Mektubat - page 496

Meselâ, ehl-i cennet elbette arzu ederler ki, dünya
maceralarını tahattur etsinler ve birbirine nakletsinler.
Belki o maceraların levhalarını ve misallerini görmeyi
çok merak ederler. elbette, sinema perdelerinde görmek
gibi, o levhaları, o vak’aları müşahede etseler, çok mü-
telezziz olurlar. Madem öyledir; herhâlde dâr-ı lezzet ve
menzil-i saadet olan dâr-ı cennette,
(1)
n
Ú/
?p
HÉn
?n
ào
e m
Qo
ôo
°S '
¤n
Y
işaretiyle, sermedî manzaralarda, dünyevî maceraların
muhaveresi ve dünyevî hâdisatın manzaraları cennette
bulunacaktır.
İşte bu güzel mevcudatın bir an görünmesiyle kaybol-
ması ve birbiri arkasından gelip geçmesi, menazır-ı ser-
mediyeyi teşkil etmek için bir fabrika destgâhları hük-
münde görünüyor. Meselâ, nasıl ki ehl-i medeniyet fânî
vaziyetlere bir nevi beka vermek ve ehl-i istikbale yadigâr
bırakmak için, güzel veya garip vaziyetlerin suretlerini
alıp sinema perdeleriyle istikbale hediye ediyor; zaman-ı
maziyi zaman-ı hâlde ve istikbalde gösteriyor ve derç edi-
yorlar. Aynen öyle de, şu mevcudat-ı bahariye ve dünye-
viyede kısa bir hayat geçirdikten sonra, onların sâni-i
Hakîm’i, âlem-i bekaya ait gayelerini o âleme kaydet-
mekle beraber, âlem-i ebedîde, sermedî manzaralarda
onların etvar-ı hayatlarında gördükleri vezaif-i hayatiyeyi
ve mu’cizat-ı sübhaniyeyi menazır-ı sermediyede kaydet-
mek, mukteza-i ism-i Hakîm ve rahîm ve Vedûd’dur.
âlem:
dünya.
âlem-i beka:
sonsuzluk âlemi,
ahiret.
âlem-i ebedî:
ebedî âlem, sonsuz
âlem.
arzu:
istek, heves.
beka:
kalıcılık, devamlılık.
dâr-ı cennet:
cennet diyarı.
dâr-ı lezzet:
lezzet yeri, zevk ve
keyif yeri; cennet.
derç etme:
yerleştirme.
destgâh:
tezgâh.
dünyevî:
dünyaya ait.
ehl-i cennet:
cennet ehli, cennet-
te yaşayanlar.
ehl-i istikbal:
gelecek nesil.
ehl-i medeniyet:
medenî, şehirli
insanlar.
etvar-ı hayat:
hayat boyu yaşa-
nan değişimler, hâller.
fânî:
geçici.
gaye:
maksat; netice, sonuç.
hâdisat:
hâdiseler, olaylar.
hükmünde:
yerinde, değerinde.
istikbal:
gelecek.
levha:
görüntü, manzara.
macera:
olup biten, başta geçen
tehlikeli ve heyecanlı olay.
menazır-ı sermediye:
sürekli gö-
rüntüler, devamlı manzaralar.
menzil-i saadet:
mutluluk yeri.
meselâ:
örnek olarak.
mevcudat:
varlıklar, yaratılmış
şeyler.
mevcudat-ı bahariye:
bahar
mevsiminde ortaya çıkan varlık-
lar.
misal:
örnek; bir şeyin benzer hâ-
li; görüntü.
mu’cizat-ı Sübhaniye:
her
türlü kusur ve noksandan
uzak olan Allah’ın hayranlık
uyandıran mu’cizeleri.
muhavere:
konuşma, sohbet
etme.
mukteza-i ism-i Hakîm ve
Rahîm ve Vedûd:
her şeyi
hikmetle yaratan, sonsuz
merhamet ve şefkat sahibi
olan, seven ve sevilen Allah’ın
Hakîm, Rahîm, Vedûd isimle-
rinin gereği.
müşahede:
seyretme, bak-
ma, görme.
mütelezziz olma:
lezzet al-
ma.
nakletme:
anlatma.
nevi:
tür, çeşit.
Sâni-i Hakîm:
her şeyi sanat-
la ve hikmetle yaratan Allah.
sermedî:
ebedî, sürekli,
ölümsüz.
suret:
resim, görüntü.
tahattur:
hatırlama.
teşkil:
oluşturma, yapma.
tezgâh:
üretim aleti, yeri.
vak’a:
hâdise, olay.
vaziyet:
hâl, durum.
vezaif-i hayatiye:
hayatla il-
gili vazifeler, görevler.
yadigâr:
bir kimseyi veya
olayı hatırlatan şey; miras.
zaman-ı hâl:
şimdiki zaman.
zaman-ı mazi:
geçmiş za-
man.
1.
Karşılıklı tahtlarda kardeş kardeş otururlar. (Hicr Suresi: 47.)
Y
irmi
d
ördÜncÜ
m
ekTup
| 496 | Mektubat
1...,486,487,488,489,490,491,492,493,494,495 497,498,499,500,501,502,503,504,505,506,...1086
Powered by FlippingBook