18 Aralık 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Elif Eki

Japonlar Risale-i Nur’u kendilerine yakın buluyor

Japonlar Risale-i Nur’u kendilerine yakın buluyor...

Emre Ayhan kimdir?

1981 Erzurum doğumlu. Lisans eğitimimi İnönü Üniversitesi Elektrik-Elektronik Mühendisliği Bölümünde tamamladı. Şu an Nagoya’da (Japonya’nın 3. büyük ve aynı zamanda Türk vatandaşlarımızın en yoğun olarak yaşadığı şehir) bulunan Nagoya Institute of Technology de (Japan) yüksek lisans öğrencisi.

Japonya’ya ilk ne zaman ve hangi sebeple

gittiniz?

3 yıl önce ihtisas için Japonya’ya geldim.

Japonya’da Risale-i Nur hizmetleri tam olarak

hangi tarihte ve kimler tarafından başlatıldı?

Malumunuz Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri daha hayattayken bizzat kendisi 400 merkeze (55’i yurt dışı olmak üzere) Risale-i Nur Külliyatını göndermiştir. Bu merkezlerden birisi de Japonya’dır. Varislerinden merhum Bayram Yüksel ağabeyin Kore harbine iştirakleri vesilesiyle Bediüzzaman hazretleri altı eserini, Eski Said döneminde İstanbul'dan arkadaşı olan Japon başkumandanına hediye olarak gönderir. Fakat bu zat (intihar ederek) öldüğü için, eserler kendisine ulaşmaz. Bayram ağabey de eserleri Kazan Türklerinin vücuda getirdikleri caminin külliyesine teslim eder. Yani diyebiliriz ki, Japonya hizmetleri bizzat Üstad Bediüzzaman Said Nursî hazretleri tarafından 1951 yılında merhum Bayram Yüksel Ağabey vasıtasıyla başlatılmıştır.

Japonların Risale-i Nur’a ilgisi nasıl?

Amerika ve Japonya gibi ülkelerde insanlara ulaşmak, boş vakitlerini bulmak hakikaten zor oluyor. Bir Japonla arkadaş olup samimi olmadan kendisine bir kitap vermeniz uygun bir yaklaşım değil. Türkiye’de nasıl Risale-i Nurları ilk defa eline alan bir kişi anlamakta bazı zorluklar yaşıyorsa, Japonya’da da bu durum aynı. Ama beraber okuyup müzakere edince hayret ve hayranlıklarını ifade ediyorlar. İslâmiyeti anlamakta Risale-i Nur metodunun Japonlar için son derece muvafık olduğunu belirtiyorlar.

Kültür farklılıkları muhakkak olacaktır ama Japon Müslümanlar ile yöremiz Müslümanları arasında açıkça görülebilen fark var mıdır?

Japonlar bir Müslüman’ın, vasıflarının da Müslüman olmasını bekliyorlar. Namazsız, oruçsuz, içki içen, yalan söyleyen Müslüman görünce ikilemde kalıyorlar. Japonlar şuurlu bir şekilde İslâmiyeti kabul ettiklerinde sıkı sıkıya yapışıyor ve vecibeleri hassasiyetle yerine getiriyorlar.

Hep merak etmişimdir, bedenen 'cüce' olan Japon halkını çalışma alanında yüceleştiren sır sizce nedir?

Her millette vatanı ve milleti uğruna gayret eden, fedakârlıkta bulunan fertler olsa da bunların sayısı sınırlıdır. Japonya’ya baktığınızda ise, bunun halkın geneline yayıldığını görürsünüz. Yere çöp atmazlar, sigara izmaritlerini bile yanlarında taşıdıkları kül tablalarına koyarlar. İsraftan kaçarlar; bir pirinç tanesinin bile israf edilmesinin Allah’ı kızdıracağını çocuklarına öğretirler.

İlkokuldan itibaren çocuklarına milli şuuru aşılarlar. Biz çocuklarımıza dünyada eşi olmayan Çanakkale’yi anlatmayı ihmal ederiz ama Japonlar çocuklarına Hiroşima ve Nagazaki’yi anlatmayı ihmal etmezler.

Kısacası İslâmiyet’in sosyal hayata bakan yönlerini (temizlik, yalan söylememek, ticarette sadakat, iktisat, ebeveyne saygı, adab-ı muaşerete hassasiyet) tatbik ettikleri için maddeten de terakki etmişler. Bediüzzaman Hazretleri de, 'fen ve medeniyeti alma' noktasında bu milleti örnek almamızı tavsiye ediyor.

Şu an Japonya’da Risâle-i Nur hizmetler nasıl?

Japonya’daki hizmetlerimizi şöyle özetlersek;

Japonlarla, Japonca ders

Türklerle, Türkçe ders

Sair ülkelerden olan Müslümanlarla İngilizce ders

Kur’ân-ı Kerim ve tecvid öğretimi

Risâle-i Nurlar’ın Japonca’ya tercümesi

Camilerde çocuklarla ders

Cemaatten arkadaşlarımızın vücuda getirdiği Helâl Market’in üst katında bayanların çalışmaları

Ev ve iş yeri dersleri

Tokyo Camii’ne gelen Japonlarla âlâkadar olma

Japonya’da eğitimlerini sürdürmek isteyenlere nasıl bir tavsiyede bulunursunuz?

Bütün Müslümanlar özellikle yurtdışında yaşayanlar İslâm’ı temsil ettikleri için, her hallerine dikkat etmeleri gerekiyor. Allah korusun bizim bazı kusurlarımız İslâm’a hamledilebilir. Ayrıca İslâmiyeti bizim vesilemizle öğrenen insanlar, biz ne kadar biliyor ve yaşıyorsak, onlar da aynı şekilde devam ediyor. Bu noktadan yurtdışında neresi olursa olsun İslamî bilgilerimizi (Kur’ân-ı Kerim, fıkıh, hadis vs.) pekiştirerek gitmek lazım.

Bir memlekette tebliğ ve irşada bulunmak isteyen kişi o memleketi ve oranın insanlarını sevebilmesi gerekir. Japonya’da Türkiye ve Avrupa’dan çok farklı bir kültüre sahip. Gelmeden önce Japonya hakkında malûmat edinerek gelmelerini tavsiye ederim.

Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı?

Osmanlı, son dönemlerinde bile Uzak Doğuya lakayt kalmamış, Japonya’ya ve Filipinler’e heyetler göndermiştir. Malûmunuz Abdulhamid Han Japonya’ya 650 kişiden müteşekkil Ertuğrul fırkateynini göndermiş. Bu fırkateyn Japonya’da üç ay kaldıktan sonra geri dönüşte batmıştır. Bugün Japonya’da 500’den fazla şehidimiz medfun bulunmaktadır.

Japonya’da hemen her İslâm ülkesinden Müslüman öğrenciler var. Burası doğunun Amerikası gibi. Fakat Türkiye’den çok az öğrenci var. Eğitim gibi vesileleri kullanarak buradaki insanlara da İslâm nurunu ulaştırmak vazife miz diye düşünüyorum. Mehmet Akif’in ifadesiyle; “Müslümanlık sanırım parlayacaktır orada sade, Osmanlıların gayreti lazım arada.”

Teşekkürler…

Ben de teşekkür ederim.

Ishikawa San nasıl Nasreddin oldu?

-Risâle-i Nurlar sayesinde İslamiyet ile şereflenen kişiler var mı? Bahseder misiniz?

