan arasındaki duvar.

- Birleşik Arap Emirlikleri ve Umman arasındaki duvar.

- Suudi Arabistan ve Yemen arasındaki duvar. Kuveyt ile Irak arasındaki duvar.

- Abhazya ve Gürcistan arasındaki duvar.

- Güney Afrika ve Zimbabve arasındaki duvar.

- İran ve Pakistan arasındaki duvar. Çin ile Kuzey Kore arasındaki duvar.

- Özbekistan ve Türkmenistan arasındaki duvar.

- Özbekistan ve Kırgızistan arasındaki duvar.

- Özbekistan ve Afganistan arasındaki duvar.

Bu listeye KKTC ve Kıbrıs Cumhuriyeti arasındaki “Yeşil Hat” olarak adlandırılan duvarı da eklemeyi unutmayalım.

Üstelik, uzunlukları yüzlerce kilometreyi bulan bu “aşılmaz” duvarlar yetmiyormuş gibi, Brezilya ve Uruguay ile ABD ve Kanada arasına da güçlü bir duvar yerleştirmenin hayali de kuruluyormuş.

“Duvarlar”ın dökümü aşağı yukarı böyle. Bu döküm içinde ulus-devletlerin kendi içlerinde yükselttikleri “duvarlar” yer almıyor. “Güvenlikli siteler”i çevrenin tacizinden korumak için yükseltilen duvarların yer almaması gibi...

Şimdi siz cevap verin:

Peş peşe yükselen, eskileri elden geçirilip daha “aşılmaz” hale getirilmeye çalışılan bu “duvarlar” ile “küreselleşme”nin vaat ettiği “serbest dolaşım” bir arada nasıl yaşayacak? Ya da yaşayabilir mi? Sayıları giderek artan “duvarlar” içinde bir “küreselleşme”? Lafı bile insanı gülümsetmiyor mu?

Kürşat Bumin Yeni Şafak, 24.11.2010

25.11.2010


Aslında kolay, yeter ki siyasî irade olsun

ASKERİ vesayet çağın gerisinde kalmış bir anlayış. Bu gerçeği kabul edip, çağdaş ülke olma yolunda adımlar atmaya devam etmediğimiz sürece, Kürt sorunundan yoksulluğa ve siyasetin içinde bulunduğu kısır çekişmelere kadar uzanan geniş yelpazedeki sorunlara çözüm üretemeyiz.

Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül’ün, gerek Sabah gerekse Hürriyet gazetelerine verdiği demeçlerde kullandığı vesayetçi üslup ve gazetecilerin bu üslubu yansıtan soru sorma tarzları, Türkiye’deki anti-demokratik kafa yapısını ortaya koyması açısından esef verici.

Bakan Gönül, her iki gazeteye de verdiği demeçlerde, bedelli askerlik yapmak isteyenleri ve bu talebi destekleyenleri lobicilikle suçluyor (17 kasım, 23 kasım). Ama gazeteciler; Milli Savunma Bakanı’na, mecburi askerlik hizmeti gerekli mi, gerekliyse neden gerekli, ordunun bir milyonu bulan mevcudiyetinin akılcılığı var mı, askerlik meselesine, verimlilik, kalite ve minimum maliyetle maksimum güvenlik sağlama yaklaşımı ile bakmak gerekmez mi, gibisinden soruları sormuyorlar.

Bu türden sorular sorulmayınca Gönül’ün verdiği yanıtlar da tatmin edici olmaktan çıkıyor.

Gönül Sabah’a şöyle diyor:

“Bedelli askerlik mümkün değil, mümkün olabilmesi için, ‘TSK’nın ihtiyaçtan fazla celp var... Paralı askerliğe imkân tanıyacak bir yoğunluk var’, diye bize yazması lazım.”

