Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 09 Ağustos 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Gençlik

Risâle-i Nur'un neresindeyiz? (1)

Dünyanın çekim ve cazibe alanının her geçen gün arttığı günümüzde, âdeta hakikî bir huzur bulma ve nefes alma yeri olan Nur sohbetlerinin yapıldığı evlerden birinde, bahar çiçekleri hükmünde olan masum, tertemiz ve iman dolu çocuklarla düzenli olarak gerçekleştirdiğimiz sohbetlerden birini yaparken, beni o an yerimden sarsan satırları okuyordum:

“... Bu kapıdan girenleri, ale’r-re’si ve’l-ayn (baş ve göz üstüne) kabul ediyorum. Onlar da üç tarzda olur:, ya dost olur, ya kardeş olur, ya talebe olur. Dostun hassası (özelliği) ve şartı şudur ki: Kat’iyen, Sözler’e ve envar-ı Kur’âniyeye (Kur’ân nurları, Kur’ân’ın saçtığı parıltılar, ışıklar) dair olan (ilgili olan) hizmetimize ciddî taraftar olsun ve haksızlığa ve bid’alara ve dalâlete kalben taraftar olmasın, kendine de istifadeye çalışsın.

“Kardeşin hassası ve şartı şudur ki: Hakiki olarak Sözler’in neşrine ciddi çalışmakla beraber, beş farz namazını eda etmek, yedi kebairi işlememektir. Talebeliğin hassası ve şartı şudur ki: Sözler’i kendi malı ve telifi gibi hissedip sahip çıksın ve en mühim vazife-i hayatiyesini onun neşir ve hizmeti bilsin (Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul:1994, s. 329. -26. Mektup, 10. Mesele).”

...

Bu satırları okumayalı epey olmuştu. Bir yandan çocuklarla olan sohbetimize devam ederken, bir yandan da dost-kardeş-talebe üçlemesi arasında çelişkide kalmamdan dolayı, bana ıztırap veren bu durumu çocuklara hissettirmemeye çalışıyordum. Çelişkideydim, zira kendimi, bu çok önemli üç vasıftan hiçbirine tam olarak oturtamıyordum. Daha sonra çocuklara dönerek, kendilerine ayrı kalacağımız bir hafta boyunca, kendime sorduğum bu soruyu sormalarını istedim. Biz, bu çok önemli üç kudsî tarzdan hangisine uyuyorduk? Daha doğrusu, biz Risâle-i Nur’un neresindeydik?...

Yazının başında da belirttiğim gibi, aldatıcı dünyanın aldatıcılığı her geçen gün artmaktaydı. Dindar olarak nitelendirdiğimiz insanlar bile-Allah muhafaza-bazen dünyaya kendilerini fazlasıyla kaptırabiliyordu. Hayır ve şer içiçe girmiş, ayrımı çok zor bir hâle gelmişti. Ve Risâle-i Nur Talebelerine her zamankinden çok daha fazla vazife düşüyordu, helâketler ve felâketler asrı olan 21. yüzyılın şu günlerinde.

Acaba diyordum, dostun niteliklerinden olan Sözler’e ve envar-ı Kur’ân’iyeyle (Kur’ân’ın saçtığı nurlar, ışıklar) alâkalı olan hizmetimize ne kadar ciddî olarak taraftar oluyorduk? Haksızlıklara, bid’alara ve dalalet çukurlarına kalben ve cidden karşı çıkabiliyor muyduk? Zira o kadar çok haksızlıığın yanında, birçok kez sustuğumuzu görüyor, bize dokunmayan haksız meselelerle çoğu kez ilgilenmiyorduk maalesef... Meselâ, din kardeşimiz haksız bir muameleyle karşılaşınca ne yapmıştık bugüne kadar? Ülkemizde ya da diğer ülkelerde sadece inançlarından dolayı zulüm gören Müslüman kardeşlerimiz için hangi çabalarda bulunduk? Kaçımız inancından taviz vermeyen başörtülü kardeşlerimizin yaşadığı ıztıraplarını, çilelerini, yıkılan (aslında yamalanan) hayallerini sordu kendilerine? Ya da ucu bize dokunmayan kaç tane haksız olaya karşı hakkın gür sesini haykırdık bugüne kadar? Dalâlet çukurlarına karşı neler yaptık? Biz de birçok insan gibi: “Yahu bu zamanda bunlar normal şeyler, adam sen de...’’ deyip geçiştirdik mi acaba?

