18 Aralık 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Basından Seçmeler

Yassıada - Silivri hattı

1960 Ekim’inden 1961 Eylül’üne kadar neredeyse bir yıl boyunca her gece değişmeyen bir “Ritüel”imiz vardı: Radyodan Yassıada duruşmalarının bant yayınını dinlemek.

İstanbul Radyosu’nun yayınladığı “Yassıada saati” belleğim beni yanıltmıyorsa, akşam 19.00 haberlerinden sonra başlardı.

Ve her yayın Yüksek Adalet Divanı Başkanı Salim Başol’un gür ama sigaradan ötürü zaman zaman çatlayan sesiyle yaptığı anonsla açılırdı: “Sanıklar getirildiler. Bağlı olmayarak yerlerine alındılar. Müdafiler hazır. Açık olarak duruşmaya devam olundu...”

Sanıklar? Türkiye’yi 10 yıl boyunca yönetmiş siyasi kadro. Cumhurbaşkanından başbakana, bakanlardan milletvekillerine, valilerden belediye başkanlarına, il başkanlarından bürokratlara kadar 600’e yakın kişi ya da sanık.

Ve de yüksek rütbeli subaylar: Genelkurmay Başkanı Orgeneral Rüştü Erdelhun, DP’den milletvekili seçilmiş eski Genelkurmay Başkanı Mehmet Nuri Yamut, İstiklal Savaşı komutanlarından ve TBMM’nin ilk 11 yasama döneminin onunda görev yapmış Orgeneral Ali Fuat Cebesoy, Kore gazisi Tümgeneral Tahsin Yazıcı...

Toplam 19 davadan yargılandılar Demokrat Parti mensupları ya da Yassıada kurbanları. Sonunda 15’i idama mahkûm edildi, 402’si 5 yıldan müebbete kadar giden hapis cezalarına çarptırıldı...

İdam cezalarının onayı ya da bozulmasında son söz Milli Birlik Komitesi’nindi. 38 üyeli Komite’de sadece 5 general vardı: 27 Mayıs darbesinden üç hafta kadar önce Kara Kuvvetleri Komutanlığı’ndan zorunlu emekliye sevk edilen ve İzmir’deki evinde (Yeni Bostanlı’daydı) iznini geçirmekte olan Orgeneral Cemal Gürsel, Orgeneral Fahri Özdilek (1’inci Ordu Komutanı), Korgeneral Cemal Madanoğlu (Kara kuvvetleri Komutanlığı Lojistik Başkanı), Tuğgeneral Sıtkı Ulay (Harp Okulu Komutanı), Tuğgeneral İrfan Baştuğ (Genelkurmay’da Personel Başkanı).

Onların dışındakilerin hepsi albay, yarbay, binbaşı, yüzbaşı rütbesindeydiler.

Yani, 27 Mayıs darbesi emir-komuta zinciri içinde yapılmamıştı.

Emir-komuta zincirinin ilk halkası Orgeneral Erdelhun darbecilerce tutuklanmıştı. İkinci halkası Orgeneral Gürsel zorunlu emeklilik iznindeydi ama rütbesini çıkarırken silah arkadaşlarını uyarmıştı: “Ordunun ve taşıdığınız üniformanın şerefini daima yüksek tutunuz. Şu sırada memlekette esen hırslı politika havasının zararlı tesirlerinden kendinizi korumasını biliniz. Ne pahasına olursa olsun politikadan katiyen uzak kalınız. Bu, sizlerin şerefi, ordunun kudreti ve memleketin kaderi için ehemmiyeti haizdir.”

Haydi, Erdelhun ve Gürsel devre dışıydı. Peki, Gürsel’e vekalet eden kara kuvvetleri komutanı ile asaleten görevlerini sürdüren hava, deniz, jandarma komutanları niye seyirci kaldılar?

Silahlı Kuvvetler bünyesinde yıllardır cuntaların kaynadığını bilmiyorlar mıydı? Bilmez olurlar mı.

