Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 10 Ekim 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ

Gece de onlar için bir delildir. Gündüzü ondan soyup aldığımızda karanlıkta kalıverirler.

Yâsin Sûresi: 37

10.10.2006


HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ

Oruçlu iken yalan sözü ve yalan söze göre hareket etmeyi terketmeyen kimsenin yemesini ve içmesini terketmesine Allah'ın ihtiyacı yoktur.

Câmi'ü's-Sağîr, c: 3, 3751

10.10.2006


Lezzeti şükür için istemeli

Üçüncü Nükte

Sabık İkinci Nüktede, “Kuvve-i zâika kapıcıdır” dedik. Evet, ehl-i gaflet ve ruhen terakkî etmeyen ve şükür mesleğinde ileri gitmeyen insanlar için bir kapıcı hükmündedir. Onun telezzüzü hatırı için isrâfâta ve bir dereceden on derece fiyata çıkmamak gerektir.

Fakat, hakikî ehl-i şükrün ve ehl-i hakikatin ve ehl-i kalbin kuvve-i zâikası, Altıncı Sözdeki muvâzenede beyan edildiği gibi, kuvve-i zâikası rahmet-i İlâhiyenin matbahlarına bir nâzır ve bir müfettiş hükmündedir. Ve o kuvve-i zâikada taamlar adedince mizancıklarla nimet-i İlâhiyenin envâını tartmak ve tanımak, bir şükr-ü mânevî suretinde cesede, mideye haber vermektir. İşte, bu surette kuvve-i zâika yalnız maddî cesede bakmıyor. Belki kalbe, ruha, akla dahi baktığı cihetle, midenin fevkinde hükmü var, makamı var. İsraf etmemek şartıyla ve sırf vazife-i şükrâniyeyi yerine getirmek ve envâ-ı niam-ı İlâhiyeyi hissedip tanımak kaydıyla ve meşru olmak ve zillet ve dilenciliğe vesile olmamak şartıyla, lezzetini takip edebilir. Ve o kuvve-i zâikayı taşıyan lisanı şükürde istimal etmek için leziz taamları tercih edebilir. Bu hakikate işaret eden bir hadise ve bir keramet-i Gavsiye:

Bir zaman, Hazret-i Gavs-ı Âzam (k.s.) Şeyh Geylânî’nin terbiyesinde, nazdar ve ihtiyare bir hanımın birtek evlâdı bulunuyormuş. O muhterem ihtiyare, gitmiş oğlunun hücresine, bakıyor ki, oğlu bir parça kuru ve siyah ekmek yiyor. O riyâzattan zaafiyetiyle, validesinin şefkatini celb etmiş. Ona acımış. Sonra Hazret-i Gavs’ın yanına şekvâ için gitmiş. Bakmış ki, Hazret-i Gavs, kızartılmış bir tavuk yiyor. Nazdarlığından demiş:

“Yâ Üstad! Benim oğlum açlıktan ölüyor; sen tavuk yersin!”

Hazret-i Gavs tavuğa demiş: “Kum biiznillâh!” O pişmiş tavuğun kemikleri toplanıp tavuk olarak yemek kabından dışarı atıldığını, mutemet ve mevsuk çok zatlardan, Hazret-i Gavs gibi kerâmât-ı harikaya mazhariyeti dünyaca meşhur bir zâtın bir kerâmeti olarak, mânevî tevatürle nakledilmiş. Hazret-i Gavs demiş: “Ne vakit senin oğlun da bu dereceye gelirse, o zaman o da tavuk yesin.”

İşte, Hazret-i Gavs’ın bu emrinin mânâsı şudur ki: Ne vakit senin oğlun da ruhu cesedine, kalbi nefsine, aklı midesine hâkim olsa ve lezzeti şükür için istese, o vakit leziz şeyleri yiyebilir.

Lem’alar, s. 202

Lügatçe:

kuvve-i zâika: Tat alma duyusu.

matbah: Mutfak.

riyâzat: Nefsi kırma, fani şeylerden nefsini çekerek kanaat içinde yaşamak.

mutemet: İtimat edilir, güvenilir.

mevsuk: Sağlam.