Yanımızdaki arkadaşımız şer bir şey söylediğinde, buna ne kadar mani olduk? “Sizden biriniz bir münker (kötülük, haksızlık, zulüm) gördüğünde onu eliyle düzeltsin, gücü yetmiyorsa dili ile düzeltsin, buna da gücü yetmiyorsa kötülüklere kalbiyle buğz (nefret) etsin. Bu imanın en alt seviyesidir” hadis-i şerifini ne kadar tatbik ettik, bize Rabbimiz (c.c.) tarafından emanet olarak verilmiş hayatlarımızda? Ya da her şeyi bir yana bırakalım; haksızlıkların, bid’aların ve dalâletlerin farkında olabildik mi? Zira değerli bir yazarın tesbitiyle, siyah ve beyazın net olarak birbirinden ayrılamadığı, grinin tonlarının hakim olduğu zamanımızda o kadar zorlaştı ki, bu virüs gibi çoğalan şerleri farkedebilmek...

Bu özellikleri hakkıyla taşımamanın verdiği ızdırapla, kardeşin özelliklerinin analizini yapmaya geçiyordum. Kardeşin özellikleri; Sözler’in neşrine ciddi olarak çalışmakla beraber, beş farz namazını eda etmek ve yedi kebairi (büyük günahlar, cezası büyük olan günahlar) işlememekti. Sözler’in neşrine ciddi olarak çalışmadığım kesin bir gerçekti. Kaçırdığım namazlar ve işlediğim günahlar da cabası... İçimin ızdırabı daha da yakmaya başlamışken, beni, en önemli vasıta olan talebeliğin özelliklerini okumaya başlıyordum: “Talebeleğin hassası (özelliği) ve şartı şudur ki: Sözler’i kendi malı ve telifi gibi hissedip sahip çıksın ve en mühim vazife-i hayatiyesini onun neşir (herkese duyurma, yayma, yayım) ve hizmeti bilsin.’’

Bu satırları düşündükten sonra, herşeyi bir yana bırakıp, bize Risâle-i Nur gibi muhteşem bir nur deryasını kendi malımız gibi hissedip, sahip çıkılmasına izin verilmesi, böyle bir nimetin bize sunulması bile, başlı başına çok büyük bir ihsan-ı İlâhî iken, bana ne oluyordu da bu hiç hak etmediğim teklifi farkında olmadan geri çeviriyordum? Hayatımın en mühim vazifesini, Risale-i Nurları yaşamak, yaymak ve bu ulvî hakikatlere hizmet etmek olarak biliyordum belki; ama bunu hayatıma hakkıyla yansıtmıyordum. Ve ben ilk iki vasfa kendimi tam olarak oturtamadığım gibi, en önemli vasıf olan kardeşlik vasfına da kendimi koyamıyordum maalesef. Böylesine değerli bir vasfı ifa edemediğim gibi, hiç hakketmediğim hâlde, ihsan edilen Risâle-i Nur’lara kendi malım gibi sahip çıkma teklifini de ne kadar kolay reddedebiliyordum. Zaten bize verilen hayat, tüm hayatların sahibi olan Cenâb-ı Hakk’ın (c.c.) emaneti değil miydi? Elbette ve şüphesiz O’nun (c.c.) emanetiydi. O zaman neden en önemli hayat vazifemi; Sözler’in yayılması ve hizmeti yönünde tüm benliğimle kullanmıyordum? Bu ve daha bunun gibi sorular içimi kemirirken, sayfanın sonlarına doğru okumaya devam ediyordum. Zira cümlenin devamında Üstad Hazretleri bu üç vasfa sahip olan insanların ne tür harika ihsanlara mazhar olacağını söylüyordu.