Evet, Müslüman olan Japonlar var. Meselâ Ishikawa San’ı (san-Japonca bey demek) anlatayım.

2 sene kadar önce İslâmiyeti araştırmak üzere Nagoya Camiine gider ve Suriyeli Muhammed ağabeyimizle tanışır. Muhammed ağabey de kendisini bizimle tanıştırdı. Ishikawa San üç hafta sohbetlerimize devam ettikten sonra dördüncü hafta İslâmiyetle şereflendi ve Nasreddin ismini aldı. Nasreddin Hoca’nın Japonca’ya tercüme edilmiş fıkraları var. Kendisi de bu fıkralar vesilesiyle Nasreddin Hoca’ya muhabbet beslemiş. Farklı isimler de tavsiye ettiysek de Nasreddin ismini almak istedi.

Nasreddin ağabey Müslüman olduktan sekiz ay sonra hacca da gitti. Geçen sene Kadir gecesinden bir gün önce de eşi Müslüman oldu. Yaklaşık bir sene önce Hoca Nasreddin isimli içkisiz bir restoran açtı. Japonya da içkisiz restoran bulmak imkânsızdır (sair Müslümanların restoranları dâhil). Bu Ramazanda da Ramazan ayı vesilesiyle gündüzleri restoranını açmadı.

Nasreddin ağabey misalinde olduğu gibi, Japonlar şuurlu bir şekilde İslaâmiyeti kabul ettiklerinde sıkı sıkıya yapışıyorlar ve vecibeleri hassasiyetle yerine getiriyorlar.

MUHAMMED ZORLU

[email protected]

Gençlerle ilgilenenlerde ‘nitelik’ artıyor

Bu, çok güzel bir haber.

Genç yetiştiren ortamların, gençlerle ilgilenen ‘rol modelleri’ni artık bundan böyle çok daha eğitimli, nitelikli ve donanımlı bulacağız.

Hatta ‘eğitimci rol modeller’ gençlerle ilgili faydalı olabileceği düşünülen farklı alanlarda, özel eğitimler almaktalar ve her türlü psikolojideki gençleri anlayabilecek, konuşabilecek ve ikna edebilecek bilgi donanımları ile donatılmaktadırlar.

‘Gençlerle ilgilenenlerde durum nedir?’ yazımızdan sonra, bize iletilen maillerde, Risale-i Nur ile meşguliyeti olan, Türkiye’nin Boğaziçi, ODTÜ gibi seçkin üniversitelerinde eğitim alan pek çok gencin, iman ve Kur’ân hizmetlerine çok ciddi şekilde kafa yordukları, yakın gelecekte, Risale-i Nur hizmetinde yer alacakları anlatılıyor.

Demek ki, bundan böyle Risale-i Nur sohbetlerinin yapıldığı mekanlarda gençlerle ilgilenenler, dünyanın ve Türkiye’nin en ileri bilgi düzeyine sahip üniversitelerinden mezun olmuş, yüksek lisans ve doktoralarını yapmış, kendini her türlü bilgi ile donatmış, aydın insan profili taşıyan gençlerinden oluşacak.

Bu, Kur’ân hizmetine yakışan bir kalite artırımı demektir.

Demek ki, ileri eğitimli gençler, Risale-i Nur hizmetlerinin ebedi bir gençliği kazandıracağı ve bu yüzden de o hizmetleri hayatın gayesi haline getirmek gerektiğini ifade ediyorlar.

Gençlerin taşıdıkları bu yüksek himmet, heyecan verici.

Bu aslında, insanların imanlarına, ebedi hayatlarına çalışmanın, dünya hayatı için tercih edilecek meşguliyetlerden en yükseği olduğunu gösteren bir örnektir.

Dünyanın, Türkiye’nin gözde üniversitelerinden mezun olan gençler, okullarını bitirdiklerinde, mesleklerini yapabilecek yeterliliği kazandıklarında, mesleklerini icra etmeyip veya mesleğini de yaparak, nur mesleğinde görev almaları ve bu alanda güçlü projelere adım atmaları çok dikkat çeken bir hizmet alanı olacaktır.

Bu, şu demektir, ‘Efendim, Boğaziçi İşletme mezunuyum. İşimle ilgili her türlü bilgi donanımına ulaştığımı, mesleğimi üst düzeyde bir bilgi düzeyi ile yapabileceğimi düşünüyorum. Ama bunu yapmayacağım. Üniversite okuyan gençlere, Kur’ân tefsiri Risale-i Nur eserlerini hayatlarına bir yaşam programı yapabilmeleri için çalışacağım.”

Yine, “Efendim, tıp doktoruyum. Uzmanlık sınavını kazandım. Ama insanların imanlarına çalışmayı aklen ve mantıken çok daha uygun buluyorum. Evet, mesleğimi üst düzeyde yapmaya kendimi hazır hissediyorum. Ama gençlerin imanlarına çalışmak bana daha anlamlı geliyor” diyen, başarılı simalar yarınlara hükmedecekler.

Doğrusu insanların maddi dünyalarına hizmet edenlerden beklenen kalite ve nitelik, insanların manevi dünyalarına hizmet edenlerden de bekleniyor. Ama çocuklarımızın gençlerimizin maddi dünyalara yaptığımız yatırımlar ve gösterdiğimiz öncelik, manevi dünyalarda da kendini göstermelidir.

Bu, şöyle bir mesaj taşımaktadır. Kazandığım üniversite, bitirdiğim fakülte, elde etmiş olduğum meslek, öğrendiğim yabancı diller, iman ve Kur’ân hizmetinde sözümün daha güçlü, davranışlarımın daha tesirli olmasına hizmet ettiği ölçüde anlamlı olacaktır. Yani bütün dünyevi kazanımlar, iman ve Kur’ân hizmetine, ebediye basamak olduğu oranda anlam kazanacaktır.

O zaman, insanların ebedî hayatlarına çalışmak mesleği, dünyevî bütün mesleklerin daha üzerinde ve daha nitelikli insanlarla yapılması gereken bir meslek olarak düşünülmelidir.

İki aydın genç tanıyorum, Avrupa ülkelerinden birisinde üniversite okumuşlar. Alanları ile ilgili Avrupa bilgi düzeyi nerelerde ise, bu kardeşlerimizde oralarda. Yani şu an Türkiye’deki tv programlarında alanları ile ilgili konuşamayacakları bir konu yok. Zaten asıl dikkat çeken de, diksiyonları düzgün, anlaşılır, yerinde, güzel bir Türkçe ile konuşuyor olmaları. Alanları ile ilgili özellikle Avrupa’da yüzleri aşkın kitaplar okudukları anlaşılıyor. Konuşurken kullandıkları akademik dil, dikkat çekici. Bir de iki tane iyi düzeyde yabancı dil biliyorlar. Kullanmış oldukları yabancı dil ile, iman ve Kur’ân davasına hizmet edeceklerini söylüyorlar. Nitekim şimdilerde Avrupa’nın değişik ülkelerinde Nur hizmetleriyle meşguller.

Evet, kabul edelim ki, gençler, ‘başarılı’ insanların sözlerine daha çok anlam yüklüyorlar. Dolayısıyla, başarmış insanlar, o yolda yürüyeceklere birer öncü niteliğindedir.

