Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 31 Mart 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


S. Bahattin YAŞAR

Hayatın ‘anlamına’ dair



Hayat sizce ne anlam ifade ediyor?

‘Sizce, hayatın anlamı nedir?’ diye sorduğum gençler doğrusu beni şaşırttılar. ‘Anlam’ deyince herkesin kafasının içinde bu kadar farklı şeyler canlandıracağını pek düşünmemiştim.

Her yaşın ‘anlam’ anlayışının farklı olduğu hemen fark ediliyor.

12 yaşındaki çocuğun anlam anlayışı, 10 yaşındaki gibi değil. Hele hele 16 yaşındaki bir genç ile 20’li yaşlardaki bir gencin ‘anlam’a yükledikleri anlam, tahmini mümkün olamayacak şekilde farklılık arz ediyor.

İşin içine biraz daha girdiğinizde ise, aynı yaş gurubunda olmasına rağmen, yine her gencin ‘anlam’ değerlendirmesinin oldukça farklı olduğu dikkati çekiyor.

Tipik bir örnek olması açısından, 18 yaşındaki iki gencin ‘anlama’ yükledikleri anlam dikkat çekici.

18 yaşındaki, ailesi dağılmış, bir yakınının yanında kalan bir genç kardeşim, ‘Sizce hayatın anlamı nedir?’ sorusuna, birkaç kez yutkunduktan sonra, ağzından ancak bir cümle dökülebildi: ‘Bu sorunuza cevap vermesem daha iyi olacak.’ dedi.

Genç, cümle ağzından dökülürken, çoktan derin düşüncelere dalmıştı bile, ama hayatın anlamına dair henüz bir cevabının olmadığı yüz hatlarından anlaşılıyordu.

Bu güzel insan henüz çok erken yaşlarda, hayat diye ağır bir yük sırtlamıştı. Ama ona zor şartları olan imtihanı kazanmanın çok daha kazançlı olacağını anlattık. Pek çok peygamberlerin hayatlarından örnekler sunduk. Yalnız olmadığını anlayınca rahatladı.

Diğer 18 yaşındaki gencimiz ise, hayatın anlamı olarak, ‘Allah’ın varlığını’ anlatıyor. “Anne, baba, kardeş, dost hepsi O’ndan” diyor ve devam ediyor, “Ömrün, malın, mülkün, imkânın varlığı yokluğu, azlığı çokluğu hepsi O’ndan.” diyor. Bu cümleler kurulurken de, gencin teslimiyetçi tavrı cümlelerin doğruluğunun en büyük destekçisi idi.

Kim bilir, dünyadaki bütün 18 yaşlarındaki genç kız/erkeklerin, hayatın anlamına dair söyleyecekleri ne çok ve ne farklı cümleleri vardır.

Her insanda tezahürü farklı hayatın

Bu konuda, mesleği farklı, inancı farklı, yaşayışı farklı, geliri gideri farklı pek çok insana aynı soruyu sordum. Öyle renkli bir tablo çıktı ki, “işte hayat denen şey de zaten budur” dedim kendi kendime.

Kulakları duymayan bir insana onun dilinden anlayan birisi aracılığıyla sordum soruyu. Aracının kurduğu cümle şaşırttı beni; “Görüyorum ya… Nefes alıyorum ya… Yiyor içiyorum ya… Daha ne! Şükür.” dediğini bize tercüme etti.

Anladım ki, genç için farklı şeyler çağrıştıran hayat; yaşlılar için daha farklı bir görüntü taşıyor.

Borçlular için hayat, ödenecek borçtan ibaret görülürken; alacaklı için gelecek para olarak ‘anlam’ kazanıyor.

Hasta için ayrı, sağlıklı için ayrı ‘anlam’da hayat; açlar için ayrı, toklar için ayrı.

Yazanlar için ayrı, okuyanlar için ayrı; hayata yeni başlayanlar için ayrı, hayatı bitirenler için ayrı; babalar için ayrı, oğullar için ayrı; âlim için ayrı, cahil için ayrı; seven için ayrı, sevilen için ayrı; gören için ayrı, görmeyen için ayrıdır hayatın anlamı.

Hem gören, hem işiten, hem konuşan, hem yürüyen… için ayrı; hem görmeyen, hem yürümeyen, hem işitmeyen, hem konuşmayan… için apayrıdır hayatın renkleri.

İmanlı insanın hayata yüklediği anlam ile, imansız insanın hayata yüklediği anlam oldukça farklılıklar içermektedir.

Sonuçta herkese göre ayrı bir ‘anlamı’ var hayatın. Çünkü her bir insan pek çok farklılığı bulunan bileşenlerle yaşıyor hayatı.

İnsan, içinde olduğu halet-i ruhiyenin etkisiyle değerlendiriyor yaşananları.

Yaşananlardan ziyade,

yaşananlara bakış açımız belirleyici

Başına gelenlere ne gözle bakıyorsa insan, başına gelenler ona göre anlam kazanıyor. Onun için ağır musibet olarak görülen nice imtihan halleri, başına gelen insanı, aileyi, milleti olgunlaştıran bir ‘sonuç’ verebilmektedir.

O zaman, hayatı ‘anlamlı’ kılmak için, ‘anlamı’ doğru okumak gereklidir.

En önemlisi de, şu yaşıyor olduğumuz dünyada, hayat halimiz ne olursa olsun, dünya ve içindeki her şeyin ‘fani’lik yüzünü değerlendirerek, bize uygun görülen her bir halin birer imtihan vesilesi olduğunu unutmamaktır.

Verilen nimetlere karşı şükrü; karşılaştığımız musibetlere karşı ise sabrı, hayatımıza katmak durumundayız.

Kulluk hali, haddini bilme halidir.