Bediüzzaman Said NURSİ

10.10.2006


Güzel ahlâkta zekâtın rolü (3)

Ahlâkın ekonomik ve sosyal boyutu

Ahlâkın ekonomik ve sosyal dinamiklerinin var olduğu tesbitinde bulunan Bediüzzaman, toplumsal düzeni altüst eden ihtilâllerin, bozgunculuğun ve kötü ahlâkın kaynağının iki kelime (cümle) olduğunu ifade ederek şöyle der: “Birisi, ‘Ben tok olayım da başkası açlıktan ölürse ölsün, bana ne!’ İkincisi, ‘Sen zahmetler içinde boğul ki, ben nimetler ve lezzetler içinde rahat edeyim.’ İnsanlık âlemini zelzelelere maruz bırakmakla yıkılmaya yaklaştıran birinci kelimeyi sildiren ancak zekât olmuştur. İnsanlığı umumi felâketlere ve Bolşevikliğe sürükleyen, ilerlemeyi durduran ve asayişi mahveden ikinci kelimeyi kökünden kesip atan da ribânın (faizin) yasaklanmasıdır.”14

Bediüzzaman’a göre, sosyal bünyedeki nizamı muhafaza etmenin en büyük şartı, toplumsal sınıflar arasında boşluğun kalmamasıdır. Başka bir deyimle, zenginlerle fakirler arasındaki bağın kopuk olmaması gerekir. Kuşkusuz zenginle fakir arasında birleşmeyi sağlayan en önemli unsurlar, zekât ve yardımlardır. Zekâtın ödenmediği ve ribanın yaygın olduğu toplumlarda bu iki sınıf arasında sılayı temin etmek imkânsız hale geldiğinden, sınıflar arasında gerginlik baş gösterir. Durum böyle olunca ekonomik yönden alt sınıf oluşturan fakirlerden zenginlere saygı ve hürmet yerine ihtilâl sesleri, haset bağırışları, kin ve nefret kokan sloganlar yükselir. Aynı şekilde ekonomik yönden üst sınıf sayılan zenginlerden fakirlere merhamet, iyilik ve iltifat yerine, zulüm ateşleri, tahakküm ve şimşek gibi hakaretler yağmaya başlar. Bunun sonucunda, üst sınıflara mensup insanlardaki meziyetler tevazu ve merhamete yol açması gerekirken, onları tekebbür ve gurura sevk ediyor. Fakirlerdeki acizlik de onları esaret ve sefalete sürüklüyor.15

Zenginleriyle fakirleri arasında bu derece açık mesafe bulunan bir toplumda güzel ahlâk numunelerini bulmak kolay olmayacaktır. Bu yüzdendir ki, Hz. Peygamber (asm) “Zekât İslamın köprüsüdür”16 buyurarak, bir ekonomik değer olan zekâtın ahlâk üzerindeki etkisine işaret etmiştir. Bu hadise göre, toplum katmanları arasında yardımlaşmayı esas alan zekât ibadeti, emniyet ve asayişi muhafazaya sebep olduğu gibi, toplumun ilerlemesine engel olan isyan, karışıklık ve ihtilâllerin ateşini de söndürmekte ve yoksulluktan ötürü toplum dışına itilmiş olan insanları topluma kazandırmaktadır. Bediüzzaman, “Âyet-i Kur’âniyye âlem kapısında durup ‘Kavga kapısını kapamak için ribanın kapısını kapayınız’ der” diyerek Kur’ân’ın ribayı bir kavga kapısı olarak gördüğünü ifade eder. O halde denilebilir ki, zekâtın vacip kılınması ve ribanın yasaklanmış olması güzel ahlâkın temel dinamiklerinin korunması anlamına gelmektedir.

Ahlâkın işlevsel merkezleri

Bediüzzaman’ın anlattığına göre ruhun yaşayabilmesi için insan bedeninde üç adet duygu yüklü merkez yaratılmıştır. Birincisi, “menfaatleri celb ve cezbetmek için kuvve-i şeheviyye-i behimiyye”dir. Bu duygu bütün hayvanlarda müşterek olarak bulunur. İkincisi, “menfaat ve zararı, iyi ve kötüyü birbirinden ayırmak için kuvve-i akliyye-i melekiyye”dir. Meleklere has bir özellik olan akıl nimeti insanlara ve cinlere de verilmiştir. Üçüncüsü, “zararlı şeyleri defetmek için kuvve-i sebu’iyye-i gadabiye”dir.17 Bu özellik, insanlarda bulunmakla beraber daha kâmil mânâda yırtıcı hayvanlarda bulunan bir özelliktir.