Bir de tabii potansiyel olarak çok şeyler yapabilecek bir insanın, o çok şeyleri içerisinde ekonomik getirisi yüksek işler de varken, o kişinin bu maddi getirileri terk ederek, manevi değeri yüksek işlere yoğunlaşmaları, tam bir ihlas göstergesidir. Bu, faniyi bakiye feda etmektir.

Aslında, ‘Kur’ân hizmetleri maddeten terakkiye bağlıdır’ anlayışını, sadece parasal güç anlamında düşünmemek gerekiyor. Hatta günümüzde ekonomik güç ile birlikte bilgi, nitelik çok daha etkili bir güçtür.

Elbette, başarılı, aydın gençlerin, Risale-i Nur metinlerini anlama ve orijinal çıkarımlar bulma ve hayata intibak yapabilme konularında çok ciddi katkıları olacaktır.

Gerçi, gençlerin bu tercihlerine, “Kardeşim, hem mesleğini icra et, hem de hizmetler yap, niye sadece Kur’ân hizmetlerine yoğunlaşıyorsun?” diyenler olabilir. Zaten onlara da diyenler olmuş, ama onlar, ‘Neyi, neden yaptığımızın farkındayız, bu çok yönlü ve düşünülmüş bir tercihtir’ diyorlar.

Doğrusu, dünya ve ahiret dengesini kurarak atılacak böyle bir ideal adımı saygıyla karşılamak gerekiyor.

Ne mutlu Avrupa’nın ve Türkiye’nin seçkin üniversitelerinden mezun olup, iman ve Kur’ân hizmetlerine kendini adayan kardeşlerimize!

İman ve Kur’ân hizmetine olan bu yoğun ve nitelikli ilgi, ‘İstikbalde hükmedecek yalnız İslamdır’ müjdesinin ta kendisidir.

İman ve Kur’ân hizmeti her şeyin üstündedir. Ebediye hizmet etmek, faniye hizmetten çok daha önceliklidir.

Böyle gençler, Zübeyirî bir ruha sahip olup, maddi makamları ve malumatlarını da alarak, uhrevi hizmetlere koşmaktadırlar.

Hasılı, insanların ebedi hayatlarına çalışma mesleğini iş edinenlerin nitelik artırımına gitmeleri; diğer taraftan ise, dünyevi mesleklerini icra edenlerin de bu mesleklerini iman ve Kur’ân hizmetine basamak yapmaları aslolandır.

SEBAHATTİN YAŞAR

[email protected]

Ezandaki ibretli ses

Ezan-ı Muhammedi’yi (asm) dinliyorum. Kıymetini anlamaya çalışır gibi. Anlıyor muyum, bilmiyorum. Tam anlar gibi değilim sanki. "Peki nasıl anlaşılır ki?" diye düşündüm. "Ya okunmazsa..." dedim, "Ya okunmasaydı..." dedim, bir an yokluğunu farzettim. Tıpkı bir zamanlar olduğu gibi, tıpkı 68 yıl önce olduğu gibi. Aman Allah’ım, tahammül ne mümkün böyle bir zulme. Allah yaşatmasın bir daha böyle bir zulmü bu millete. Ezansız bir millet, ezansız camiler...

1932’de ezan büyük bir zulümle yasaklandı. Tam 18 yıl, dile kolay. Bir bebeğin doğup 18’inde delikanlı olduğu zamana kadar o ses-i mübareği duymaması... Ne kadar zordur bilir misiniz ya da bilebilir miyiz acaba bilmiyorum. Dahası bilmek de istemiyorum. Tahayyülü bile son derece ızdırap veriyor.

Sonra aklıma bir soru geliyor. Bediüzzaman diyor ya: “Beşer zulmünün altında kaderin adaleti var” diye. Peki beşerin bu zulmü altında kaderin hangi adaleti vardı acaba? Ne yaptık da kadere bu fetvayı verdirdik? Ezanı dinlerken yeterli tazimi mi gösteremedik? Yoksa ülfet perdesi altında kıymetini mi bilemedik? Veya Rabbimizin beş vakit-tâbirde hata olmasın-hiç usanmadan bizi "Haydi namaza, haydi felâha, haydi huzura" diye çağıran o davetine icap etmedik mi? Bunların cevabını bilmiyorum ama Hz. Üstad’ın bir rüya-i sadıkada, her asrın temsilcilerinin de katıldığı, kendisine “Ey helâket, felâket asrının adamı! Senin de reyin var, fikrini beyan et” denildiği ve bu asrın sahibi olarak çağrıldığı o meclise katılıp “Sorun, cevap vereyim” dediği ve verdiği cevaplar geldi aklıma. "Birinci Dünya Savaşı’nın neden başımıza geldiği" sorulmuştu mânâ olarak. Üstadın verdiği cevap çok mânidardır: “Yirmi dört saatten yalnız bir saati beş namaz için Halıkımız bizden istedi. Tembellik ettik, beş sene yirmi dört saat talim, meşekkat, tahrik ile bir nevî namaz kıldırdı. Hem senede yalnız bir ay oruç için nefsimizden istedi. Nefsimize acıdık, keffareten beş sene oruç tutturdu. Ondan, kırktan yalnız birini ihsan ettiği maldan zekât istedi. Bulh (cimrilik) ettik. Zulmettik. O da bizden müterakim (birikmiş) zekâtı aldı.” (Eski Said Dönemi Eserleri, s. 489-495, Y.A.N.)

Aynen onun gibi 18 yıl hangi ef'âlimizle kadere bu fetvayı verdirdik bilmiyorum.

Suçlu arıyorum, illâ ki insan önce kendine bakmalı diyorum ama… Bu hesaplaşmanın sonunda dönemin hükümeti ve reisi geliyor aklıma pek tabii. Dini yok etmeye çalışan bir komite ve hükümet... Sözümü, yirmi yedi yıllık tek parti diktasıyla yönetilen dönemin icraatları destekleyecektir. Delil isteyenler için bir örnek verirsek: Dinî tedrisatın okullardan kaldırılması, Lâtin harflerinin zorla dayatılması, camilerin kapatılıp müzahrafatla doldurulması veya depo adı altında ahırlara çevrilmesi vs. Bu gibi örnekler dışında pek çok şey sayılabilir. Bildiklerimi ve bir de bilmediklerimi düşününce liste epey kabaracaktır. Yani saysam bitmez. Bildiklerimi görünce bir de bilmediklerimi düşündüm ve artık ayakta uyutulmaktan vazgeçtim. Lise öncesi ve sonrası okuduğum bütün tarih derslerini unutup yeniden, yakın ve gerçek tarihi öğrenmeye çalışıyorum. Oldukça ilginç ve saklı bir tarih var karşımda. Bize anlatıldığı gibi o anlı-şanlı tarih öyle sürüp gelmemiş bugüne kadar. Karanlık günler de yaşanmış, koyu istibdatlı günler de.