31.03.2007

E-Posta: [email protected]




Habib FİDAN

Anlamakla anlatılır hayat



Mart’ın sonlarında kutlanan Kütüphaneler Haftası ile Tiyatrolar Haftası, bana hep birbirini tamamlayan aynanın ön ve arka yüzlerini hatırlatır. Bu yüzden, bu iki önemli unsur bende oldum olası hep farklı anlamları çağrıştırır. Meselâ başta biz, sonra kâinat ve daha sonra bunların ötesi (metafizik, hep keşfedilecek sırları bünyesinde taşır. Ve bütün bunlar, insan için hep anlamak ve anlatmak ihtiyacını doğurur. Tâ ki insan olma şerefini idrak seviyesine erişip bu seviyeyi devam ettirme şuurunu elde etmek için.

Evet, insanoğlunu ifade ettiğim unsurlar karşısında bir ayna gibi kabul edersek, bunun mutlaka bir ön ve bir de arka yüzü olmalıdır. Bu yüzler de bence anlamak ve anlatmak diye vasıflandırılabilir. Belki de insanın en bariz vasfıdır anlamak ve anlatmak dürtüsü. Çünkü insan her şeyi anlamak ister ki, “Ben kimim? Nereden geldim? Nereye gideceğim?” gibi temel sorular bunu gerektirir. Peki bunu nasıl yapacak? Karşısında anlamlandırılmayı bekleyen yığınla eşya âlemi varken, kendisine pusula görevini üstlenecek unsurlar neler olabilir? Elbette kitap. Kitaplar ki, her biri tecrübe edilmiş hayatlardan süzülmüş bilgi demetleri sunar insanlığa. Ve insanlığın yapacağı tek şey, demetlerin düğümlerini çözümleyip anlam dünyasını zenginleştirmek…

İşte ben kütüphane(cilik) meselesinden, bunu anlıyorum: Anlamayı, idrak etmeyi… Şöyle bir hayal kuralım: Bir kütüphaneye girmişsiniz. Elinize aldığınız her kitap âdeta akıl ve kalp arasında ilmek ilmek dokunan bir bilgi sunumu için hazır kıta sizi beklemekteler. Kapağı açtığınız an, sanki farklı bir dünyaya girip o dünyanın hayatını benliğinizde yaşıyorsunuz. Okuduktan sonra, hayatınız kitaptan önce ve sonra olmak üzere değişmiştir artık. Meselâ bir roman okuduysanız, roman kahramanının düştüğü yanlışlıkları gerçek dünyanızla irtibatlandırıp aynı yanlışları tekrar etmeme gibi bir lükse sahip olabiliyorsunuz. Daha ötesi, çevrenizde uçuşup duran kavram meteorlarının ne olduklarını artık anlayabiliyorsunuz belki. Bu da tabiî olarak, “gelişerek değişmek ve değişerek gelişmek” gibi bir anlayışa doğru sizi götürüyor.

Bu kısa ve bir o kadar gerekli hayali kısa keselim biraz. Ve şöyle düşünelim: Bu hayal güzel de, bunun neresindeyiz acaba? Cemil Meriç, “Kitaptan korkmayın, kitapsız olmaktan korkun” derken, ne kadar haklı! Maalesef onca uğraşıya rağmen, toplum olarak hâlâ okumaya karşı soğuk davranıyoruz. Öyle ki, çokça kitap okumak bile, “Ne işine yarayacak?” gibi anlamsız ve güdük sorularla muhatap kılabiliyor kişiyi. Kişi başına düşen kahvehane sayısı, kütüphane sayısından fazla olabiliyor. Kahvehaneler kütüphanelerden daha fazla müşteri çekebiliyor. Kullanılmaya kullanılmaya tozlanan kitaplarla birlikte; hayal, duygu ve düşünce dünyamız da hiç tereddütsüz tozlanmaya terk edilebiliyor. Sonuç: Kitleleşmiş bir toplum. Yani sürüleşmek…

Kütüphane ve kitap konusu bir yana, bir de tiyatroyu anmakta fayda var. Tiyatronun kültür hayatına etkisi elbette yadsınamaz. Ve önemi hakkında da çok şey söylendiği için, çok fazla bahsetmeye gerek görmüyorum. Ancak ben her zaman şunu düşünmüşümdür: Tiyatro sadece sahnede icra edilen bir faaliyet değildir. Şöyle dikkatle bakıldığında, aslında hayatın ta kendisi bir tiyatro. Herkes, bir şekilde edindiği yahut üstlendiği rolle bir şeyler “anlatma”ya çalışıyor. İşte size aynanın ön yüzü! Peki aynanın ön yüzü nasıl işlevsel olur? Elbette ki arka yüzünün daha kesif olmasıyla. Yani anlatmak dediğimiz yetenek, anlama derecemize göre işlevselliğini sürdürür.

Başka bir deyişle; ne kadar çok okursan, o kadar anlarsın. Ne kadar anlarsan, o kadar anlatırsın. Sonuçta herkes anladıkları ve anlattıkları kadar bir mânâ katabilir çevresine. Sahi sizin “anlamak ve anlatmak”tan oluşan hayat rolünüz hangi mânâ örgüsüyle meşgul? Bir düşünün bakalım…

31.03.2007

E-Posta: [email protected]




Nejat EREN

Hayat denen gerçek



“Hayatı ihsan edene ve vesile olan uğruna, o hayatı ifnâ etmemek kâr-ı akıl değildir” beyanı karşısında nasıl bir gayret ve himmetin içerisinde olmalıyız?

Hayatın gayesine uygun ve de örnek hareket etmiş olduğu yakın dostlarının tesbitiyle sabit olan o muazzez Üstad hakkındaki şu gerçek neyi anlatıyor?