Emir-komuta zinciri içinde darbecileri, cuntacıları durduramazlar mıydı? İsteseler ya da hiç değilse Gürsel’in orduya veda mesajına kulak verseler pekala durdurabilirlerdi.

İsmet İnönü’nün ifadesiyle, “Yığınakta yapılan hata savaşın sonuna kadar devam etti.”

27 Mayıs’tan sonra çıkarılan (4 Ocak 1961’de) Türk Silahlı Kuvvetleri İç Hizmet Kanunu’nun ünlü 35’inci maddesiyle (Şöyle: “Silahlı Kuvvetlerin vazifesi; Türk yurdunu ve anayasa ile tayin edilmiş olan Türkiye Cumhuriyeti’ni kollamak ve korumaktır.”) daha sonraki darbelere yasal zemin ya da meşruiyet yaratıldı. Ve Silahlı Kuvvetler bir daha siyasetten arındırılamadı.

Ve Silahlı Kuvvetler’de hep birileri kendilerini devletin, Cumhuriyet’in “Kollayıcısı ve koruyucusu” olarak gördü.

Silivri’ye giden yolun taşları işte böyle döşendi. Silivri sahillerinden baktığınızda Yassıada’yı göremezsiniz ama denizden esen rüzgâr hâlâ Salim Başol’un her duruşmayı açış anonsunun yankılarını taşır:

“Sanıklar getirildiler. Bağlı olmayarak yerlerine alındılar. Müdafiler hazır. Açık olarak duruşmaya devam olundu...”

Erdal Şafak, Sabah, 17 Aralık 2010

18.12.2010


Asıl dâvâ şimdi başlıyor

ERGENEKON davası başladığında önemli bir soru soruldu: Bu dava sanıkları kendi başlarına nasıl darbe yapabilirler?

Aslında bu sorunun cevabı, bir deniz kuvvetleri komutanının günlüklerinde verilmişti. İki yılı aşkın bir sürede, Ergenekon davaları sürerken “asıl dava”ya bir türlü gelinmemiş olması hem soru işaretleri yaratmış hem de bilinçli kafa karıştırma faaliyetlerine yaramıştı.

“Asıl dava” dün başladı. Davanın başlamasından iki gün önce mahkeme başkanının değişmesi bazı tepkilere elverişli bir durum yarattı. Ergenekon davası başladığında da “salonun hali rezalet” diye bağıranlar hatırlanırsa, “siyasi savunma” konumunda olanlara bu kadar kolay imkânlar verilmesinin de sorgulanması gerekiyor.

***“

Balyoz Planı” davasının konusu, şu anda emekli olan ya da Silahlı Kuvvetler’de görevi devam eden kişilerin “darbe planı” hazırladıkları iddiasıdır.

Bu hazırlığın odağında bir seminer vardır ve iddianameye eklenen belgelere göre de bu seminerin ardından plana uygun görevlendirmeler yapılmıştır.

İddianamede planlama çalışmasına katılmamış olan, ancak üstleri tarafından görevlendirilmiş subaylar da sanık olarak yer alıyor.

İddianameyle ilgili başka eleştiriler de var. Konuyla ilgili çalışmalar yapanların tespit ettiklerinin dışında başka tutarsızlıklar da olabilir. Zaten davalar bunun için vardır. Eğer iddianameler mükemmel olarak hazırlansa hiçbir davanın görülmesine, duruşma yapılmasına gerek kalmaz, sanığa savunması sorulur, yargıç da hemen kararını verirdi.

Balyoz davası da karmaşık bir davadır ve siyasi bir davadır; isnat edilen suç siyasi bir suç olduğu için siyasi bir davadır. Diğer Ergenekon davaları da iç içe geçmiş örgütlenmeler ve ilişkiler üzerinedir, onlar da karmaşıktır ve siyasi davalardır.

