Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 15 Ağustos 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ

..Ondan başka ibadete lâyık hiçbir ilâh yoktur. Nasıl oluyor da haktan yüzünüz çevriliyor?

Fâtır Sûresi: 3

15.08.2006


HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ

Kim ki haksız yere birine bir kamçı vurursa, Kıyâmet gününde ona kısas uygulanır.

Câmi'ü's-Sağîr, c: 3, 3684

15.08.2006


En yüksek gür sada İslâmın sadası olacaktır

—Dünden devam—

“Demek, biz mağlûbiyetle ikinci cereyana takıldık ki, mazlûmların ve cumhurun cereyanıdır. Başkalarından yüzde seksen fakir ve mazlûmsa, İslâmdan doksan, belki doksan beştir.

“Âlem-i İslâm şu ikinci cereyana karşı lâkayt veya muarız kalmakla hem istinatsız, hem bütün emeğini heder, hem onun istilâsıyla istihaleye mâruz kalmaktan ise, âkılâne davranıp onu İslâmî bir tarza çevirip, kendine hâdim kılmaktır. Zira düşmanın düşmanı, düşman kaldıkça dosttur. Nasıl ki, düşmanın dostu, dost kaldıkça düşmandır.

“Şu iki cereyan birbirine zıt, hedefleri zıt, menfaatleri zıt olduğundan; birincisi dese ‘Öl,’ diğeri diyecek ‘Diril.’ Birinin menfaati zarar, ihtilâf, tedennî, zaaf, uyumamızı istilzam ettiği gibi; ötekinin menfaati dahi kuvvetimizi, ittihadımızı bizzarure iktiza eder.

“Şark husûmeti, İslâm inkişafını boğuyordu; zâil oldu ve olmalı. Garp husûmeti, İslâmın ittihadına, uhuvvetin inkişafına en müessir sebeptir; bâki kalmalı.”

Birden o meclisten tasdik emareleri tezahür etti.

Dediler: “Evet, ümitvar olunuz. Şu istikbal inkılâbı içinde, en yüksek gür sada İslâmın sadası olacaktır!”

Tekrar biri sordu: “Musibet, cinayetin neticesi, mükâfatın mukaddemesidir. Hangi fiilinizle kadere fetva verdirdiniz ki, şu musibetle hükmetti? Musibet-i âmme ekseriyetin hatâsına terettüp eder. Hazırda mükâfatınız nedir?”

Dedim: “Mukaddemesi üç mühim erkân-ı İslâmiyedeki ihmalimizdir: salât, savm, zekât.

“Zira, yirmi dört saatten yalnız bir saati, beş namaz için Hâlık Teâlâ bizden istedi. Tembellik ettik; beş sene yirmi dört saat talim, meşakkat, tahrikle bir nevî namaz kıldırdı. Hem senede yalnız bir ay oruç için nefsimizden istedi. Nefsimize acıdık; kefâreten beş sene oruç tutturdu. Ondan, kırktan yalnız biri, ihsan ettiği maldan zekât istedi. Buhl ettik, zulmettik, O da bizden müterakim zekâtı aldı. “El-cezâü min cinsi’l-amel” (Amelin karşılığı kendi türünden birşeyle verilir)

“Mükâfat-ı hâzıramız ise: Fâsık, günahkâr bir milletten, humsu olan dört milyonu velâyet derecesine çıkardı; gazilik, şehadetlik verdi. Müşterek hatâdan neşet eden müşterek musibet, mâzi günahını sildi.”

Yine biri dedi: “Bir âmir, hatayla felâkete atmışsa?”

Dedim: “Musibetzede mükâfat ister. Ya âmir-i hatâdarın hasenatı verilecektir; o ise hiç hükmünde. Veya hazine-i gayp verecektir. Hazine-i gaybda böyle işlerdeki mükâfatı ise, derece-i şehadet ve gaziliktir.”