Hayatın en önemli gayelerinden olan sevgi ve saygının kullanılma alanında yaşanmış bir örnek:

“Hayatımın her safhasından kıymetli ve o hayatı, pervâne-misâl, bir emrinin infâzına ateşte yakmaya her an hâzır olduğum kıymetli Üstadım! Evet, değil böyle hakikat uğrunda, hattâ bir kıymetli hediyeyi ihsan eden Pâdişâh-ı Zîşân için, o hediyeyi sarf etmekte tereddüt edilmez.”

Hayatı nerede ve nasıl harcamamız lâzım geldiğine misâl:

“Hemen, Rabbim yorgunluğunuza bedel bin ehl-i gazâ sevabı ihsan buyursun.”

Hayatın şeref ve haysiyetle devam etmesine karşı önemli bir düstur:

“Maişet cihetinde kanaat ve iktisat beni ihtiyaçtan kurtarıyor.”

Hayatını dâvâsına adayanlara karşı gösterilecek takdir ve vefa duygusu:

“Sen beni değil, ben seni düşünmeliyim.”

Dostluğun hakkının nasıl verileceğine karşı çok içten ve çok farklı bir örnek tavır:

“Sen benimle ne kadar konuşmayı arzu ediyorsan, belki ondan ziyade ben arzu ediyorum.”

Fedakârlığı kesinlikle karşılıksız bırakmayan bir mert davranış örneği:

“Sen mâdem fedakârsın; ben de o fedakârlığa mukabil, menfaatinizi menfaatime tercih ediyorum, gücenme.”

Hakikati teslim etmeye gösterilen farklı bir saygı, derin bir düşünce ve tefekkür duruşu:

“Seni teşvik için değil, çünkü teşvike muhtaç değilsin. Senin gibi ruhu inkişaf edip kalbi intibaha gelen zatlar okumaktan usanmaz.”

Anlayışlı olmanın farklı ve üstün bir hali:

“Senin gibi zeki ve müdakkik bir zata karşı, fazla izahat fazla oluyor.”

Teşvik etme konusunda örnek bir davranış:

“Senin gibilerin az sa’yi (çalışması) dahi çok hükmündedir.”

Çalışmayı takdir edip öven bir davranış:

“Senin gördüğün vazife-i Kur’âniyenin hepsi mübarektir.”

Yapılan her harekete bir karşılık verme ve ilgi duymanın gerekliliği konusunda bir davranış:

“Senin hararetli mektubunun gösterdiği intibah-ı ruhî şâyân-ı tebriktir.”

Başkasına olan saygı ve muhabbetin sıcak, etkili ve bir o kadar da samîmî ifade şekli:

“Senin menfaatin için, menfaatimi terk ediyorum.”

Dostlara karşı ilgi ve alâkanın bir şahika noktası:

“...mübarek hanenizdeki mâsumlara duâ ediyorum.”

“Senin Risaletü’n-Nur hakkında mektupların, çok talebe yerinde, senin bedeline hizmet-i Nuriyede çalışıyorlar.”

Mütevazılığın ve mesaî arkadaşlarıyla hizmetleri paylaşmanın sorumluluk ve idrak şuuru:

“Senin şu âciz ve fakir ve hiç ender hiç olan kardeşin, bin derece haddimin fevkinde olarak, kendimi o gelecek adam olduğumu iddia edemem, hiçbir cihette liyakatim yoktur.”

Teşvik ve takdirin gerektirdiği ortamda bunun hakkını vermenin sıcak bir örneği:

“Senin şu intibahın senin yarana bir merhem olduğu gibi, seni dahi doktorların marazına bir ilâç yapar.”

İşte motive etme tekniğine bir güzel ve farklı misâl:

“Sizler çokların medar-ı intibahı oldunuz ve hüsn-ü misâl oldunuz. “

“Ve Hâlık-ı Rahîme karşı olan âdâbımıza bile halel gelmeyeceğini okudukça, vazifedeki şevk ve gayretimizi arttırıyor.”

Hayatı verene karşı bu hayatı onun yolunda kullanmak ve daimi ve sürekli şükredenlerden olmak dilek ve temennisiyle.

31.03.2007

E-Posta: [email protected]




M. Ali KAYA

Mânevî güç



Maddeye hükmeden mânâ, insana hükmeden ise ruhtur. Ruha güç veren iman ve imandan kaynaklanan güzel haslet ve duygulardır. Bunların başında da ilim, hikmet, sabır, sebat, haklılık, hak ve hakikate taraftarlık ve ihlâs gibi hasletler yer alır.

Yüce Allah, Kur’ân-ı Kerim’de “İnanıyorsanız üstünsünüz”1 buyurur. Demek üstün olmak inanmaya ve iman gücüne bağlıdır. Bediüzzaman Hazretleri de “Bütün gücünüzü ihlâsta ve hakta bilmelisiniz”2 derken bu âyetin denizinden bir damlayı bize izah etmiştir.

Hak ve hakikatin gücü inanılmaz derecededir. Bunun için Peygamberimiz (asm) “Hak daima galiptir; hak ve hakikate galebe çalınmaz”3 buyurur. İnsan hakka dayanmakla güçlü olur. Yoksa güçlü olduğu için haklı olmaz. Kur’ân-ı Kerim’in insanlığa verdiği en önemli dersin başında “Haklı olanın güçlü olması”4 gelmektedir.

Sabır, sebat hakta sabır ve sebattır. Haklı dâvâdan vazgeçmemek ve her nev'î sıkıntıya göğüs gererek hakkı her yerde müdafaa etmek sabır ve sebattır. Haksızlıkta inat etmeye ise taassup denir ki bu nev'î taassubun en dehşetlisi inançsızlarda ve sapık fırka ve düşüncelerde bulunur.