Evet Halk Partisi’nin onca zulmüne karşı millet olarak–on sekiz yıl bedel ödedikten sonra–"bu gidişe dur" dedik, demokrasiye geçmek istedik ve Allah 1950’de nasip etti. Bilindiği gibi Menderes’in DP’si dine ve dindarlara oldukça taraftar idi. Bediüzzaman “dindar demokratlar” diye bahseder onlardan. İşte o dindar demokratların iktidar olunca yaptıkları ilk icraat ezanı aslına çevirmek oldu ve Ramazan’ın ilk cumasında minarelerden “Allahu ekber” sadalarını duyanlar nerede olursa olsun "Allah Allah" diyerek gözyaşları içinde secdeye kapanmıştı. Aradan yıllar geçti. Çok şükür şimdi ezanımızı minarelerden–tek sesle bile olsa–dinliyoruz. Binler elhamdülillah…

Allah bir daha bu millete böyle zulüm yaşatmasın. Âmin. Bunları düşününce biraz daha kıymeti anlaşılıyormuş gibi geldi bana. Elhâsıl ezanımıza sahip çıkalım. Ülfet perdesini yırtıp saygı ve hürmetle dinleyelim. Dahası çağrıldığımız o sese, büyük bir şevkle icabet edelim. Öyleyse haydi namaza, haydi.

YILDIZ FIRTINA

Arafta kalmış ruhlar

Hava güzel, kâinat güzel, insanlar güzel...

İyi de, bunca güzellik arasında bu can sıkıntısı da nedir?

Can ruh ve nefs arasında sıkışıp kalmış... Ruh teslimiyet isterken, deli nefs teslimiyetin özgürlük olduğundan bîhaber. Nefs alabildiğine şımarık bir hayat tarzına talipken, ruh sakin, sükunet içinde nefsini Allah’a teslim ederek özgürleşmek ister... İnsan iç dünyasında ruhu ve nefsi arasında sıkışıp, araf durumunu yaşarsa, kendine nasıl bir fayda sağlayabilir? Bireysel seçimlerinde kendine hayrı olmayanın topluma ne gibi hayrı dokunabilir? İnsanlar ve cinler için bir imtihan mekânı olarak yaratılan bu dünyada, İlâhî hikmetin nakışlarıyla her gün yeniden doğan ve batan güneşiyle, her günü yeni bir çağrıyla dirilten Rabbin hitabına ruhumuzun kulağını kapatıp, nefsin açgözlü doymaz iştahına teslim olmak da neden? Nefsten ruha hicret etme zamanı gelmedi mi? Bu hicret gerçekleşmezse, gelecek olan nâra engel olamayacağız. Gönlüne, kalbine ve ruhuna sıçramış siyah lekelere engel olamayacağız...

Hicretin cana can, ruha şifa, akla ve kalbe merhem, nefsin önüne perde olmasını istemez misin?

İstemez misin ebedi özgürlüğe açılan kapı olsun hicretin.

Nefsini tezkiye eden kurtulur; nefsini günaha, cehalete, dalâlete bırakan zarar eder, diyor Yaradan.

Arafta kalmış ruhumuza, kalbimizdeki hastalıklara, Allah’ın da düşman olarak gördüğü nefse karşı hicretimiz dirilişimiz olsun...

İstemez misin hicretin miladın olsun?

NAGEHAN BAYRAM

Hak âşığı Mevlânâ Hazretleri

Tarih 30 Eylül 1207.

Horasan’ın Belh şehrinde bir gönül fatihi doğdu.

O, yaşamı boyunca nice gönülleri fethetti.

“Hamdım, piştim, yandım”

İşte hayatını bu sözlerle özetledi.

Olmak ve ölmek!...

Ölmeden önce ölmek.

O, ömrü boyunca Aşk’a aşık olarak, hâl ve gönül diliyle konuşarak yaşadı.

Evet o Hak âşığı Mevlânâ idi.

Mevlânâ büyük bir sanatkâr, büyük bir mutasavvıf, bir kılavuz, gönül erlerinin yaşam sevinci, bir gönül eğitimcisiydi.

İyiliği, sevgiyi, aşkı, erdemi, güzel ahlâkı, sabrı, dürüstlüğü, cömertliği, kulluk ve şükrü, varlık ve yokluğu anlatmak için çırpınıp durmuş, duygularını aşkla, coşkuyla sema edercesine yansıtmıştır.

Aşk adamıydı o.

Yüreği yanıktı, İlâhî aşkı tatmıştı.

Mevlânâ’ya göre, hayatın, yaratılışın manası aşktı.

Mesnevî’de aşk yüzünden elbisesi yırtılanın hırstan ve ayıptan temizlendiğini; aşkın bütün hastalıkların hekimi, kibir ve azametin ise ilâcı olduğunu belirterek aşkın önemini vurgulamıştır.

Aşk üzerine çok nasihat ve sözler yazmış, noksan sıfatlardan münezzeh olan yüce Sevgili’yi öyle güzel anlatmıştır ki nefs bile nasibini alır.

Mevlânâ için Allah aşkının dışındaki sevgiler aşk değildi.

Bunun içindir ki; “Aşk renge ve kokuya bağlı olursa, o aşk değildir; kişiye utançtır” buyurmuştur.

“Aşk söze sığmaz, işitmekle anlaşılmaz; aşk bir denizdir ki dibi yoktur, görünmez” diyor Mevlânâ Aşk’a.

Aşksız geçen ömür, ömür sayılmazdı Mevlânâ için.

“Bu aşka bende kabiliyet yok” deme. Küll’ün aşkı olanlar ‘cüz’e itibar etmez. Cüz’e meyleden Küll’ün müştakı değildir. (Mesnevi I/2903)

Mesnevi ile bizlere Kur’ânî mesajlar verip yol gösteren Mevlânâ, ölümü yeniden doğuş olarak kabul ediyordu.

O, öldüğü zaman Sevgiliye yani Allah’a kavuşacaktı.

Onun içindir ki Mevlânâ, ölüm gününe düğün gecesi manasına gelen “Şeb-i Arus” diyordu.

Nitekim 17 Aralık 1273’te gönüller fatihi Hakk’ın rahmetine, sevgiliye kavuşmuştur.

Konya, fatihini kaybetmiştir. Artık o gönüllerde görülüp, duyulacaktır.

“Ölümümüzden sonra mezarımızı yerde aramayınız! Bizim mezarımız ariflerin gönüllerindedir!”

Rahmetullâhi Aleyh...

ARZU KONAN

CENNET’TE BİR AĞAÇ

Medine’de yetim bir çocuk ile ashabdan birisi arasında, bir hurma ağacı yüzünden tartışma çıktı.

Meseleyi çözemeyince, PeygamberimizE (asm) danışmaya karar verdiler.

Resulullah (asm) her ikisini de dinleyince, sahabenin haklı olduğuna kanaat getirdi ve ağacı ona verdi. Ancak, çocuk üzüntüsünden ağlamaya başladı.

Peygamber Efendimiz (asm), o yetim çocuğun ağlamasına dayanamadı. Sahabeden, o ağacı yetime bağışlamasını istedi. Ancak, sahabenin o ağaca çok ihtiyacı vardı. Af dileyerek, bunu yapamayacağını söyledi.

Sabit b. Dahdaha da oradaydı ve Peygamber Aleyhisselam’ın üzüldüğünü görünce, o daha çok üzüldü.

“Yâ Resulallah, benim malımdan meyveli bir hurma ağacını bu yetime vermemi uygun görür müsünüz?” diye sordu.

Resulullah (asm):

“Bunun karşılığı cennette seni bekleyen bir hurma ağacıdır!” dedi.

Sabit, az önce mahkemesi görülen hurma ağacını kendi parasıyla satın alıp, o yetim çocuğa hediye etti.