Baktım, meclis istihsan etti. Heyecanımdan uyandım. Terli, elpençe yatakta oturmuş, kendimi buldum. O gece böyle geçti.

Sünûhat, s. 61-64

Lügatçe:

salât: Namaz.

savm: Oruç.

buhl: Cimrilik.

hums: Beşte bir.

Bediüzzaman Said NURSİ

15.08.2006


Yeter ki “Biz" isteyelim!

“Amelinizde rıza-yı İlâhî olmalı. Eğer O razı olsa, bütün dünya küsse ehemmiyeti yok. Eğer O kabul etse, bütün halk reddetse tesiri yok.”

(Bediüzzaman)

Güneşli, güzel bir ilkbahar günü… Etrafı tatlı bir sıcak sarmış, ağaçların dallarında rengârenk çiçekler etrafa güzel kokularını yayıyor. Artık sıcak hava tesirini göstermeye başlamıştı. Sabah yürüyüşü de olsun diye evden biraz erken çıkmıştım. Bir yandan düşünüyor, bir yandan da etrafa bakınıyordum. Gözlerim mağazaların vitrinlerindeki mankenlere kayıyor. Hepsi rengârenk, çeşitli model ve desenlerde süslenmiş… Gerçekten insanın ilgisini uyandıracak kadar güzeller… Sonra yolda giden insanlara bakıyorum, onlar zaten yazı getirmişler, vitrindeki mankenlerden farkları yok. Yeni modaya ayak uydurmak için adeta birbirleriyle yarışıyor gibiler… Sonra zihnim geçen yıl ve önceki yıllara gidiyor. Benim de o gördüğüm insanlardan farkım yoktu. Şimdi tam tesettürlü olmamakla beraber uzunca bir ceket giyiyordum, ama yine de vicdanım rahat değildi. Müslüman gibi yaşamak istiyorsam, Kur’ân’a riayet etmeliydim. Fakat bir yandan da nefsim beni rahat bırakmıyordu. Üniversiteyi okuduktan sonra kapanmaya karar vermiştim, ama üniversite sınavını kazanıp kazanmayacağım bile belli değildi ki, üniversiteyi bitirdikten sonra kapanayım. Hem en önemlisi de yarına çıkmaya senedim yok ki, birkaç sene sonrası için karar verebileyim? Yine şeytanın vesvese vermesiydi işte. Niye daha fazla geç olmadan şimdi kapanmayayım ki? Artık kararımı vermiştim sınavdan sonra kapanacaktım. Zaten birkaç gün kalmıştı. Bu kararı verirken bile içim rahatladı. Saatime baktım, derse geç kalmıştım. Adımlarımı hızlandırarak, yoluma devam ettim.

Ders bittikten sonra eve geldim. Akşam bu kararımı aileme söyledim, ama onlar benim gibi sevinmediler. Böyle şeyler için erken olduğunu, yaşımın da küçük olduğunu ve önümde daha üniversitenin olduğunu söylediler. Daha sonraları bu konudaki kararımı gördüklerinde de daha fazla tepki göstermeye başladılar ve buna çevrem de eklenmişti. Ama benim içim gayet rahattı, yanlış bir şey yapmıyordum. Çünkü Cenâb-ı Hakk’ın emrine uymaya çalışıyordum.

Birkaç gün sonra odamdaki kitapları torbalara doldurdum. Bunları satmam gerekiyordu. Çünkü kendime yeni kıyafet ve eşarp alacaktım. Her zaman kendisinden alış veriş yaptığım kitapçı amcanın yanına gittim. Kitapları hesapladı ve tahmin ettiğimden daha yüksek fiyata aldı kitapları… Tabiî ben buna çok sevindim. Daha sonra istediğim gibi ceket ve eşarbı bulduktan sonra eve geldim. Her şey o kadar hızlı ve kolay olmuştu ki ben bile şaşırmıştım. Ceketi aldığım dükkân da, genellikle alış veriş yaptığımız yerdi. Bana iki kez indirim yapmışlardı. Hem kendi paramla aldığım için, hem de kapanmak istediğim için… Kitaplardan aldığım para bana fazlasıyla yetmiş ve artmıştı.