-Devam edecek-

Bilal YÜKSELTEN

09.08.2006


Edep yahu!

İlim meclisine vardım, kıldım talep/ İlim ta gerilerde kaldı, İlla edep, illa edep!”

Edep nedir sizce? “Edep, bir toplumda örf, adet ve kural halini almış iyi tutum ve davranışlar veya bunları kazandıran bilgi anlamında kullanılan terimdir. Terbiye, kavlen, fiilen insanlara lütuf ile muamele etmek, güzel ahlâk, usluluk, hayâ, sünnete uygun hareket etmek demektir (İlkadım dergisi).”

En başta gerekmiş edep, olsa da ilim, edeple yıkanmamışsa ve o ilmi sunmayı bilmemişse, insan fayda vereyim derken, zarar veriyor İslâmiyete, haberi olmadan. Olmazsa edep, inan olmuşsun merkep. Haberin yok, çabuk bağır ve de ki illâ edep, illâ edep! Âlim olmadan önce edepli olmayı bil! Unutma edipler edepli olmalı, der Üstad. Zaten ilim edebi de öğretir. İlim en başta Allah’a karşı olan adabı anlatır. Nedir sizce Allah’a karşı olan edep? “Allah u Teâlânın emirlerini yerine getirmek, nehiylerinden kaçınmak, ihsan derecesine ulaşmaktır edep. Kişinin Allah’ı görüyormuş gibi ibadet etmesidir. Rabbi’ni göremiyorsa da Allah (c.c.) onu görüyor. (İlkadım dergisi)”

Evet, aslında Allah’a karşı edep diye ayırmak istemiyorum. Bütün fiillerimizi, sadece onun için yapmalıyız zaten. Ve her fiilimizde huzur-u daimîde olduğumuzu bilip ona göre davranmalıyız.

Birine karşı terbiyesizlik yaptığımızda, aslında o anda Allah’a karşı edepsizlik ediyoruz. Tam tersini düşünürsek, durum aynıdır. Birine karşı edepli davranıyorsak, o zaman da Allah için edepli olmuş oluruz. Evet, Allah için edepli olmuşuzdur. ‘O’ dedi diye edepli olmuşuzdur.

Evet, edep öyle bir şey ki, açmayacağı kapı yok. Edepsizlik de öyle bir şey ki, kapamayacağı kapı yok. Açık kapıları dahi örter. Ve vebal altına gireriz. Hz. Musa Firavuna gittiği zaman, “Rabb’i kavli leyyinle” demişti. Bize ne oluyor ki? Müslüman kardeşlerimize sert, haşin ve edep dairesi dışında davranıyoruz. Haddimiz değil, olmamalı da! Bu davranışlarımız yüzünden kaç insan dinden soğudu biliyor musunuz? Bu imajı düzeltelim. Müslüman Asr-ı Saadetteki gibi anılmak istiyorsa, onlar gibi olmayı öğrenmeli…

Hz. Mevlânâ ne güzel demiş: “Kalbim, ‘İman nedir?’ diye aklıma sordu. Aklım da, kalbimin kulağına, ‘İman, edepten ibarettir.’ diye fısıldadı. Onun için edepsiz kimseler, yalnız kendisine kötülük etmiş olmaz. O belki edepsizliği yüzünden bütün dünyayı ateşe vermiş olur.” Hz. Muhammed’i fahr-i kâinat yapan, Kur’ân ahlâkıydı. Kur’ân’dan aldığı edepti. Ne diyor Peygamberimiz (a.s.m.): “Beni Rabb’im edeplendirdi de ne güzel edeplendirdi!”

Haydi! Kur’ân ahlâkına doğru koşalım…

Hatice DURAK

09.08.2006


Ölüm ve biz

Gecenin karanlığında sessiz bir yolda yürüyoruz. Arkadaşım sol tarafımızdaki mezarlığı işaret ederek, “Yalnız başlarına ne yapıyorlar?” diye bir soru soruyor hem bana, hem kendine. O anda düşünce âlemlerine dalıp gidiyoruz...