Gönül, askerin çizdiği 25 yıllık perspektiften bahsedip, “Gelişen alternatifler dikkate alındığında bile bu (paralı askerlik) mümkün görünmüyor,” diye de ekliyor. Gönül, yine TSK’dan aldığı bilgileri veri olarak ortaya koyup, “celp miktarı ihtiyacın yüzde yüzünü karşılamıyor”, diye de ekliyor.

İnsaf ki ne insaf... Bir milyon kişilik ordun olsun, bunların neredeyse yüzde 90’ı da mecburi askerlik hizmetini yapanlardan oluşsun, halen ihtiyaç açığından söz edilsin...

Ne ihtiyaçmış ki, kimi zorunlu askerlik hizmetini yapanların bir kısmı, orduevleri ve kışlalarda, garson, berber, şoför, general eşlerinin köpek gezdiricileri gibi işlerde çalıştırıldı, çalıştırılmaya devam ediliyor.

Hep yazdım, yine yazacağım; zorunlu askerlik hizmeti, TSK’nın ideolojik saplantısı, diğer bir deyişle askerin siyaset ve toplum üzerindeki korkutucu gücünü korumasının önemli bir aracı olarak kullanıldı, kullanılmaya devam ediyor.

Daha önceki gün hükümet, ilk kez siyasetin belirlediği anlaşılan Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’ni (MGSB) kabul etti. Bu belgenin detayları zaman zaman gazetelerde yer aldı. Belge’de, korku fobisini aşılayan tehdit algılamalarının yerini, daha az çatışmacı dilin kullanıldığı ifadelerin aldığı biliniyor.

Merak ediyorum, bu durumda Bakan Gönül’ün bahsettiği, 25 yıllık perspektif bile paralı askerliği nasıl mümkün kılmaz? Yoksa kastettiği, askerî vesayet anlayışının 25 yıl daha süreceği mi?

Gönül’ün açıklamaları, ordunun, siyasi otoritenin güvenlik algılamalarıyla çelişkili bir politika izleme ısrarını sürdüreceği, siyasetin de bu anlayışa karşı çıkmayacağı anlamına geliyor. Oysaki TSK’nın, diğer bazı kurumlar gibi, MGSB’deki güvenlik algılamalarına uygun bir yeniden yapılandırma içine girmesi gerekiyor ki bu da eğer belgenin içeriği basına yansıyan biçimdeyse, ordunun küçülerek güçlenmesini gerektiriyor.

Diğer yandan, askerlik hizmetinin şekli ve süresine ilişkin yapılacak her inceleme ya da alınacak her kararın başarıya ulaşabilmesi için öncelikle asker ihtiyacına ilişkin temel parametrelerin gözden geçirilmesi ve pek çok sorudan biri olan şu sorunun da sorulması gerekiyor:

Savunma planlamasına ilişkin temel esasları belirleyen MGSB, milli askerî strateji gibi dokümanlarda, ulusal güvenlik ile milli hak ve menfaatlere yönelik risk ya da tehdit kaynağı olarak tesbit edilen unsurlar (ülke, örgüt vb.) nelerdir?

Siyasi karar gerektiren tercihlerle ilişkilendirilmeden yapılacak askerlik ile ilgili her düzenleme bir süre sonra yeniden sorunlara ve tartışmalara yol açabilecektir.

Bakın bir askerî kaynağım ne diyor:

“Her geçen gün gelişen ve karmaşıklaşan askerî teknolojiler, uzun süreli eğitimi zorunlu kılmaktadır. Uzun süreli eğitim için yapılan yatırımlar ve katlanılan maliyetlerden maksimum getiri elde edilebilmesi için de bu personelin mümkün olduğunca uzun süre görev yapması sağlanmalıdır. Bu da profesyonelliği zorunluluk haline getirmektedir.”

Gönül, Hürriyet’teki demecinde, askerlik konusunda yazılanları ima ederek, “Her şey söylendiği kadar kolay değil,” diyor. Aslında kolay, yeter ki siyasi irade olsun.

Lale Kemal Taraf, 24.11.2010

25.11.2010

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri


Son Dakika Haberleri

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.