İnsana manevî güç veren hasletlerden birisi de günah ve masiyetten uzak durmaktır. Günahkâr bir insan güçlü olamaz. Kendisinden daha az günahlı olana karşı daima mağlup durumdadır. Suçluluk psikolojisi günahtan kaynaklanır. Günahkâr insan ise daima zelildir. Kendisinden daha iyi durumda olana karşı nasıl güçlü olabilir? Bunun içindir ki Hz. Ömer (ra), İran Fatihi olan Sa’d bin Ebi Vakkas’a (ra) yazdığı mektubunda “Sana ve beraberindekilere Allah’tan korkmayı tavsiye ederim. Çünkü Allah’tan korkmak, düşmana karşı en büyük hazırlıktır. Size düşmanlarınıza karşı herhangi bir günah işlemekten şiddetle kaçmanızı tavsiye ederim. Çünkü askerin günahları, kendileri için düşmanlarından daha tehlikelidir. Müslümanlar, düşmanlarının günahkâr oluşu sebebiyle zaferi kazanırlar. Günah işlemekte düşmanlarımızla eşit olursak, düşmanlarımız bizden daha iyi sayılır. Eğer biz, düşmanlarımızı manevî üstünlüğümüzle yenemezsek, maddî gücümüzle hiçbir zaman yenemeyiz” buyurmuşlardır.

Manevî gücü arttıran hususların başında ise ibadet ve duâ gelir. İbadetlerin başında gelen farzları yapan, büyük günahlardan sakınan ve Allah’a tevekkül ederek sadece O’na dayanıp güvenenler elbette kendine güvenerek, kendi gücü ile iş yapmaya çalışanlara nispeten daha güçlü ve kuvvetlidirler. Bediüzzaman Hazretleri, “Besmele” ile Allah’a dayanan ve Allah’a güvenen bir insanın manevî gücünü, askere kaydolan ve askerlik nizamına giren bir askerin, kendine güvenerek hareket eden başıboş birine nispeten ne derece güçlü işler yaptığını nazara vererek çeşitli risâlelerinde anlatmaktadır. Bilhassa “Birinci Söz”de bu husus misâllerle anlatılmaktadır. İman ve Besmele ile Allah namına hareket eden adam, askerlik nizamına tâbî olan bir er gibi kendi gücünden çok fazla güç ve kuvvete sahip olur. İşte bu manevî güçtür.

Manevî gücü arttıran hususlardan birisi de her gün takip ettiğimiz okumalarımızdır. Gerek “tefekkürî ibadet” olan Risâle okumaları, gerekse her gün takip ettiğimiz Kur’ân ve Cevşen okumaları bunların başında gelir. Bu da insana çok büyük bir manevî güç verir. Sabah namazını zamanında kılan ve günlük dersini yapan birisi, bir gün bunu terk ve ihmal ettiği zaman ne derece manevî bir güç kaybettiğini anlar ve hisseder.

Sonuç olarak, günümüzde moral denen manevî güç, gerçekte imandan kaynaklanan ve Allah’ın yardımına insanı mazhar eden manevî güçtür. Felsefî düşüncelerin tersine, insanın kendine güveni değil, Allah’a olan güveninin bir sonucudur.

Dipnotlar:

1- Âl-i İmran, 3:139

2- Lem’alar (2005) s. 393

3- Buhari, Cenâiz, 79; Sözler, (2004) s. 1180–1181

4- Sözler (2004) s. 219, 1159

31.03.2007

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Başörtüsü ve siyaset



Başörtüsü meselesinde AKP hükümetinin dört buçuk yıl sonra geldiği nokta tam bir hüsran ve hayal kırıklığı tablosunu yansıtıyor.

Önce Millî Eğitim Bakanının, ardından Başbakanın “Bizim bu konuda verilmiş bir sözümüz yok” beyanları, kelimenin tam anlamıyla, tipik bir “havlu atma” tavrının ifadesi değil mi?

Devlet Bakanı Mehmet Ali Şahin’in sözleri ise, bu tavrın altındaki sebebi ele verir nitelikte:

“28 Şubat’ta, ‘Üniversiteye türbanla girilsin’ dediğim için yargılandım. Bugün ‘Üniversitede türbanla da okunur’ demiyorum. Anayasa Mahkemesinin kararı var. İleride mahkeme bunun tersi bir karar verirse ona göre davranırız.” (Posta gazetesinde çıkan röportaj, 18.3.07)

Başörtüsü meselesinde AKP’den hâlâ ümitli olanlar var mı bilmiyoruz, ama varsa Bakan Şahin’in bu sözlerini dikkatle okuyup düşünsünler ve nihaî kararlarını ona göre versinler.

Şahin’in, derinlere işlemiş bir kaygı ve çekingenliği açığa vuran sözleri, AKP’nin bu konudaki çözümü “Çankaya’yı aldıktan sonrası”na erteleyen planlarının da yürümeyeceğini, bu defa da Anayasa Mahkemesinin karar değiştirmesini beklemek gerekeceğini haber veriyor.

Mâlûm, RP’nin de, yerine kurulan FP’nin de Anayasa Mahkemesince kapatılmasının en önemli gerekçelerinden biri, “türban”dı.

Siyaset arenasında başörtüsü tartışmasının yine alevlendiği bir dönemde, zamanın Anayasa Mahkemesi Başkanının çıkıp, “Başörtüsünü savunmanın parti kapatma sebebi olduğunu hiç kimse unutmasın” tehdidinde bulunduğunu unutmak mümkün mü?

AKP’nin başörtüsü meselesindeki çekingenliğinin arkaplanında yer alan en önemli faktörlerden biri, işte bu fiilî durum olsa gerek.

Her ne kadar yine AKP döneminde yapılan anayasa değişikliği ile parti kapatmak zorlaştırıldıysa da, başörtüsüne özgürlük getirecek bir adımın hâlâ ciddî riskler taşıdığı, acı bir vâkıa.