Bediüzzaman, ahlâkın etkili kaynağı olarak gösterdiği bu melekelerden “kuvve-i şeheviyye” ve “kuvve-i gadabiyye”yi özetle şöyle tanımlamaktadır:

—Devam edecek—

Dipnotlar:

14. İşaratü’l-İcaz, s. 49.

15. A.g.e., a.y.

16. Et-tarğib ve’t-tarhib, I, 517.

17. İşaratü’l-İcaz, s. 29.

Prof. Dr. Musa Kâzım YILMAZ

10.10.2006


Adem-i kabul, kabul-ü adem

Kabul etmemek başkadır, inkâr etmek başkadır. Adem-i kabul bir lâkaydlıktır, bir göz kapamaktır ve câhilâne bir hükümsüzlüktür. Bu sûrette, çok muhâl şeyler onun içinde gizlenebilir; onun aklı onlarla uğraşmaz. Ammâ inkâr ise, o adem-i kabul değil, belki o, kabul-ü ademdir, bir hükümdür. Onun aklı hareket etmeye mecburdur.

Sözler, s. 172

***

Adem-i kabul, kabul-ü ademle iltibas olunur. Adem-i kabul: Adem-i delil-i sübut, onun delilidir. Kabul-ü adem, delil-i adem ister. Biri şek, biri inkârdır.

Mektubat, s. 459

***

Küfür ve dalâlet iki kısımdır. Bir kısmı, amelî ve fer’î olmakla beraber, iman hükümlerini nefyetmek ve inkâr etmektir ki, bu tarz dalâlet kolaydır. Hakkı kabul etmemektir; bir terktir, bir ademdir, bir adem-i kabuldür. İşte bu kısımdır ki, risâlelerde kolay gösterilmiş.

İkinci kısım ise, amelî ve fer’î olmayıp, belki itikadî ve fikrî bir hükümdür. Yalnız imanın nefyini değil, belki imanın zıddına gidip bir yol açmaktır. Bu ise bâtılı kabuldür, hakkın aksini ispattır. Bu kısım, imanın yalnız nefyi ve nakîzi değil, imanın zıddıdır. Adem-i kabul değil ki kolay olsun. Belki kabul-ü ademdir. Ve o ademi ispat etmekle kabul edilebilir. “El-ademü lâ yüsbet” (Yokluk ispat edilemez) kaidesiyle, ademin ispatı elbette kolay değildir.

Lem’alar, s. 82

***

Elhasıl, itikad-ı küfriye, iki kısımdır:

Birisi: Hakaik-i İslâmiyeye bakmıyor. Kendine mahsus yanlış bir tasdik ve bâtıl bir itikat ve hatâ bir kabuldür ve zâlim bir hükümdür. Bu kısım bahsimizden hariçtir. O bize karışmaz, biz de ona karışmayız.

İkincisi: Hakaik-i imaniyeye karşı çıkar, muaraza eder. Bu dahi iki kısımdır:

Birisi: Adem-i kabuldür. Yalnız, ispatı tasdik etmemektir. Bu ise bir cehildir; bir hükümsüzlüktür ve kolaydır. Bu da bahsimizden hariçtir.

İkincisi: Kabul-ü ademdir. Kalben, ademini tasdik etmektir. Bu kısım ise bir hükümdür, bir itikaddır, bir iltizamdır. Hem iltizamı için nefyini ispat etmeye mecburdur.

Şuâlar, s. 95

10.10.2006


“Teşekkür ederim kardeşim”

Mustafa Karapınar:

“İlk defa 1947 yılında Emirdağ’da Hayri Gence vasıtasıyla Üstad Bediüzzaman ile tanışmak şerefine nâil oldum. Daha evvel de kendisinin fevkalâde bir âlim olduğunu duymuştum.

“Çok mütevazi olmakla beraber, gayet ciddî idi. Giyim kuşamı tam mânâsıyla İslâm kisvesi idi. Bana, ‘Kur’ân okumasını biliyor musun?’ diye sordu. ‘Hayır, bilmiyorum’ dedim.

“‘Kur’ân’ı öğren kardeşim’ dedi.

“Yine 1947 senesi Ramazan ayında, Kadir Gecesinde geceyi ihyâ etmek için Osman Çalışkan beni çağırmıştı. Üstad rahatsız olduğundan bana iki yüz defa Üstad adına Kelime-i Tevhid çekmemi istediler. Ben de Üstad adına çektim.