Akşam olduğunda, aldığım kıyafetleri aileme gösterince kıyafetlerimi beğenmediler ve çok tesettürlü olduğunu söylediler. Ben yine de moralimi bozmamaya gayret ediyordum. Daha sonra herkesin alışacağını düşünüyordum. Kıyafetleri de giymek için o kadar sabırsızlanıyordum ki, her gün, aldığım kıyafetleri deniyordum. Dershaneye o kıyafetlerle gitsem, almayacaklarını da biliyordum.

Beklediğim gün gelmişti. Ben de aldığım kıyafetleri artık giyebiliyordum. Birkaç kişi haricinde çoğu insandan tepki almıştım. Bu kadarını da ummuyordum. Ayrıca, sıkça sordukları sorulardan biri de, “Niye kapandın?” Bu soru geldiğinde gülmekten kendimi alamıyorum. Onun yerine “Kapanmaya nasıl başladın, nasıl oldu?” denilse daha iyi olur, diye düşünüyorum.

İç âlemimde gayet mutlu ve huzurlu olduğum için dış âlemde yaşadığım olumsuz olaylar beni derinden etkilemiyordu. Kurstaki bir arkadaşım kapandığımı görünce “Merve, bari otuz yaşına gelince kapansaydın” dedi. Ben de “Otuz yaşına varacağımın bir garantisi var mı?” dedim. Hem öyle olsa bile sanki önceki yıllardan sorumlu değil de, otuz yaşından sonra mı sorumlu olacağım?

Çevremde gözlemlediğim en çok iki düşünce yapısı var. Birincisi, en çok kullanılanı da bu zaten. “Allah affeder nasıl olsa” sözü. Çok yakından tanıdığım birisi, sahilde diğer insanlara uyup gayet rahat bir şekilde gezdiği zaman bana demişti ki “Eve gidince tövbe edeceğim, sonra da Allah affedecek” dedi. İkincisi de, kapanmaya inanmayanlar. Onlar da “Namaz abdesti aldığımız yerler açıksa, demek ki oralar da açık olacaktır”. İlginç ama gerçek! Bu konudaki yorumları, okuyanlara bırakıyorum.

Yaz aylarında olduğumuz için hava sıcaklıkları iyice artmıştı. Hatta kurstaki arkadaşlarım bile “Merve biz böyle duramazken, sen nasıl böyle durabiliyorsun” diyorlardı. Ben de “Güneş ışınları, elbisemden dolayı tenime tam gelmediği için fazla etkisi olmuyor” dedim. Çok sıcak olmasına rağmen öf bile dediğimi hatırlamıyordum. Unutmamak gerekir ki, her zorluğun içinde bir kolaylık vardır.

Bir gün, eski okuluma gitmiştim. Öğretmenim beni görünce hemen, “Merve, bu ne böyle, siz daha gençsiniz. Niye özgürlüğünüzü kısıtlıyorsunuz. Çıkar onu başından!” dedi. Ben de “Hocam siz hiç merak etmeyin, ben zaten özgürüm” dedim. Bir de beni şaşırtan, gençlerden daha çok yetişkin ve yaşlıların, biz gençlerin kapanmalarına karşı olmaları… Halbuki onların bize örnek olup, yol göstermeleri gerekirken… Hani sırf kapanmalarımıza kızmakla kalsalar iyi. Önümüzde daha uzun seneler varmış (ben bile bilmiyorum ki, o kadar uzun sene var mı, yok mu önümde, onlar nasıl biliyorlarsa?) ve istikbalimizi düşünmemiz gerekiyormuş falan. Bu istikbal değil de ne peki? Hem dünya, hem de ahiret hayatımız… İstikbalimiz! Garip bir durum ama gerçeğin ta kendisi işte. Ne olursa olsun hiç pes etmedim. Çünkü Cenâb-ı Hakk’ın bana yardım ettiğini, yanımda olduğunu biliyordum ve hissedebiliyordum. Kim ne derse desin bizi ilgilendirmemeli. Cenâb-ı Hakk’ın örtünme konusundaki emrini bildikten sonra kimsenin söylediğine de bakmamalıyız. Bediüzzaman Hazretlerinin dediği gibi, Allah senden razı olduktan sonra bütün dünya küsse kıymeti yok, Allah senden razı olmadıktan sonra bütün dünya seni alkışlasa onun da kıymeti yok.