Peygamber Efendimiz (asm), onun bu davranışından çok memnun kaldı. O yetim çocuktan daha çok sevinçliydi:

“Yâ Rab! Sabit b. Dahdaha’ya cennette yemişli bir hurma ağacı nasip et!” diye duâ etti.

(S. Gündüzalp, Bir Gül Demeti, s. 182)

SELİM GÜNDÜZALP

[email protected]

ÂYET

Onlar yeryüzünde dolaşıp da kendilerinden öncekilerin nasıl son bulduğuna bakmadılar mı? Oysa onlar kendilerinden daha kalabalık ve daha güçlüydüler; ve yeryüzünde daha çok eser bırakmışlardı. Yine de bütün bu kazandıkları, onlara bir fayda vermedi.

Mü’min, 82

PEYGAMBERiMİZDEN DUÂ

Allah’ım! Bütün işlerimin başı olan dinim konusunda hataya düşmekten beni koru! Yaşadığım şu dünyadaki işlerimin yolunda gitmesini sağla! Dönüp varacağım ahretimi kazanmama yardım et! Hayatım boyunca daha çok hayır yapmama imkân ver! Her türlü kötülükten kurtulmamı sağlayacak bir ölüm nasip et!

DÜNYA NİÇİN?

Allah dünyayı, ahİreti kazanalım diye vermiştir.

Hz. Osman (ra)

EN BAHTİYAR ODUR Kİ...

Elbette, en bahtiyar odur ki, dünya için âhireti unutmasın, âhiretini dünyaya feda etmesin, hayat-ı ebediyesini hayat-ı dünyeviye için bozmasın, mâlâyâni şeylerle ömrünü telef etmesin, kendini misafir telâkki edip misafirhane sahibinin emirlerine göre hareket etsin, selâmetle kabir kapısını açıp saadet-i ebediyeye girsin.

Bediüzzaman, Mektubat, s. 73

KENDİNİ CAMDAN SAYMA!

Kör insan için, elmas da bir, cam da...

Sana bakan bir kör ise, sakın kendini camdan sayma...

Hz. Mevlana (ra)

İNSANI TATMİN ETMEYEN

Yaratıcı ile bağlantılandırılamayan, ilişkilendirilemeyen hiçbir sevgi, hiçbir ilgi, hiçbir takdir, hiçbir aşk, insanı tatmin etmeyecektir.

Mustafa Ulusoy, Aynalar Koridorunda Aşk

BİR NEFES SIHHAT

Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi,

Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi…

Saltanat dedikleri ancak cihan kavgasıdır

Olmaya baht u saadet dünyada vahdet gibi…

Muhibbî (Kanunî Sultan Süleyman)

FUZÛLÎ’DEN

Söylesem tesiri yok,

Sussam gönül razı değil…

Fuzûlî

GENÇKEN YAPILAN İBADET

“Gençlikte kazandığın ibadetler, o fânî gençliğin bâkî meyveleridir.” (Sözler, 588)

On beş – on altı yaşlarında iki genç, dini muhtevalı bir sohbete katıldılar. Sohbeti yapan zat, tatlı tatlı anlatıyordu. İki genç, sohbet sonrası evlerine dönerken, sohbetin bir değerlendirmesini yaptılar. Biri dedi:

“Anlatılanlar çok güzel şeyler ama dini yaşamak için biz daha genç sayılırız. Hele şöyle kırk yaşına gelelim, o zaman düşünürüz.”

Diğeri ilk anda bu görüşü haklı buldu:

“Doğru” dedi, “Biz henüz çok genciz.”

Fakat yalnız kaldığında meseleyi tekrar düşündü ve kendi kendine dedi:

“Evet, henüz çok genciz ama mükellefiz. Kırk yaşına varma garantimiz de yok. Diyelim, kırk yaşına vardık. Ama o güne kadar günahlarla dolu bir ömür geçirdikten sonra, kırkından sonra ne yapabiliriz?”

Böyle dedi ve sohbetlere devam etti.

Ve o genç şimdi kırk yaşında. Sohbetlere devam etmekten, İslâm’ı gençlik döneminde de yaşamaktan hiç de pişman değil.

(Doç Dr. Şadi Eren, Söz İncileri, s.11)

ŞİİRDE MÂNÂ DERİNLİĞİ

Ünlü Şair Mayakovski ile Nazım Hikmet, Moskova’daki üniversite yıllarında zaman zaman bir araya gelerek şiir üzerine konuşur, tartışırlarmış. İşte bu karşılaşmaların birinde Mayakovski sormuş:

“Nazım, sizin en ünlü şairiniz kimdir?”

Nazım Hikmet hiç duraksamadan:

“Şeyh Galip’tir.” deyip, onun şiirlerinden bir örnek okumuş. Şiirdeki zenginliğin farkına varan Mayakovski:

“Biz şiire bu kadar mânâ derinliği veremiyoruz.” demiş.

.........

İşte size, “Hüsn ü Aşk” eserinden iki mısra:

“Hoşça bak zatına kim zübde-i âlemsin sen

Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen”

(Kendine iyi bak. Çünkü âlemin özüsün sen. Varlıkların gözbebeği, insanoğlusun sen.)

KAPIYI İTMEK

Bir kapıyı itmeden açık olup olmadığını anlayamazsın.

Montaigne (ö.1592

Duymak, o davete uymaktır. Ezan seslerini herkes duysaydı, camiler dolardı.

Selçuk Yıldırım

Oksijen çadırları

İnsanın nefes aldığı yer… Vicdanın rahat olduğu, ruhun dinlendiği mekanlar.. Oksijen çadırları! İnsana dakikada yüz günahın hücum ettiği bir zamanda nefes almaya büyük ihtiyaç var. Bu nasıl mı olur? Oksijen çadırları dediğimiz medrese-i Nuriyelerle…

Hele ki farklı ortamların içinden böyle bir yere geldiyse işte o zaman aradaki kocaman farkı fark ediyor. Okul hayatı, çalışma hayatı gibi, ehl-i dünyanın çoğunlukta bulunduğu ortamlar insanı daha çok yıpratıyor. Dalıp gidivermek o kadar kolay ki, her gün her gün aynı günaha girince sanki normalmiş gibi geliyor.. Cenâb-ı Haktan gelen musibet taşlarıyla ancak aklı başına geliyor insanın. “Ne yapıyorum ben?” diye düşünüp sonra kendine çekidüzen verir, ama ortam belli bi kere. Ne kadar çabalasan da dakikada gelen onca günah yolumuzu kesiyor. İşte bizim o zamanda en çok ihtiyacımız olan tahkiki iman ve nefsi gemleyebilmek…

Üstad Hazretleri de o günahların iman zayıflığından gelmediğini, nefis ve şeytanın akla ve kalbe galebe etmesinden geldiğini söylüyor. Nefis ve şeytana mağlup olmamak içinse onları terbiye ve kuvvetli irade gerekiyor. Bu da Risâle-i Nurdaki hakikatlerle çok meşgul olmakla olur, öyle de oluyor.