“Gece rüyada kapımızın zili çalındı. Kapıyı açtığımda Üstad karşımda idi: ‘Teşekkür ederim kardeşim’ dedi.”

(Son Şahitler, 3. Cild, s. 149

10.10.2006


Münâcâtü'l-Kur'ân

Yâsin

1. Ey yerin yetiştirdiklerinden, kendilerinden ve daha nice bilmediklerinden çift çift yaratan! (36)

2. Ey Ay için sonunda kuru hurma dalı gibi oluncaya kadar menziller tâyin eden! (39)

3. Ey çürümüş kemikleri diriltecek olan! (78)

10.10.2006


Geçici gençliği sonsuzlaştırmak

Risâle-i Nur’un yüksek değerini anlamakta veya onu işitip tanımakta biraz gecikmiş olan gençler içleri sızlaya sızlaya şöyle demektedirler:

“Şu geç uyanan kıymettar gençliğimi fâni, geçici şeylerle zayi etmeyeceğim. Ancak ve ancak Kur’ân’a ve imâna hizmet uğrunda, sevgili Allah’ım ve sevgili Peygamberimin (asm) emirlerine itaat yolundaki hizmetlere vakfedeceğim. Ancak böylelikle, bu muvakkat gençliğimde bâkî bir gençliği elde etmiş olacağım.”

10.10.2006


Cenâb-ı Hakkın vazifesine karışmamalı

Tarîk-i hakta çalışan ve mücahede edenler, yalnız kendi vazifelerini düşünmek lâzım gelirken, Cenâb-ı Hakka ait vazifeyi düşünüp, harekâtını ona bina ederek hataya düşerler. Edebü’d-Din ve’d-Dünya risâlesinde vardır ki:

Bir zaman şeytan, Hazret-i İsâ Aleyhisselâma itiraz edip demiş ki: “Madem ecel ve her şey kader-i İlâhî iledir; sen kendini bu yüksek yerden at, bak nasıl öleceksin.”

Hazret-i İsâ Aleyhisselâm demiş ki:

“Cenâb-ı Hak abdini tecrübe eder ve der ki: ‘Sen böyle yapsan sana böyle yaparım. Göreyim seni, yapabilir misin?’ diye tecrübe eder. Fakat abdin hakkı yok ve haddi değil ki, Cenâb-ı Hakkı tecrübe etsin ve desin: ‘Ben böyle işlesem Sen böyle işler misin?’ diye tecrübevâri bir surette Cenâb-ı Hakkın rububiyetine karşı imtihan tarzı, sû-i edeptir, ubudiyete münâfidir.”

Madem hakikat budur; insan kendi vazifesini yapıp Cenâb-ı Hakkın vazifesine karışmamalı.

Lem'alar, s. 182

10.10.2006


Takvim

Cennet ucuz değil,

Cehennem, lüzumsuz değil.

On yedi gündür yapılan,

Boşa gidecek değil.

Ferhat ÖĞMEN

10.10.2006


SORULARLA ORUÇ

* Ramazan ayında bilerek tutulmayan oruçlar kazaya mı girer, yoksa kefâret mi gerektirir?

Ramazan ayında özürsüz olarak oruç yemek haramdır. Bu günahtan arınmak için tutmadığımız oruçları gününe gün kaza ederiz ve ayrıca farz bir emri zamanında eda etmediğimiz için tövbe ederiz. Başka bir ifadeyle, Ramazan ayında bilerek tutulmayan oruçların kefareti gününe gün kazadan sonra tövbedir.

Aralıksız altmış günlük kefaret orucunu ise, özürsüz yere ve bilerek bozduğumuz Ramazan orucu için tutarız. Hüküm böyledir. Bize hükme boyun eğmek ve teslim olmak düşer.

* Kaza orucumuzu Şevval ayında tutarsak Şevval orucunu da tutmuş olur muyuz?

Kaza orucunun, Şevval, Recep veya Şaban aylarından birinde veya Muharrem ayının ilk on gününde tutulması halinde, bu aylarda oruç tutma sünneti de ihya edilmiş olur. Böylece bu aylarda oruç tutma sevabına da erişilmiş olur.

Süleyman KÖSMENE

10.10.2006


‘Torunlarım ne sever?’