Soğuk bir hava, sessiz ve karanlık bir mezarlık, toprak altında yalnız bırakılmış insanlar... Topraktan gelip toprağa gitmenin fotoğrafı bu olsa gerek. Çürüyüp toprak olmuş birçok beden var orada. Belki de kimi yakın bir zamanda ölmüş ve cesedi yeni yüz tutmuş çürümeye... Sevdiğimiz hiçbir insanı canlıyken, sessiz ve karanlık bir ortamda, soğuk bir havada yalnız başına bırakamayacağımız gerçeği ile soğuk mezarlarda yalnız başına bırakılan insanları düşününce, derin bir ıztırap duyuyor insan...

Evlâdının her feryadında, her ihtiyacında yardımına koşan bir anneyi, evlâdı soğuk toprağa bırakıp gitmedi mi? Çocukları için gece-gündüz demeden çırpınan, türlü cefalar çeken babayı çocukları çürümeye bırakmadı mı, ya da içi kan ağlayarak, gözleri ıslanarak evlâtlarını toprağa vermedi mi analar- babalar? Muhabbet ve şefkatin en çok tezahür ettiği sıcak aile kurumunda bile, böyle bir ızdıraba katlanmak durumunda kaldı insanlar...

Iztırap, ancak baki âlemi anlamak ve ebedî hayatını bir gül bahçesi yapmaya çalışmakla son bulabilir. Iztırabı tatlı bir teselliye çeviren ebed idraki kalbe huzur verir ve ümitsizliğe düşmeden baki âlemde buluşma hevesini arttırır. Cüneyd-î Bağdadî Hazretleri “Son başlangıçtır” diyerek sonlu olan bir dünyadan yeni bir başlangıca doğru yürüdüğümüzü veciz bir şekilde ifade etmiştir. Sonumuzun yeni bir başlangıca kucak açtığının farkında olmak bu dünyayı ahiretin tarlası olarak kullanmamıza vesile olacaktır. Bu dünyada ektiğimizi orada biçeceğiz ve burada ne yaptıysak mahşer günü önümüze o serilecektir.

Hayatla ölüm arasında ince bir çizgi var. Tıpkı yanından geçtiğimiz mezarlıkların duvarları gibi... Duvarın bir yanında hayat, diğer yanında ise ölüm konuşuyor. Mezarlıkların şehirlerin içinde, insanlara yakın yerlere kurulmasının amacı, belki de hayatla ölüm arasındaki ince çizgiyi her an hatırlatmaktır. Ancak günümüzde mezarlıkların yanında hayat o kadar hızlı akıyor ki, mezarlıkların yanından o kadar hızlı geçiyoruz ki, yüzümüzü çevirip mezarlara bakmıyoruz bile... Şehirler o derece betonlaştı ki, toprak görmeye hasret gözlerimiz. Belki biraz da bu vesileyle topraktan geldiğimizi unutuyor, topraktan bir parça olduğumuzu göz ardı ediyor ve toprağa gideceğimizi aklımıza getirmiyoruz.

Ölümün her an akılda tutulması, hayatımıza düzen verir aslında. Yapmamız gereken bir işin, dar bir zamanda yetiştirilmesi gerektiği durumlar gibi ölüme yaklaşırken, dar bir zamanımız olduğunun farkına varıp, zamanı en iyi şekilde kullanmak için ölümü her an akılda tutmalıyız. Önemli olan, kısa olan dünya hayatındaki her günü son gün olacakmış gibi görmek ve fiillerimizi bu düşünce üzerine bina etmektir. Ancak bu şekilde kendi nefsimize ve tüm insanlara doğru bir şekilde yaklaşır ve hayatın gayesini kavramak için ciddî bir çaba içerisinde olabiliriz.