Bu zaman insanın ruhunu öyle parçalıyor, öyle yaralar açıyor ki acıtıyor. Önce tatlı bir bal gibi lezzet veriyor, ardından müthiş elemler çektiren karın ağrısı. Ve sürekli içinden sana seslenen vicdanın sesi. Bir ilâç, bir merhem ararsın karşına yine Risâle-i Nur çıkar! Ve Nurların sürekli okunduğu oksijen çadırındaki ilaçlar, macunlar... Adeta büyük bir tiryak! Her kelimesi, her cümlesi yavaş yavaş insanın yaralarına merhem oluyor. Mânevî hastane hasiyeti taşıyor oksijen çadırlarımız. Bunun farkında olabilmek ve oralarda nefes alabilmek. Elhamdülillah Cenâb-ı Hak bana ve arkadaşlarıma nasip etmiş. Vicdanım rahat, kalbim huzurlu , aklım mutmain…

Üniversitede okuyan arkadaşlarımız, hocalarının bazı fikirlerinden bahsettiklerinde şaşıp kalıyoruz. Üniversitede öğretilenler, sonrada diploması... Peki neyin diploması? İnsanlığın mı, ahlâkın mı; yoksa amaç sadece mezun olmak mı? Tabiî ki sözüm üniversiteli nurcu kardeşlerime değil. Peki illa üniversite olsun deyip kaybettiklerimize ne demeli? Değerlerimizden verdiğimiz tavizlere ne demeli? ‘Ben kendimi korurum canım, bana bişey olmaz’ deyip de geldiğimiz noktalar. Umarım ki yolun sonu ebedi hayatımızı kaybetmeye gitmez… Çok geç olmadan gönderilen mektupları okuyup anlayabiliriz.

Dışarıdan gelen arkadaşlardan bazıları “tv yok, internet yok ama çok mutlu ve neşelisiniz” dediklerinde Üstadımızın söyledikleri beliriyor aklımda; “Helâl dairesi keyfe kâfidir, harama girmeye lüzum yoktur.”

Bana güven veren kendimi huzurlu hissettiren, gece başımı yastığa rahatlıkla koyduğum medresem, oksijen çadırım, kardeşler cennetim…!

BÜŞRA NUR ÖNAL

‘Sebbit kalbî alâ dînik’le yaşamak

Öfke toprağı serpildi yüzümüze önce. Yolda yürüyorduk, ayağımızı yolda ‘sâbit’ zannettik. Yolumuzun biraz solundan gidenlere kızdık, öfkelendik, öfkemiz büyüdü kocaman oldu. Biz bize sığmaz olduk. Biz ‘biz’ olduk; onlar öteki idi artık… Yanlış yapıyorduk, yanlış yapıyorlardı. Biz yanlış yapardık, tevbemiz vardı. Onlar yanlış yapardı, “Allah ıslâh etsin“ demeyi bile çok görürdük. Hâricîleşmiştik. Evet, bizim hâricimizde olanlar tekfir edilecekti. Bu yüzden hep öfkelendik. Zihnimiz ‘su-i zan’keş oldu öylece… ‘Cebel-i Uhud’ hükmündeki mü’minlikleri, ‘çakıl taşları‘ hükmündeki günahlarına mağlûb düştü gözümüzde...

Biz, cebel-i uhudun altında eziliyoruz, evet…

Çakıl taşları zihnimizi deliyor artık, evet…

Oysa…

Burası: Dünya… Onlar: İnsan… Biz: İnsan…

Hata yapanlar: İnsan… Hata yapmayanlar: Melekler…

Burası: Cehennem yâhut cennet değil, belki şairin dediği gibi ‘cehennet‘ olabilir ancak.

O kâfir, o günahkâr, o fâsık.

Biz mü’min, ben mü’min… Peki mâsum muyum/muyuz tamamen?

Fakat daha dün ‘beline zünnâr bağlayan’ sonra İslâmla müşerref olup yaşayan yok mudur?

Dün mürşid olan, bir fâniye tutulduğunda beline zünnâr bağlamamış mıydı?*

Hz. Peygamberi (asm) öldürmeye giden Ömer ibn Hattab, sonrasında ‘Emirü’l-Mü’minîn Ömerü’l-Faruk‘ olmamış mıydı?

Hz. Peygamberin (asm) zamanında mescidin güvercini iken ‘Sâlebe‘, sonrasında hüsrana uğrayanlar gürûhuna dahil olmamış mıydı?

Misâller yığınla… Demek, önce ‘öyle’; sonra ‘böyle‘ olabiliyorsak ‘biz’ olmak tamamen ‘mukadder’ olamıyor. ‘Mukaddes’ olan yarına ‘mukadder‘ kalamayabiliyor.

’Yâ mukallibe’l-kulûbi’* diye nidâ ediyordu Efendimiz (asm) ve devamında mühîm bir hakikâti de ihtâr ediyordu: ‘Sebbit kalbî alâ dînik... ‘ Evet, O (cc) ki, bir kimsenin kalbini hâlden hâle çeviriyordu, ‘Mukallib’di... Hz. Peygamber (asm) dahi bundan havf edip, Rabbinin dergâhına ilticâ etmişti. Hâl böyleyken kendimizi ehl-i necât saymak yâhut hataya düşenleri ‘necâttan hâlî’ görmek neyin nesidir/nesiydi? Pek âlâ; kalbimiz bozulabilir; vicdanımız sönebilir, Allah-u Teâlâ’nın ahlâkından uzak kalabiliriz… Daha dünyada iken kendimizi cennete, günah işleyeni de cenehenneme göndermek ne derece sahihdir/sahihdi?

Günâhından, hatasından ötürü merhamet etmemiz gerekirken ve Bedîüzzaman Hazretlerinin deyimiyle ‘sadece acımamız ve lütufla ıslâhına çalışmamız’ elzemken ve ‘nefsini ıslah etmeyen başkasını ıslah edemez‘ iken başkalarının hatalarını neden bu denli gözlerimizi küsûfa götürüyordu... Anlamıyorduk.. Pek âlâ haklar/hukuklar çiğniyorduk, Allah affetsindi..

Hâmiş:

* Hüdhüd’ün Cevabı, Mantık’uttayr – Attar

* ’Yâ Mukallibe’l-kulûb! Sebbit kalbî alâ dînik’ (Ey kalpleri çeviren Allah’ım! Kalbimi dinin üzerine sabit kıl.) Hz. Peygamber (asm)

ELİF RUHEFZA ALTUNER

[email protected]

Çocuklarımız için Üstad Bediüzzaman ve şaheseri

Yarınımızın büyüklerinin “Hoca Dede”si Üstad Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri’ni “çocuklara tanıtmak ve sevdirmek” gayesiyle hazırlanan bir biyografi.

İlk olarak Şubat 2002’de piyasaya çıkmış olan kitap, 29 kısa yazıdan müteşekkil.

Yazıların kısalığı elbette çocukların hassas psikolojik yapısının nazara alınmasından kaynaklanıyor. Bilindiği gibi, çabuk sıkılan ve dikkatini uzun müddet bir konuya teksif edemeyen çocuklar için hazırlanan kitaplarda “kısa yazı” metodu tatbik edilmekte. Hâliyle, işbu eserin hacmi de küçük tutulmuş…

Üslup da çocukların anlayacağı tarzda basit ve sade: Günümüz Türkçe’siyle kısa cümle ve paragraflar…

Muhtevaya gelince, şunlar söylenebilir:

Yayınevince hazırlanan “Takdim”de de denildiği üzere, “hayata hazırlanmakta olan çocuklar, karşılarında, örnek bir hayatı yaşayan önder kişilikler bulmalıdır. Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri [de], çocuklarımıza örnek gösterilebilecek büyük şahsiyetlerden biridir. Onun hayatı, nesillerin idrakinde, tarihin kayıtlarında; düşünceleri, yaşayışı, eserleri ile, ‘kâmil bir insan/müttaki bir mümin/gerçek anlamda bir idealist’ olarak yerini almıştır.” (s. 7)

Dolayısıyla muhteva, Üstad Bediüzzaman’ı çocuklara “kâmil/müttaki/idealist bir insan,” kısacası “örnek bir şahsiyet” olarak tanıtmak çerçevesinde şekillendirilmiş; ki zaten kendisi, dost düşman herkesin takdir ve teslim ettiği/edeceği üzere, öyle birisi. Ciddi ve dikkate değer, aleyhte propagandanın bugüne kadar yapılamayışı—ki yapmaya kalkışanlar ânında cevabını almışlardır— hakkında anlatılanları “hayatı gibi” doğrulamış oluyor her hâlde...