İster tesettür konusunda olsun, ister dinimizin diğer emirlerinde olsun. Karşımıza çıkan engeller, sorunlar bizi hiçbir zaman yıldırmamalı. Rabbimiz yanımızda olduktan sonra başkalarının ne dediği, ne yaptığı hatta hakkımızda ne dedikleri bile bizi ilgilendirmemeli. İmkânsızı imkânlı hale getiren Cenâb-ı Hak olduğuna göre, yeter ki “biz” isteyelim, gerisi kolay…

Merve TABAN

15.08.2006


Vâsi’

Allah (c.c.), Vâsi’dir. Yani merhameti geniş, lütfu bol, kudreti sonsuzdur. İhsânı, ikramı, iltifâtı sınırsızdır. Cennette vaat ettiği mükâfât hesapsızdır. Cenâb-ı Hakkın tüm sıfatları bütün kâinatı kuşatmıştır. Her şey, Allah’ın sayısız isim ve sıfatlarının ihâtası altındadır.

Ebû Hüreyre’nin (r.a.) Peygamber Efendimizden (a.s.m.) rivâyet ettiği Vâsi’ ismi, Kur’ân’da da geçer. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: “Doğu da, batı da Allah’ındır. Nereye dönerseniz, Allah’ın yüzü (Zâtı) oradadır. Şüphesiz Allah Vâsi’dir, Alîm’dir.”1 “Ne yerde ve ne de gökte hiçbir şey Allah’tan gizli kalmaz”2 âyetinin, “Annelerinizin rahimlerinde size dilediği gibi bir sûret veren Odur”3 âyetinin, “Hiçbir canlı yoktur ki, Allah onu alnından tutup kudretine boyun eğdirmiş olmasın”4 âyetinin ve “Yeryüzünde yürüyen ve rızkını yüklenemeyen nice canlının ve sizin rızkınızı Allah verir”5 âyetinin, rahmetin şümûlünü görüp gösterdiğini; “Hamd, gökleri ve yeri yaratan, karanlıkları ve aydınlığı var eden Allah’a mahsustur”6 âyetinin de yaratıcılığın vüs’atine ve genişliğine işâret ettiğini beyan eden Bediüzzaman Saîd Nursî, “Sizi ve yaptıklarınızı Allah yarattı”7 âyetinin ise tasarrufun şümûlünü ve Rubûbiyetin ihâtâsını, Allah’ın isimlerinin bütün varlıkları kuşattığını bildirdiğini kaydeder. Bedîüzzaman’a göre şu bekâsız dünya misâfirhânesinde, şu devamsız imtihan meydanında, şu sebatsız yeryüzü sergisinde muazzam bir hikmet, açık bir inâyet, kâhir bir adâlet ve geniş bir merhamet hâkimdir. Bu gözden kaçmayan ve her birisinin bütün kâinatı ve yeryüzünü kuşattığı görünen hikmet, inâyet, adâlet ve merhamet hakîkatleri, Mâlikü’l-Mülk-ü Zülcelâlin görünen ve görünmeyen âlemlerinde dâimî meskenler, ebedî sakinler, bâkî makamlar ve mukîm mahlûklar bulunduğunu bize haber vermekte, Cennet kokusunu rûhumuzun baharına taşımaktadır.