Bu durum, başörtüsü yasağına siyaset yoluyla çözüm bulmanın zorluğunu gösteriyor.

Bu itibarla, çözüm arayışının siyasetten önce sivil toplum zeminlerinde yoğunlaşması, hukuk kurumlarını o zeminler üzerinden etkilemeye yönelik çabalara ağırlık verilmesi icab ediyor.

Tabiî, bu çabaların doğru bir eksene oturtulması da lâzım. İyiniyetle dahi olsa perakende ve palyatif çözüm formüllerinden medet umulmaması gereği ise bu zorunluluğun bir parçası.

Söz gelişi, Başbakanın bir ara söylediği “Hiç olmazsa özel üniversitelerde başörtüsü serbest olsun” yaklaşımı veya DYP liderinin böyle bir ayrıma gitmese de çözümü üniversitelerle sınırlı tutan çıkışları ve “Kamu hizmeti alana yasak konulmasın, hizmet veren başını örtemesin” formülünü sahiplenmesi ya da BBP liderinin “Yasak sadece üniformalılar için geçerli olsun” derken doktor ve hemşireleri de üniformalılar arasında sayması bunun bazı tipik örnekleri.

Bunlar içinde, kerhen dahi olsa kabul edilebilir olmaya en yakın formül Yazıcıoğlu’nunki gibi görünüyor. Ama sağlık görevlilerinin “üniformalılar” kategorisinden çıkarılması şartıyla.

Başörtülülerin askerlik ve polislik gibi üniformayla icra edilen mesleklerde çalışması gibi bir mecburiyet yok. Ama eğitim ve sağlık öyle mi?

Ve unutmayalım ki, temel haklar bölünmez.

31.03.2007

E-Posta: [email protected]




Zafer AKGÜL

ODTÜ'lülerin gözü açılmış



Eski başbakan ve cumhurbaşkanlarından Süleyman Demirel âlem adamdır doğrusu. Bir türlü çözülemedi. Çok bilinmeyenli bir denklem. Aynı zamanda Türk siyasî hayatının sır küpüdür. Pek çok sır da onunla beraber mezara gidecektir. Yılların eskitemediği Demirel’i, galiba sadece kendisi eskitecek. Durup dururken arının deliğine çöp dürten bir cümle sarf etti. “ODTÜ’lüler nerede?”

Türkiye’de “Harbiyeli aldanmaz!” kanaatı kadar, “ODTÜ’lü yutmaz” hükmü de galiba siyasî literatürümüzde yerini alacak gibi. Üniversitelerin “özerk”lik ilkelerine dayanarak oralara polisin giremediğini en iyi 70’li nesiller bilir. Emniyet tarafından aranan Deniz Gezmiş, ODTÜ’nün kampüsünde gizlendiği ve açık alanda silâh atış talimi yaptığı esnada polis kapıya dayanmış, tutuklamak istemiş, ancak o zamanların ODTÜ rektörlüğünü yapan, İsmet Paşa’nın oğlu Erdal İnönü, “Üniversiteler özerktir. Polis giremez” gerekçesiyle Denizleri korumuş ve polise teslim etmemişti.

ABD’nin 6. Filosundan bilmem hangi diplomata kadar hemen her protestonun içinde yer aldı ODTÜ’lüler. Bu seçkin ve keskin zekâlı gençlerimizin kabına ve kalıbına sığamayan hiperaktif hayatları, elbette ki dönem dönem çok renkli, zaman zaman da çok dramatik geçmiştir. ODTÜ Türkiye’nin zekâ tarlası gibidir. Hemen her mihrakın onlar üzerinde plan proje geliştirmesi elbette kaçınılmazdır. Mesele bunlardan ne kadarında oyuna getirilmiş, ne kadarında kullanılmış oldukları ve neticede kimlerin atı alıp Üsküdar’ı geçtiği meselesidir. 27 Mayıs’ta “Harbiyeli aldanmaz” parolası, Şubat cuntası sayılan Albay Talat Aydemir’in İsmet Paşa tarafından yürütülen ince siyaset sonucu ipe gönderilmesiyle nasıl geçersiz ve ütopik pozisyona düşmüşse, ODTÜ’lülerin de öyle her siyasî tavırda külyutmaz olmadığı, yaşanan bunca ihtilâl, cunta, çürüyüş ve çöküşlerden sonra daha bariz halde gelmiştir.

Bu uzun hikâyeleri bir yana bırakalım da, Demirel’in son taktiğine bir fıkrayla atıfta bulunalım. Her ne kadar ODTÜ’lüler Güniz Sokak’a kadar yürüyüş yaparak Demirel’i protesto ettiyseler de neticede bir söz ve bir atıfta bulunma sonucunda sokağa dökülebileceklerini farkında olmadan ispatlamış oldular. Demek ki, yarın emekli asker Özden Örnek Paşa’nın kendisine isnat edilen günlüğünde geçtiği gibi, üniversiteler harekete geçirilecek, basına gaz verilecek, sokaklara afişler asılacak olsa ODTÜ’lülerin şu veya bu şekilde “Yürümekle aşınmayan” o meşhur yollara dizilmeleri işten bile değil.