Müellif ise “Ön Söz”ünde, Bediüzzaman ile çocuklar arasındaki bağa vurgu yapıyor. Şöyle ki:

“Çağımızın büyük düşünürlerinden olan Said Nursî’yi çocuklar iyi tanımalıdır! Çünkü Üstad’ın çocuklara karşı çok özel bir sevgisi ve yakın ilgisi vardır. Bunu gösteren olaylardan birisi şu şekilde anlatılmaktadır:

“Bir gün [Afyon] Emirdağ’da gezinirken çevresine 25 civarında çocuk toplanmıştı. Üstad, yanındakilerden birisine: ‘Çocuklara söyle, n’olur bana dua etsinler! Çocukların duası Allah katında makbuldür.’ demişti. Üstad’ın bu isteği çocuklara iletilince şöyle dua etmişlerdi:

“’Allah’ım, Hoca Dede’ye şifa ver, onu iyileştir!’

“Bediüzzaman Said Nursî, ömrü boyunca, yarının çocuklarına güzel eserler bırakmak için çabalamıştı. Bu çabası sonuç vermiş, ‘Risale-i Nur’ adını verdiği eserler ortaya çıkmıştı.

“Üstad bir mektubunda, ‘Risale-i Nur’un fıtraten ve zamanın vaziyetine göre talebesi olacak, başta masum çocuklardır.’ demekteydi.(…)

“Bediüzzaman’ın şanlı hayatı, çocuklar için ibret verici sahnelerle doluydu.(…)” (s. 9-10)

Anlaşılacağı üzere, Üstad Bediüzzaman ve şaheseri Risale-i Nur Külliyatı’nı çocukken keşfedebilenlerin hem dünyası, hem de ahiretleri inşaallah kurtulmuş demektir. Bunun canlı şahitleri olan herkes, Üstad’ı ve şaheserini küçük yaşlarında iyi ki tanıdıklarını büyük bir saadetle belirtiyor, ona dua ediyorlar!

Eserde Üstad’ın doğumundan vefatına kadarki hayatı, belli başlı konu başlıkları üzerinden anlatılıyor. Her bir mevzuda âdeta onun bir hususiyetine atıfta bulunuluyor.

Bunlardan biri olan ve “Üstad nasıl bir insandı?” sorusuna cevap teşkil eden aynı başlıklı yazıyı—müsaadenizle—kısmen buraya alalım:

“Üstad kişisel çıkar peşinde değildi. Hapishanede bile sürekli dua ve ibadet ile, Risale-i Nur’la meşgul olurdu.

Kimseyi incitmezdi. Çok iktisatlıydı. Az yerdi, az harcardı. İsraftan kaçınırdı. Alçak gönüllüydü. Karşılıksız hediye kabul etmez, minnet altında kalmazdı.

Yanına gelenlere şöyle derdi:

Bana bağlanmayınız, Risale-i Nur’a bağlanınız. Ben âciz bir insanım; kusurlarım var. Risale-i Nur, Kur’an’ın malıdır, ona bağlıdır; o size yeter.’

Gece namazlarına kalkar, geceleri uzun uzun ibadet ederdi. Abdestsiz durmazdı.

Üç aylar girdiğinde Kur’an cüzlerini paylaştırır, her gün hatim indirilmesine özen gösterirdi. Ramazan’da on beşinci günden sonra geceleri uyumazdı.

Temiz havada gezinmekten hoşlanırdı.

Buz gibi soğuk günlerde, mum ışığında, geceleri ibadet edip dua ederdi.

Tertemiz giyinirdi.

Evini her gün mutlaka havalandırırdı…” (s. 113-114)

Ne dersiniz, üstteki iktibasta anlatılanlar, Allah’ın (cc) veli bir kulu ve bir Peygamber (asm) âşığına yakışacak ölçüde “kulluk, ahlak ve nezahet” ile dolu bir hayata işaret etmiyor mu? Üstelik, Deccal’ların çağında “şimşekleri” üzerine çektiği hâlde davasından bir milim taviz vermeden…

İlgili yazının devamında ise, Üstad’ın peygamberane ahlakını aksettiren anekdotlar var ki, onları da okuyucularımızın dikkatine arz ediyoruz.

Ve küçük notlarımız:

* Sayfa 60’ta mükerrer satırlar (ilk beş satır) var maalesef…

* Bazı yanlış tarihlemelerle karşılaştık. Örnek 1: Üstad, Barla’da 8,5 sene (s. 64) ya da 9 yıl (s. 96) değil, 7,5 sene kalmıştır. Örnek 2: “Gençlik Rehberi” muhakemesiyle ilgili olarak İstanbul’a dönüşü 27 sene (s. 92) değil, 26 yıl aradan sonradır. Örnek 3: Barla’ya dönüşü de 20 sene (s. 96) değil, 19 yıl sonradır…

Sonuç olarak, ilköğretim talebelerine yönelik, mümkünse her çocuğumuza ulaştırılması lazım gelen başarılı bir kitap.

CANIM ÜSTADIM

Yazan: Taha Çağlaroğlu Sayfa Sayısı: 120 Ebatları: 13,5x19 cm Türü: Biyografi

Yayınlayan: Yeni Asya Neşriyat Yayın Tarihi: Mart 2010 (4. baskı)

ORHAN GÜLER

[email protected]

Rûhun tellerine dokunuş veya güzel sanatlar

Metrobüslerde sıkış-tıkış yolculuk yaparken zaman zaman mûsikî de dinleyebiliyoruz. Bu uygulama belediyenin programlı bir uygulaması mıdır, bilemiyorum?

Bu sabah bindiğim metrobüste birazcık dinlediğim melodinin sesi ve ritmi bir süre beni tesiri altında bıraktı. Gençlik kilometre taşının hayli gerilerde kaldığı bu yaşıma rağmen bir süre o sesi mırıldandım durdum.

Mûsikî denen ses ve kelâm organizesi, ne efsunkâr bir güce sahip ki, insanı başka diyarlara, başka iklimlere götürüyor. Eğer böyle olmasaydı ruh inceliğine sahip insanlar (bunlar içinde krallar ve sultanlar da var) tarih boyunca hiç bunca meşgul olurlar mıydı? Eğer böyle olmasaydı ecdad bir kısım hastaları mûsikî ile tedaviye kalkışır mıydı?