(Risâle-i Nur’da Esma-i Hüsna)

Dipnotlar:

1- Bakara Sûresi: 115; 2- Âl-i İmran Sûresi: 5; 3- Âl-i İmran Sûresi: 6; 4- Hûd Sûresi: 56; 5- Ankebut Sûresi: 60; 6- En’am Sûresi: 1; 7- Saffat Sûresi: 96.

15.08.2006


Hiss-i kablelvuku

Hiss-i kablelvuku ise, herkeste cüz’î, küllî vardır. Hattâ hayvanlarda dahi vardır. Hattâ, bir zaman ben bu hiss-i kablelvukuu, zâhirî ve bâtınî meşhur duygulara ilâve olarak, insanda ve hayvanda “sâika” ve “şâika” namıyla, aynı sâmia ve bâsıra gibi iki hiss-i âhari ilmen bulmuştum. Ehl-i dalÂlet ve ehl-i felsefe, o gayr-ı meş’ur hislere, hata ederek, ahmakçasına, “sevk-i tabiî” diyorlar. Hâşâ, sevk-i tabiî değil, belki bir nevi ilham-ı fıtrî olarak, insan ve hayvanı kader-i İlâhî sevk ediyor.

Meselâ, kedi gibi bazı hayvan, gözü kör olduğu vakit, o sevk-i kaderî ile gider, gözüne ilâç olan bir otu bulur, gözüne sürer, iyi olur.

Hem rû-yi zeminin sıhhiye memurları hükmünde ve bedevî hayvânâtın cenazelerini kaldırmakla muvazzaf kartal gibi âkilüllâhm kuşlara, bir günlük mesafeden bir hayvan cenazesinin vücudu, o sevk-i kaderî ile ve o hiss-i kablelvuku ilhamıyla ve o sâika-i İlâhî ile bildirilir ve bulurlar.

Hem yeni dünyaya gelmiş bir arı yavrusu, yaşı bir gün iken, havada bir günlük mesafeye gider, havada izini kaybetmeyerek, o sevk-i kaderî ile ve o sâika ilhamıyla döner, yuvasına girer.

Hattâ, herkesin başında çok defa tekerrür ediyor ki, birisinden bahsediyorken, âni kapı açılarak, tahminin fevkinde, aynı adam gelir. Hattâ Kürtçe durub-u emsaldendir: “Kurdun bahsini ettiğin zaman topuzu hazırla, vur; çünkü kurt geliyor.” Demek bir hiss-i kablelvuku ile, lâtife-i Rabbâniye, icmâlen o adamın gelmesini hisseder. Fakat aklın şuuru ihata etmediği için, kasten değil, ihtiyarsız olarak bahsetmeye sevk eder. Ehl-i feraset, bazen kerâmet gibi geldiğini beyan eder. Hattâ bir zaman bende şu nevî hassasiyet fazla idi. Bu hâli bir düstur içine almak istedim, fakat yakıştıramadım ve yapamadım. Fakat ehl-i salâhatte ve bahusus ehl-i velâyette bu hiss-i kablelvuku fazla inkişaf eder, kerâmetkârâne âsârını gösterir.

Mektubat, s. 333

15.08.2006


Delâili’n-Nur

18. Ey yaratıklarına karşı sonsuz lütuf sahibi! Ey yaratıklarını çok iyi bilen! Ey yaratıklarından hakkıyla haberdar olan! Bize lütufta bulun. Yâ Lâtif, yâ Âlim, yâ Habîr, yâ Vedûd, yâ Vedûd, yâ Vedûd! Ey yüce Arşın Sahibi! Ey her şeyi hiçten yaratan Mübdi! Ey ölmüş yaratıkları yeniden yaratacak olan Muîd! Dilediğini yapabilen Allah’ım! Arşının rükünlerini dolduran Zâtının nûru hürmetine, bütün yaratıklarına gücünün yettiği kudretin ve her şeyi içine alan rahmetin hürmetine Sana yalvarıyoruz, Senden başka ilâh yoktur. Ey imdad isteyenlerin yardımcısı! Bizim imdadımıza koş! Ey zorda kalanlara yardım eden! Bize yardım eyle. Rahmetinden yardım diliyoruz. Azabından Sana sığınıyoruz. Bizi Cehennem ateşinden koru. Bizi seçtiğin Peygamberin şefaatiyle iyi kullarınla birlikte Cennete koy. Duâmızı kabul buyur. Bunu rahmetinle yap ey merhametlilerin en merhametlisi! Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd olsun.