Fıkramıza dönelim. Çoğunuz bilirsiniz. Şapka satan bir adam yorucu bir yolculuk esnasında rastgeldiği bir ormana dinlenmek için girmiş ve kocaman bir ağacın serin gölgesinde uykuya dalmış. Uyandığında bir de ne görsün, bütün şapkalar onlarca maymun tarafından yağmalanmış. Yaramaz maymunlar başlarına taktıkları şapkalarla o daldan bu dala neşe içinde zıplayıp duruyorlar. Şapkacı o kadar yüksekte bulunan maymunların elinden şapkaları nasıl alacağını kara kara düşünmeye başlamış. Birden aklına cin bir fikir gelmiş. Kendi şapkasını başından alıp öfkeyle yere çalmış. Adamın her hareketini aynen taklit eden maymunlar, bu yere çalma hareketini de taklit edip şapkaları aşağıya fırlatmışlar. Adam şapkaları toplamış ve yoluna devam etmiş. Aradan yıllar geçmiş. Şapkacı ölmüş, yerine oğlu baba mesleğini devralmış. Genç şapkacının da yolu bir gün babasının uğradığı ormana düşmüş ve o da aynı minval üzere serin bir ağaç gölgesinin altında uyuyakalmış. Uyandığında şapkaların maymunlar tarafından yağmalandığını görmüş. Ama hiç telâş etmemiş. Babasından yıllar önce dinlediği o kurnaz taktiği aynen uygulamış. Almış başındaki şapkayı yere çalmış. Fakat ne yazık ki, maymunlardan hiçbiri onu taklit edip, şapkasını aşağıya atmamış. Sadece bir tanesi parmağını gözüne götürüp genç şapkacıya şunları söylemiş: “Pışşıkk! Sadece senin mi baban var?”

ODTÜ’lüler son yürüyüşleriyle ‘baba’ Süleyman’a bunu mu anlatmak istediler acaba?

31.03.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

İhtilâl, ihtilâlin kopyasıdır



Türkiye’nin ihtilâllerden neler çektiğini hepimiz biliyoruz. Öyle ki, geçmiş ihtilâllere imza atanlar bile zaman geçtikten sonra bu ihtilâllerin Türkiye’ye fayda değil zarar verdiğini itiraf etmişlerdir. Bunun en son örneği, 12 Eylül 1980 ihtilâline imza atan ‘paşa’lardır. Aradan çeyrek asır geçtikten sonra “İhtilâller Türkiye’ye bir şey kazandırmadı” anlamında görüşler beyan etmişlerdir.

İhtilâl tartışmaları son günlerde yeniden alevlendi. Gerçi Türkiye’de ‘ihtilâl ihtimali’yle ilgili tartışmaların sona erdiğini görmedik. Bir yandan Avrupa Birliği üyeliği yolunda ilerlerken, öte yandan da “İhtilâl olur mu, olmaz mı?” konusunu sürekli tartıştık. Bu tartışmalar esnasında “İhtilâl ihtimali var” diyen çıkmadı, ama buna rağmen endişeler de izale olmadı.

Emekli bir ‘denizci’ye ait olduğu iddia edilen ‘günlük’lerin Nokta dergisinde (29 Mart-4 Nisan 2007) yayınlanmasıyla birlikte tartışma yenilendi. Günlüklerde yazılanların özeti, ihtilâl ihtimali değilse de ‘niyet’inin ciddî olarak devam ettiğini gösteriyor. ‘Günlük’ler inkâr edilse de, meseleyi halletmiyor.

İfşa edilen günlükler ‘gerçek’ olmasa bile, bir şeyi gösteriyor: Bütün ihtilâller, birbirinin geliştirilmiş kopyasıdır! Yaşanan ihtilâllerin birbirine olan benzerliği, herkese; “Biz bu filmi seyretmiştik” dedirttiği gibi, ifşâ edilen günlük de “Biz bu hazırlıklara şahit olmuştuk” dedirtiyor. İhtilâle niyetlenenlerin yaptığı ilk şey; her zaman olduğu gibi ‘sivil kuvvetler’i harekete geçirmek oluyor. Üniversiteler ve sendikalar başta olmak üzere bütün ‘sivil kuvvet’ler ihtilâl zemini hazırlamak için göreve çağrılıyor.

Gerek 28 Şubat 1997 öncesi ve sonrasına, gerekse benzer tartışmaların alevlendiği günlere baktığımızda bu ‘niyet’in icra safhasına konulduğunu görüyoruz. İhtilâl niyeti olanların, ‘zemin’ hazırlamak için müracaat ettiği ikinci bir adres de yine her zaman olduğu gibi medya oluyor. İnkâr edilen ‘günlük’lerde de, bu iş için medyanın ihmal edilmemesi üzerinde duruluyor ki, medyanın yayınlarına bakınca da bunu görmek mümkün. Türkiye’den ‘irtica’ tehlikesinin hiç sona ermemesi ve her fırsatta yeni ‘irtica görüntüleri’nin manşetlere taşınması başka ne ile izah edilebilir? Yüz defa yalanlanan haberlerin, aradan yıllar geçse de yeniden manşetlere taşınması ‘zemin hazırlama’ çalışması değil miydi?

Siyasetçiler son tartışma üzerine güzel ve haklı sözler söylediler. Tümü, ihtilâllerin çare ve çözüm olmadığını ve rüyalarımıza dahi girmemesi gerektiğini hatırlattılar. Bu tesbitleri dile getirmekte yüzde yüz haklılar. Ancak onlara düşen, sadece bu ‘güzel’ tesbitleri dile getirmek olmamalı. İş dönüp dolaşıyor ve ihtilâlciler ile ihtilâl planlayanlara hukuk kuralları içerisinde ‘hesap’ sormaya dayanıyor. Bu güne kadar bu ‘hesap’ sorulamadığı için ihtilâl endişesi bu güne kadar devam etmiş. Teklif edildiği üzere, bu konuların Meclis’te gündeme gelmesi ve araştırılıp soruşturulması gerekir.

Bu arada, ihtilâlcilerin ‘bahanesi’ olmaya devam eden, İç Hizmetler Kanununun meşhur 35. maddesinin de ele alınması vakti geçmedi mi? Elbette sadece ‘madde’ değiştirmekle ihtilâller önlenmez; ancak en azından bahane ve kılıf bulmakta zorlanabilirler.