Bazen bir filmde, bir programda, bir etkinlikte dinlediğimiz mûsikînin uzun süre etkisinde kalabiliyoruz. Ben bir iftar programına fon olarak konulmuş Ömer Faruk Tekbilek’in parçasını hâlâ dinlemekten zevk alırım. Aslında insanı etkileyen sadece mûsikî değil elbette. Güzel sanatların tümü insanın bir alıcısına, bir hâssesine, hoşuna giden bir sinyal gönderiyor. Bir nevî ruhunun organına gıda oluyor, onu doyuruyor, onu uyandırıyor.

Başta mûsikî olmak üzere şiir, edebî değeri olan nesir türleri, resim, mîmârî, heykel, klâsik sanatlarımızdan hüsn-ü hat, ebrû, tezhip, minyatür gibi sanat dallarını icra eden ustalar, üstadlar asırlar boyunca insanların ruhlarını gayet mugaddî sanat gıdalarıyla beslemişler.

İnsanların ruh dünyalarının çok derinlerindeki, bilinmezliğe bürünmüş, paslanmaya yüz tutmuş tellerine dokunmuşlar. O sesleri, filozoflar, âlimler, ârifler duydukça bu insanda daha neler var neler, diye araştıra durmuşlar.

Bence mûsikî: Hayal dünyamızda dolaşan seslerin notalarla tespiti, insan denilen mucize enstrümanla seslendirilmesidir.

Şiir: Hayâllerimizde uçuşan duygu ve düşüncelerin kelimelerle yakalanarak mısralara, dizelere dökülmesidir.

Mimari: Mimarın idealindeki en görkemli, en incelikli yapıları, yine hayalindeki güzellikleri de katarak plan ve projeye geçirmesi, uygulamasıdır.

Hüsn-ü Hat: Yıllar boyunca şekilleri meşk edilen harflerin hayallerde tasarlanarak kompoze edilmesidir.

İnsanlık tarihinde çok uzun süre, az da olsa hâlâ tapınılan bir nesne olduğu için, İslâm’da yasaklanan heykel: Ustasının ifadesiyle dev bir taş kütlenin içerisinde mevcut olan vücudu, nesneyi, şekli ortaya çıkarma sanatıdır. Heykeltraş vurduğu her çekiç darbesiyle o gürünmeyen vücuda biraz daha yaklaşır. Son vuruşu ile mermer kütlenin içindeki o hayâlî vücudu müşahhas, görülür hâle getirmiş olur.

Resim: Sani-i Zülcelâl tarafından kâinatın, özellikle de tabiatın-doğanın her santimetre karesine muhteşem bir şekilde hakk edilmiş, kazılmış, yazılmış, çizilmiş, boyanmış sanatın bir benzerinin altı ana renkle oynayarak hayallerimizdekini de katarak bulduğumuz, şekli, rengi tuvale aktarma faaliyetidir.

Sanatla meşgul olan insanların dikkatlerini çeken bir nokta da; insanda yaratılalıdan beri karanlık, meçhul noktaları aydınlatıldığı halde hâlâ yeni sanat eserleriyle keşfedilmeyi, uyandırılmayı, uyarılmayı bekleyen gizemli noktaların olmasıdır.

İnsanların ruhî ihtiyaçlarını karşılayan sanat erbabı, bu işi icra ederken, en başta, “İnsan sanat eserini” korumaları gerektiğini bilirler. Bu, insanın ruh dünyasındaki sadist, behimî, âdî noktalarını değil de; bedihî ve âlî noktalarını uyarmaya çalışmaları da ilk başta sanatçıyı yüceltir.

Her yeni eser insan ruhunun henüz keşfedilmemiş noktasına tutulan bir projektördür. Bu aydınlatma ve aydınlanma ihtiyacı insanlığın sonuna kadar devam edecektir. Nihayet en son günde de insan ruhunun organları diyebileceğimiz hâsseleri doymadan, tatmin olmadan ahirete göçecektir.

Bunu, Bediüzzaman Hazretlerinin: “İnsanın ihtiyaçları âlemin her tarafına dağılmış, arzuları ebede kadar uzanmış. Bir çiçeği istediği gibi, koca bir baharı da ister. Bir bahçeyi arzu ettiği gibi Cenneti de arzu eder. Bir dostunu görmeye müştâk (aşk derecesinde arzulu) olduğu gibi, Cemîl-i Zülcelâl’i de görmeye müştâktır” tesbitiyle daha beliğâne anlıyoruz.

Bu nedenle Cennet’e girdiğinde dünyada tatmin olmamış duyguları tekrar devreye girecektir.

Efendimiz'in (asm) ifadesiyle bir hadis-i kudside Allah (cc) ‘’Salih kulları için Cennet’te hiç bir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiç bir insanın düşünmediği birtakım nimetler hazırladım.” (Müslim. Kitabül Cennet 2.3.4) buyurmakla, insana farklı güzellikleri müjdelemektedir. Ancak o güzellikler de insanı doyurmayacaktır.

Ve nihayet (insanın, dünya ve ahiret güzelliklerinin sahibi olan) Sâni-i Zülcelâl’in kendilerine lütfedeceği kulları O’nun dîdârı ile şâd olacaktır.

Efendimize (asm) ashabı sordular:

“Ey Allah’ın Resulü! Allah’ı görecek miyiz?”

Efendimiz (asm): “Dolunay gecesinde ay’ı görmekte güçlük çeker misiniz?”

Ashab “Hayır” dediler. Bunun üzerine Resûlullah (asm) Efendimiz şöyle devam etti:

“Sizler o gün O’nu görmekte hiçbir güçlük çekmeyeceksiniz.” (Müslim, Cennet 13; Dârimi Rikak: 90)

Aslında bütün sanatlar “O” mevcud-u meçhûlü arama sevdası değil midir?

Taklit edilemeyen mu'cize sanat eserlerini yaratan, sanatkârların da sanatkârı O yüce Yaratıcı Sani-i Zülcelâl’i görmek…

Hiçbir renk, çizgi, ses ve harflerle kelimelerle anlatılamayacak kadar olağanüstü bir buluşma olsa gerek.

Ey ustalar, ey sanatkârlar! Ne dersiniz?

Kaçır beni âhenk, al beni birlik

Artık barınamam gölge varlıkta

Ver cüceye onun olsun şâirlik

Şimdi gözüm büyük sanatkârlıkta.

(Necip Fazıl Kısakürek)

İşte sanat böyle bir şey olsa gerek. Bu cahilin bir harman lafla anlatamadığı meramını ‘Fazıl’, adama dört dize ile anlatır. Rahmet olsun Reisü'ş-Şuarâ’ya...

MUHSİN DURAN

[email protected]

18.12.2010

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri


Önceki Elif Eki

  (11.12.2010) - “Uzun bir ayrılıktan sonra” Eşref Edip’i rahmetle anarken

  (04.12.2010) - Samsun Mahkemesi müdafaatı ve Büyük Cihad gazetesi

  (27.11.2010) - Filmi çekmeseydim Üstadi tanıyamazdım

  (20.11.2010) - Bırakma ellerimi!

  (14.11.2010) - ‘Teslis Okulu’nda ‘Tevhid’ dersi

  (06.11.2010) - Misyon, komisyon ve kesirler

  (30.10.2010) - Adnan Menderes’in Konya nutku

  (23.10.2010) - Bediüzzaman ile Muhammed Ali’yi buluşturan kader noktası

  (16.10.2010) - Ömür takvimi

  (09.10.2010) - Yasakçının mumu yatsıya kadar


Son Dakika Haberleri

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.