Ramazanın ilk hafta sonunda, ailenin büyüğü olan kayınvalidemlere hem Ramazanını tebrik etmek, hem de iftar etmek için gideceğimizi telefonla bildirdik.

Büyük bir memnuniyetle ‘buyur’ dediklerinden bir-iki saat sonra cepten aradılar.

‘Yenge annem soruyor, torunlar iftarda ne yemek isterler?’

‘Ya bizim için bunun bir önemi yok, ne olsa yeriz’ desem de illâ ki bir cevap alacaklardı.

Birkaç alternatif sıraladılar.

Çocukların tercihini bildirip, bir-iki saat sonra onlarda olacağımızı söyleyip telefonu kapadım.

Gitmişken Doğubeyazıt’ın meşhur pasajlarına uğramadan olmaz. Önce alış veriş yapmayı tercih ettik. Hem zaten iftara da epey vakit vardı. Pasajın çekiciliğine kapılıp gitmişiz. Herkesin ilgisini çeken bir şeyler olunca zaman nasıl da akıp gitti anlamadık.

Eve vardığımızda hacı anne gereken tüm hazırlıkları yapmış, envai çeşit malzemeyi alıp bizi bekliyordu.

Bahçeye kurulan mangal ateşi serin havada bir hoş geldi, bir hoş geldi ki baktım kimse masayı hazırlamak istemiyor. Herkes mangalın başında. Kimi biberleri, kimi domatesleri şişe geçiriyor, kimi ‘Bu kömür yetmez’ endişesiyle karnının açlığını açığa çıkarıyordu.

‘Bu kadar çeşide ne gerek vardı?’ diye soracak oldum.

‘Torunlar en çok neyi sever bilemedim, ben de hepsinden hazırladım’ cevabı beni de geçmişe götürüverdi.

Çocukluğumun uzun ve soğuk kış gecelerinin Ramazanlarını hatırladım.

Annem yemeğin en güzel tarafını önce babaannemin, sonra babamın tabağına koyardı.

Çünkü biz nasılsa orucu öğlene kadar tutuyorduk.

Ama babaannem belki de annemin bundan hoşlanmayacağını düşündüğünden tabağındakilerden bize gizlice yedirir, bundan da büyük haz duyardı.

Büyüklerdeki bu sevginin sırrını henüz anlayamadım. Bir gün babaanne ya da anneanne olursam o zaman anlarım diye düşünüyorum.

Aile büyüklerinden uzak yaşayan çocuklara bu anlamda acıyorum.

Sevgi ve kayırmanın en masumu bu olsa gerek.

Anneler babalar mümkün olduğunca çocuklarını nine ve dedeleriyle bir araya getirmeliler. Çünkü çocuklarımızın onlardan alacağı pek çok şey var.

Oğlumun yeri geldiğinde söylediği bir şey vardır ki bunu daha önce de yazmışımdır.

“Anne dedemin, ben küçükken ‘Camiye gitmesini bilmiyorum, beni sen götür, yolları şaşırırım belki’ gerekçesiyle namaza götürmesine canım sıkılıyordu. ‘Bu dedem de evin hemen arkasındaki camiyi, nasıl olur da bulamıyor?’ diye şaşıyordum. Ama şimdi anlıyorum ki dedem bunu mahsus yapıyormuş ki, ben camiye ve namaza alışayım. Keşke şimdi hayatta olsaydı da, onunla dede-torun camiye gidebilseydik” deyişindeki özlemi o kadar iyi anlıyorum ki…

Benim yaşımda olup da dedesi ya da büyükannesi hâlâ hayatta olan arkadaşlarıma imreniyorum.

Siz siz olun, elinizde fırsatınız varken, dedeler ve nineler torunlarını severken, onları arayıp sorarken, onların sevinçlerine ve sıkıntılarına ortak olurken bu nimetten istifade edin.

Büyükler sevgi ve şefkatlerini torunlarından esirgemedikleri sürece bundan yararlanmak inanın çocuklarımıza inanılmaz artılar kazandıracaktır.

Büyükler torunlarının neden hoşlanıp, neden hoşlanmadıklarını, neyi sevip sevmediklerini bildikleri halde, ‘Torunlarım en çok neyi sever?’ diye sorduklarında bile bilin ki bir kayırma ve iltimas var.