Bu siyasi davalar sürecinde “siyasi” baskıların devreye girmesi de kaçınılmazdır. Nitekim çok daha ağır suçlamalarla yargılanan asker kişiler tutuksuzken daha hafif eylemlerle suçlanan sivil kişilerin tutukluluk hallerinin devam etmesi de bunun açık kanıtıdır.

***

Bütün bu davalarla ilgili tartışmalar devam edecektir, davalar sona erdikten sonra da devam edecektir. Hukukçu olmayanlar için, Türkiye’nin en azından 1960’tan itibaren “askeri müdahaleler” tarihini bilmeyenler için davalar çok karmaşıktır. Bu davaları sadece AKP hükümeti ve yarattığı korkular ekseninde görmek ve yorumlamaya çalışmak da “esas”tan uzaklaşmaya, davaları gündelik bir siyasi çekişme gibi görmeye yol açar.

Balyoz davası, cumhuriyet tarihinin en önemli birkaç siyasi davasından biridir, hatta en önemlisidir, çünkü yüz yılı aşkın bir siyasi süreç içinde oluşmuş bir geleneğin son girişimlerinin yargılanmasıdır.

Okay Gönensin,

Vatan, 17 Aralık 2010

18.12.2010


E. orgeneral ayakkabısı silen korumalar

DÜN başlayan Balyoz davası siyasi bir dava mıdır, hâlâ emin değilim. Emin olduğum, bu ülkenin ordusunda kendisini padişah gibi gören generaller olduğu. Üstelik sadece görevdeyken değil emekli olduklarında da bu ruh halinin devam ettiği. Hatta bir darbe davasında yargılansalar bile huylunun huyundan vazgeçmediği. Bunu anlamak için ıslak imzalara, belgelere, gizli tanıklara da gerek yok. Dün Balyoz davasının girişinde emekli Orgeneral Çetin Doğan’ın ayakkabılarını korumasına sildirmesine özellikle bir kısım medya bugün mal bulmuş mağribi gibi atlayacaktır. Her ne kadar Erbakan’ın korumalarına ayaklarını yıkatıp kurulatmasını görmezden gelseler de haksızlar mı? Daha önce bu köşeden belirttiğim için bir kez daha altını çizmekte sakınca görmüyorum: Askerlik hizmetçilik değildir. Çetin Doğan’ın o yanındaki koruma Çetin Doğan’a hizmetçilik yapması için maaş almıyor. Çetin Doğan darbeye teşebbüs suçundan yargılanıyor. Aklanır mı bilmem ama bir devlet görevlisine hizmetçilik yaptırdığı için cezalandırılmalıdır. Pardon bir eri hizmetçi gibi kullanmanın cezası yoktu değil mi? Çetin Doğan’ı neye karşı koruyoruz bilmiyorum ama hepimizi birilerinin bu zihniyete karşı koruması şart.

Cüneyt Özdemir, Radikal, 17 Aralık 2010

18.12.2010


Statüko Said Nursî’nin peşine düşmüştü

(...)Cumhuriyet tarihi boyunca ve özellikle askeri darbeler döneminde dindarlar baskı altına alındılar. Saidi Nursi’nin mezarının nerede olduğunun bile bilinmediği bir ülkede yaşıyoruz. 27 Mayıs darbecileri onu bilinmeyen bir yere gömdüler. (Din meselesinde totaliter olan devlet, Kürt meselesinde de totaliterdi. Şeyh Said’in ve Seyit Rıza’nın da mezar yerleri yok.) Saidi Nursi, Nurculuk adı verilen ve milyonlarca takipçisi olan bir cemaatin kurucusuydu. “Allah’la kul arasına girdiği” ‘suçlaması’yla başına gelmedik kalmamıştı. Totaliter-Kemalist-statükocu ‘gerçek Müslüman öğreti’ harekete geçmiş ve birçok cemaat mensubunun peşine düştüğü gibi, Nurcuların da peşine düşmüş, onlara ‘hak ettikleri’ cezaları vermişti.

Oral Çalışlar, Radikal, 17 Aralık 2010

18.12.2010

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri


Son Dakika Haberleri

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.