“Hayır, zorlanmazlar. Yedekte bekleyen ‘kılıflar’ mutlaka vardır” diyorsanız, siz de haklısınız!

31.03.2007

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Şiddeti önlemek için



“Bana bir harf öğretinin kırk yıl kölesi olurum” anlayışı tarihte mi kaldı ne? “Alimlerin atlarının ayaklarından sıçrayan çamur bizim için bir şereftir. Ölünce bu çamurlu kaftanımı tabutumun üzerine koyun” düşüncesini de hep kitaplardan okur olduk. İstanbul Fatih’inin sevincini görenler, onun yanındaki Akşemseddin’i göstererek, “Benim asıl sevincim, İstanbul’un fethi için değildir. Akşemseddin gibi bir âlimin zamanımda yaşadığım içindir” inancını da cımbızla arar hâle geldik.

Peki, böyle bir şanlı tarihin çocukları okullarda öğretmenlerini dövecek, envâ-i çeşit saygısızlıklar sergileyecek noktaya niçin ve nasıl geldiler?

Demek kaybettiğimiz ve çocuklarımıza veremediğimiz bir kısım değerlerimiz var. Sevgiyi, saygıyı, temizliği, dürüstlüğü, çalışkanlığı Osmanlıyla birlikte tarihe mi gömdük?

Bu tür şikâyetlerin sona ermesi için bizi biz yapan değerlerimizi yeniden kazanmak, böylece eski görkemli günlerimizi yeniden yakalamak zorundayız.

Fransızlar Almanya’yı istilâ edince ünlü şâir Goethe’ye sormuşlar: “Ne yapalım efendim?” “Okul açın” demiş. “İyi de meyvelerini seneler sonra ancak alırız” demişler. “Başka ne yapabiliriz ki? Bu nesli kaybetsek de gelecek nesilleri kurtarmış oluruz.”

Demek kurtuluşun, kalkınmanın temeli eğitim. İnsanı insan yapan değerlere ancak aileden başlayıp okulda devam eden eğitimle ulaşabiliriz.

Eğitim, yeryüzünün en gözde varlığı insana hizmet etme sanatıdır. İnsanı yücelten değerler onunla kazanılır.

Ateşe körükle gidilmediği gibi şiddeti de kaba kuvvetle önlemek mümkün değildir. Ateşe suyla gidilir. Şiddetin önü de eğitimle alınır.

Eğitimin önemi, değeri ve gücü bilinirse onsuz bir yere varamayacağımızı anlarız.

Şüphesiz öğretim önemli. Eğitim ise ondan daha önemli. Eğitim bilgiyi iyiye kullmanma sanatıdır. Eğitimle gençleri iyiye, güzele, faydalıya yönlendiririz; çalışkan, dürüst, iyiliksever, sevgi ve saygı dolu insanlar olarak yetiştiririz.

Maksat bu ise gençleri başka nasıl geleceğe hazırlayabiliriz ki?

O halde yapılacak iş mutlaka eğitimle insanî değerleri kazandırmak olmalıdır. Çıkarı birinci plana değil, insanlara hizmeti ön plana alan nesiller yetiştirmenin yolu eğitimdir.

İnsanlara iyiyi-kötüyü, helâli-haramı öğreten, bütün güzelliklerin kaynağı olan inanç unsuru ise hiç ihmal edilmemeli. Kanunun, polisin görmediği yerde Allah inancının kalplerde hükmetmesi sayesindedir ki insanlar yapılması gerekenleri zevkle, şevkle yapar, yapılmaması gerekenlerden de titizlikle kaçarlar.

Demek bütün mesele, temelinde inanç bulunan eğitim.

31.03.2007

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Ele geçirememek, nasıl inkâra sebep olur?



Işık güneşi bildirdiği gibi, şu kâinatın yüzünde serilmiş olan gayet güzel, san’atlı, parlak ve süslü bütün varlıklar,—her eser yaratıcısını bildirmesi sırrınca—kâinatın Yaratıcısı ve Sahibini gösterir.

Yaratıcı’nın varlığını gösteren sayısız kesin veriler, aklî, mantıkî, ilmî deliller vardır. Basit bir dikkat bile, O’nun varlık ve birliğine varlıklar adedince delillerin bulunduğu, zerreden güneşlere kadar her şeyin, O’nu zâtıyla, sıfatıyla tarif ve ispat ettiği görülür.

Madde/eşya var ve san'atlıdır. Bu inkâr edilemez. San'atlı olduğunu da yine hem göz, hem de aklımız ile görüyoruz. Maddelerin derinliklerine inildiğinde, yani fizikî, kimyevî, biyolojik, jeolojik vs. yapıları incelendiğinde ise, çok daha harika ve enteresan san'at harikalarıyla karşı karşıya olduğumuz anlaşılır.

Maddenin en küçük parçası atom, atomun yüzlerce altparçası elektron, nötron, foton, çekirdek; yüzlerce kitabı içine alan DNA, hücre, uzuv, ateş, hava, toprak su, bitki-ağaç-çiçek, dünyamız ve ondan milyonlarca kere büyük koca yıldızlar, milyarlarca yıldızı barındıran samanyolu, milyonlarca samanyollarını bünyesinde bulunduran galaksi, nebulalar ve kâinat... Sathî bir nazarla baktığımızda bile her birinin üstünde “kudret sikkesi, terbiye mührü ve kaleminin nakışlarını”nı inceliklerini, parıltılarını görebilir, okuyabiliriz.