Hülya YAKUT

10.10.2006


Takvim

Ramazanın on yedisi

Gafiller hep oruç yedi

İnanmayanlar kalacak

Hep cenennemde ebedî

Celâl YALÇIN

10.10.2006


Bilek birlikteliği

Üç kardeş ve enişteleri küçük bir işyerini paylaşıyorlardı… Gençtiler, enerji doluydular… İkisi bir futbol takımında oynuyordu… Umut işte, bakarsın bir gün büyük bir futbolcu olurlardı… Şöhret ve para… Bu zamanın geçerli akçesi değil miydi!?

Bir zaman sonra birbirlerinin izini kaybetti üçkardeş… Kader yollarını yine bir yerde birleştirdi… Matbaa işi için onları tavsiye etmişti arkadaşı… Birbirlerini görünce şaşırdılar… Epey müddet çalıştılar…

Hep konuşurlardı nasıl olacak bu işler diye… Büyümek arzuları vardı… Potansiyelleri de buna müsaitti aslında… Birdiler, beraberdiler, uyumla çalışıyorlardı, insanî münasebetleri iyiydi… Dar gelen yerde daha fazla duramadılar, biraz daha geniş bir yere taşındılar…

Gün geçtikçe çevreleri genişliyor, işleri büyüyordu… Yeni büyük makineler aldılar, yan işyerini de kiraladılar…

Sevecen davranış, işi zamanında iyi bir şekilde teslim etmek, ödemede esneklik… Bunlar müşteriyi bağlayan unsurlardı… Onlar da bunu üçü birden yapıyordu… Gerisi için başka ne yapılabilinirdi? Kısmetine küsmemek… Kaderini kabullenmek…

Kardeşler arasında ahenk… İş bölümü… Görevini iyi yapmak… Sadece onlar için değil herkes için geçerli başarı prensipleri… Sevgi ve kardeşliğin azaldığı yerde dengeler gerisin geriye gitmeye başlar ve bir müddet sonra başarı binası çökmeye yüz tutar.

Manevî temeller sağlamsa krizler sizi küçültmez hatta daha da büyütür… Değilse de küçük bir rüzgâr yıkılış derelerine savurur. Deryalar birlik ve beraberlik içinde olanların yurdu…

Gönül gönüle kenetlenirseniz dik durursunuz… İşiniz de ak olur, alnınızda… Öncelikli iş, iç dengelerin oturtulması… Sevmek ve sarılmak… Yürek bileklerle güç buluşturması yapmak… Kim yıkar sizi? Yine siz…

Aklıyla kalbi arasında sevgi köprüleri kuramayan kendi birlikteliğini sağlayamamıştır, başkalarıyla nasıl kardeş olacaktır? Atom teşekkül etmemişse moleküller olmayacak, organlar ve vücut da olmayacaktır.

Gökten üç elma düşmesini beklemek ham hayal… Üç kardeş toprağa tohum atsa, çaba ile birlikte baksa bir müddet sonra elma bahçesine sahip olurlar.

Birliğin bileğinde buluşanlar başarı elini tutanlardır. Maddî başarı, manevî başarı… İkisi için de geçerli yürekli bilek birlikteliği… Madde ve mânâ kardeş zaten.

Hüseyin EREN

10.10.2006


Giyimde ölçü

Bir insan için yemek ve içmek ne kadar zarurî ise, giyinmek ve toplum içinde hoş bir görüntüye sahip olmak da o derece önemlidir. İnsan vücudu, ancak giyinmek sûretiyle soğuk ve sıcaktan korunur, onunla ayıplardan kurtulur ve onunla güzelliğini kemâle erdirir.

Cenâb-ı Hakk’ın insana verdiği sayısız nimetlerden birisi de elbisedir. Yaratıkların en şereflisi olan insana bu şerefine uygun bir giyinme ve örtünme nimeti vermiştir. Elbiseden maksat, her şeyden önce örtünmedir. Cenâb-ı Hakk örtünün gerçek gayesini şöyle bildirir:

“Ey insanoğulları, size ayıp yerlerinizi örtecek ve süslenmenizi sağlayacak elbiseler gönderdim. Takva elbisesi bunlardan daha hayırlıdır. Bu Allah’ın âyetlerinden biridir. Ola ki düşünüp ders alırlar.”1

Temiz ve düzenli giyinme konusuna Peygamber Efendimiz (asm), zannettiğimizden daha fazla önem vermiştir: “Ey ashabım! Sizler, mü’min kardeşlerinizin yanına varacaksınız; binaenaleyh binek hayvanlarınıza dikkat ediniz, kıyâfet ve elbiselerinizi düzeltiniz ki insanlar arasında parmakla gösterilecek gibi olunuz. Çünkü Allah, çirkinliği ve çirkin söz söylemeye özenen kimseleri sevmez”2 buyurmuştur.