Günümüzde dünya hâlleriyle gereğinden fazla meşgul olmak, yaşamanın asıl gâyesinin üzerini kalın ve siyah bir perdeyle örtmeye sebep oluyor. Birçoğumuz gaflet eseri olarak, bu perdeyi gözümüzün önüne çekmiş durumdayız. Bakî âlemin ışıltılarını görmek için perdeyi birazcık aralamak yeterli aslında. Perde, çok az da olsa, aralanırsa mutlaka perdeyi tamamıyla açma arzumuz artacaktır. Çünkü bakî âlemin ışıltıları devamlılık arz ediyor ve izleyen gözler bu ışıltıyı fark edecek olursa gözlerini ışıltıdan alamayacaklardır. Güzelliği ve ışıltıyı hakkıyla görebilmek için meyletmek yeterli. Sadece meyletmek... Yaradan’ı tanımak, hayatın anlamını kavramak ve ebedî âlemleri seyretmeye meyletmek... Ne tarafa meyledersek ebedî âlemde o tarafta olacağımız, Peygamber Efendimizin haber verdiği ilahî uyarılarla apaçık ortada. Bu dünyada da ebedî âlemde de huzur içinde olmak adına kendimizi her an ikaz etmeli, ölüm uykusuna geçmeden evvel gaflet uykusundan uyanmalıyız.

Süleyman BEYDİLLİ

09.08.2006


Ah! Bu ben...

Yatsı namazını edâ etmiş, tesbihâtımı yapıyordum, “Elhamdülillâh” zikrini çekerken bile bir şeyleri isteyerek şükrettiğimi düşündüm, o anda bana benden bir kapı açıldı ve girdim içeri. Oysa içeride, kendime söylediğim yalanlarım, sözlerim ve içimden geçen her şey vardı. Yüzüm kızardı onları görünce ve aklıma geldi, her tövbeden sonra onlarla yeniden başladığım.

Sonra kendimi “ben”in önünde buldum. Bir suçlu gibiydim. Şimdi, “Namazlarında neleri düşündün?” diye sordu. Cevabım bir kul cevabı gibi olmadı. Üzülerek, utanarak, “Namazdan sonra yapacağım işleri, yüzlerini yıllardır hatırlamadığım arkadaşlarımı, kaybettiğim küçücük bir toplu iğneyi düşündüm” dedim.

Benden hiç ses çıkmıyordu, diğer soruya geçti: “Oruçluyken, nefsini terbiye ettin mi?” diye sordu. Başım öne eğikti. “Oruçluyken akşama hangi yemeği yesem, iftara kaç dakika var gibi soruları düşündüm” dedim.

Oradan söz verdiğim bir sözüm, benden şikâyetçi olduğunu söyledi. “Bana namazları kılarken farzını ‘kul gibi’ sünnetleri de ‘ümmet gibi’ kılacağım sözünü verdi” diye haykırdı. Yüzüm yerde, söyleyecek bir şey yok, haklıydı. Ben, bana tekrar döndü ve sormaya devam etti. “Elinde tesbih var iken, neyi düşündün?” cevabım diğerlerine benziyordu, fânî olan her şeyi düşünmüştüm.

“Peki sabah namazına kalkmak için bir sözün vardı, hatırlıyor musun?” Başımı sallayıp “Evet” diyebildim. Teknolojinin nimetlerinden olan telefonuma sabah vakti uyanmam için emir vermiştim, o görevini yaptı; ama ben yapamadım. “On dakika daha uyuyayım” dedim, uyandığımda bülbüller sitemini dile getiriyordu.

Başımı kaldırdığımda, yine bir sözüm karşımda dikilmişti. “Her akşam Kur’ân okuyacağım” sözüydü. Ve yine aynı sahne, yüzüm yerde, başımı kaldırmaya cesaretim yoktu…

Ben, bana dönerek “Sen bensin, atsan atılmaz satsan satılmazsın, hep kaçtığın, sonra tekrar sığındığın Râbb’ine dön, O seni benden daha iyi affeder” diyerek, başını öne eğdi ve kayboldu.

Sevdenur İNCİ

09.08.2006

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 
 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004