15.08.2006


Mezalimi tesirsiz bırakan azim himmet

Hunhar din düşmanlarının, dünyevî satvet ve şevketleri Bediüzzaman’ı katiyen atâlete düşürtememiştir. “Vazifem Kur’ân’a hizmettir. Galip etmek, mağlûp etmek Cenâb-ı Hakka âittir” diye imân ederek, bir an bile faaliyetten geri kalmamıştır. Evet, Hazret-i Üstad öyle bir himmet-i azîmeye mâliktir ki, ona icrâ edilen müthiş mezâlim, bu himmetin mukabilinde tesirsiz kalmaya mahkûm olmuştur.

15.08.2006


Çeşmenin suyu arttı

Başta İmam-ı Mâlik, Muvatta’ kitab-ı muteberinde, Muâz ibni Cebel gibi meşâhir-i Sahabeden haber veriyor ki:

Hazret-i Muâz ibni Cebel dedi ki: Gazve-i Tebük’te bir çeşmeye rast geldik; sicim kalınlığında, güçle akıyordu. Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm emretti ki: “Bir parça o suyu toplayınız.” Avuçlarında bir parça topladılar. Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, onunla elini yüzünü yıkadı. Suyu çeşmeye koyduk. Birden çeşmenin menfezi açılıp kesretle aktı, bütün orduya kâfi geldi. Hattâ bir râvî olan İmam İbni İshak der ki: Gök gürültüsü gibi, toprak altında o çeşmenin suyu gürültü yaparak öyle aktı. Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Hazret-i Muâz’a ferman etti ki: “Bu eser-i mucize olan mübarek su devam edip buraları bağa çevirecek; ömrün varsa göreceksin.” Ve öyle olmuştur.

Mektubat, s. 122-123

15.08.2006


Yesrip ‘medine’leşiyor

Mekke’de Peygamber Efendimiz (asm) söz dinlemeyen müşriklerle mücadele ederken; Yesrip’te hızla ve heyecanla bir şeyler olmaya başlamıştı. Yesrip’te bir uyanış, bir diriliş yaşanıyordu.

Yesrip davetçisi Mus’ab bin Umeyr’in (ra) tatlı dilli anlatımlarıyla Evs kabilesi reisi Sa’d bin Muaz Müslüman olmuştu.

Sa’d Müslüman olunca, hiç durmadan doğruca kabilesi arasına döndü ve derhal herkesi topladı.

Abdü’l-Eşhel oğulları ve diğer aşiretler bir araya geldiler.

Sa’d bin Muaz:

“Ey Evs topluluğu! Beni nasıl biliyorsunuz?” diye sordu.

Kabile bireyleri:

“Bu nasıl soru? Sen akıllımızsın. Bizim büyüğümüzsün. Üstünümüzsün” dediler.

Bunun üzerine Sa’d:

“Ben muhteşem bir peygambere ulaştım! Ona siz de iman ediniz” dedi.

Şaşırdılar, mırıldandılar, birbirlerinin yüzüne bakakaldılar.

Sa’d:

“Eğer iman etmezseniz, sizin erkek ve kadınlarınızla konuşmak bana haram olsun!” diye sözlerini bitirdi.

Bu söz üzerine, bir şey diyemediler. O gün, Evs aşiretleri topluca imana girdi.

Süleyman KÖSMENE

15.08.2006

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 
 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004