Peygamber Efendimiz (asm), giyindiği halde çıplak olan, giydikleri dar, şeffaf ve tesettür emrini yerine getirmeyen elbiselerle vücutlarını gösteren kadınlara ikazda bulunarak bu davranışlarının kendilerini cezâya müstahak kılacağını belirtmiştir.

Bilindiği gibi, dinimizde, yabancılara karşı erkeklerin diz kapağı ile göbek arasındaki kısım, kadınlarda ise el, yüz ve ayakların dışında kalan bütün vücudunun örtülmesi farz kılınmıştır.

Elbisenin ikinci fonksiyonu, insanı süslemesidir. Gurur ve kibre sebebiyet vermemek şartıyla, güzel ve süslü elbiseler giymekte bir mahzur yoktur. Kişinin imkânı olduğu halde temiz ve düzgün elbise giymeyenleri Allah Resûlü (asm) uyarıp, Cenâb-ı Hakk’ın verdiği nimetleri kulunun üzerinde görmek istediğini belirtir.

Şu halde, Cenâb-ı Hakk’ın kendisine imkân verdiği kimseler, bu nimetlerin şükrünü üzerlerinde göstermelidirler.

Peygamberimiz (asm), bilhassa bir yere temsilci olarak gidecek olanların elbiselerinin güzel ve düzgün olmasına çok önem verirlerdi. Müslümanları temsil etme mevkiinde olanların güzel ve temiz elbise giymelerinde mahzur bir yana, Sünnet-i Seniyyeyi ihyâ etme söz konusudur.

Resûlullah’ın elbiseler içinde en fazla hoşuna gideni yeşil elbiseydi. En fazla giydiği elbise de beyaz elbisedir. Bir hadisinde şöyle buyururlar: “Beyaz elbise giyiniz. Zira beyaz daha temiz ve daha hoştur. Ölülerinizi de onunla kefenleyiniz.”3

Allah Resûlü (asm) başını tararken, ayakkabısını ve elbisesini giyerken sağdan başlamaya titizlik gösterir. “Sizden biriniz ayakkabısını giyeceği zaman, sağ ayağı ile başlasın, çıkaracağı zaman da sol ayağı ile çıkarmaya başlasın…”4 buyurmuşlardır.

Dipnotlar:

1- A’raf Sûresi (7) 26.

2- Ebu Davut, Libas, 25.

3- İbn-i Mace, Hakim.

4- Tecrid, 12: 106.

Necmi ÜNLÜ

10.10.2006


Aile

“İnsanın, hususan Müslümanın tahassungâhı ve bir nevî cenneti ve küçük bir dünyası aile hayatıdır.”

(Bediüzzaman)

Toplumu teşkil eden sağlam temel taş ailedir. Aile kutsal bir yapıdır. Bu yapı sağlam olursa, toplum da sağlam olur.

Ailevî değerler çok önemlidir. Karşılıklı görev, anlayış ve sorumluluklarını bilen bir ailede huzur vardır. Orası cennetten bir köşedir.

Ailede kadının yeri çok çok önemlidir. Evet kadınların dünyevî saadetlerinin bozulmadan devam etmesi ancak İslâm terbiyesi ile mümkündür. Şimdiki medeniyet terbiyesi altındaki hayvancasına, geçici bir arkadaşlıktan sonra ebedî bir ayrılığa maruz kalan o aile hayatı esasıyla bozuluyor.

Sağlam bir ailede fertler birbirlerini iyiliğe teşvik ederler. Kötülükten hep beraber uzak durmaya çalışırlar. Geçici dünya zevklerinin insanlara huzur vermeyeceğini bilen ve sağlam temeller üzerine kurulmuş olan aileler, hem dinî emirler istikametinde hareket ederler, hem de örf, âdet ve geleneklerine ters düşen hareketlerden uzak bir şekilde yaşarlar.

Kısaca en değerli varlığımız ve milletimizin çekirdeğini oluşturan ailemizin değerlerini her zaman korumaya ve yaşatmaya devam etmeliyiz.

Mehmet ERBAŞ

10.10.2006

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004