Ne var ki, bazıları bu belgeleri yok sayarak, veya görmezlikten gelerek Yaratıcıyı inkâra yeltenir. İnkâr, herhangi bir ilme ve fikre dayanmaz. Psikolojik derinliklerinde yatan birçok sebebi vardır. Bunlardan birisi ve en önemlisi şudur:

Her insan güzelliklere aşıktır. Kimisi de her türlü zevk ve lezzet bağımlısı olmuştur. Özellikle hedonist, devamlı nimetler içinde yüzmek ister. Öyle alışmış, öylesine bağımlı hale gelmiş ki, doymak bilmez duyguları vardır.

Yemek yemenin tadını almak için kendisini acıktırır, midesindekileri sun’î yolla boşaltır. Veya şehvetkolik olduğundan, kuvve-i şeheviyesini kamçılayan ilâçlar alır. Bir vadi dolusu altını olsa, bir vadi daha; pek çok mal-mülk sahibi olmak ister. Bağımlı olduğundan İlâhî gerçekleri düşünmek istemez.

Diğer bir sebep de; insan sonsuza dek yaşamayı arzu eder. Ne var ki, ömür sermayesi sınırlı ve herkes ölümü tadacaktır.

İşte, dönmemek üzere yok olmaya, batmaya mahkûm olan bir seyircinin, zevâlin/yok olmanın tasavvuruyla sevgisi düşmanlığa döner. Hayreti hafife almaya, hürmeti tahkire meyleder. Çünkü, yalnız kendi keyfini, zevkini düşünen insan, bilmediği şeye düşman olduğu gibi, yetişmediği şeye de karşıdır.

Ve nihayetsiz bir sevgi, hadsiz bir şevk ve tebrik ile mukabeleye lâyık olan bir cemâle karşı gizli bir düşmanlık, kin ve inkâr ile karşılık verir.1 Kedi yetişemediği ete murdar der! İnsan meselenin bu boyutunu kavrayamazsa, ele geçirememenin, bir şeye ulaşamamanın ve bilememenin verdiği üzüntü ve sıkıntı ile inkâra yeltenir. İşte, inkârcıların Allah’ın düşmanı olduğunun sırrı budur.

Dipnot: 1- Sözler, s. 69.

31.03.2007

E-Posta: [email protected] [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Nasıl bir Cumhurbaşkanı?



Cumhurbaşkanlığı seçimi tarihi yaklaştıkça, adaylar hakkındaki görüş ve düşünceler de netleşmeye başlıyor.

Her vatandaşın gönlünde ayrı bir cumhurbaşkanı adayı yatıyor. Bu sebeple de biribirinden çok farklı prototipler tarif, hatta teklif ediliyor.

Köşke çıkacak yeni aday için yapılan bazı teklif, tarif ve tavsiyeler ise, cidden çok şaşırtıcı geliyor.

İşte, şaşırtan tariflerden birini de, dünkü köşe yazısında M. Şevket Eygi yaptı. Sorulu–cevaplı tarzda kaleme alınan bu yazının bir bölümü şöyle:

"Soru: Tayyip Erdoğan Cumhurbaşkanı olursa şayet, orada durabilir mi?"

"Cevap: İşte bu çok zor olur. Yükseklere çıkmak başka şeydir, oralarda durmak, oturmak başka şey. Kendisini kesinlikle rahat bırakmazlar, dehşetli bir çekişme başlar, büyük gerginlik ve kriz oluşur."

Eygi Hoca, yazının devamında gelen "Çankaya için nasıl bir aday lâzımdır?" sorusuna ise, bakın ne cevap veriyor:

"Cevap: Böyle bir adayda bulunması gereken birinci şart onun bir MUTABAKAT/UZLAŞMA adayı olmasıdır. Yani ülkedeki güçlerin en az yüzde doksanı bu adayı kabulde anlaşacaklardır.

Aynı yazı içinde yer alan aynı hususla bağlantılı bir sorunun cevabı ise şöyledir: "Dindar olmayacak; ama din, inanç, inandığı gibi yaşamak, düşünce hürriyetine taraftar olacak. Dinî tatbikatı olmayacak. Eşi ve ailesi Batı hayat tarzını benimsemiş olacak. Resmî ideoloji takıntısı olmayacak... Sabataycı kökenli olmayacak. Etnik kökeni Oğuz Türkü olursa tercihe şayandır. İçki içebilir. Laik olacak ama kesinlikle 'laikçi' olmayacak. Üç–beş yabancı dil bilecek. Eşitlikçi olacak, ayırım yapmayacak. Mal ve servet beyanı şeffaf olacak."

Cevapların devamında, Eygi Hoca, Tayyip Beyin bu sıfatlara sahip olmadığını, dolayısıyla aday olmaması gerektiğini, hatta iktidar oldukları halde muktedir olmadıklarını açık bir biçimde ifade ediyor.

Köşemize M. Şevket Eygi'yi misafir etmişken, onun yine aynı yazısının sonunda çizmiş olduğu çok karamsar bir tabloya da kısaca değinmeye çalışalım.

Son sorulardan biri şöyle: "Son 35–40 yıllık İslâmcılık cereyanını nasıl değerlendiriyorsunuz?"

Eygi Bey şöyle cevap veriyor: "İslâmcılar imtihanı kayb etmişlerdir. Onları destekleyen Müslümanlar da kayb etmiştir... Geleceğimiz de maalesef değildir. Ufukta büyük buhranlar, fırtına alametleri görülüyor."

Millî Gazete yazarının böylesine karamsar bir tablo çizmesine doğrusu bir mânâ veremedik.

Ancak, şunu anladık ki, ülkenin geleceğine bu derece karamsar bakan bir kimsenin nazarında "Dindar olmayan, Batı hayat tarzını yaşayan, içki içebilen ve de laik olan" biri ancak Cumhurbaşkanı olabilir.

Vemine'l–garâib...

GÜNÜN TARİHİ 31 Mart 1923

Lozan: Aferin çocuklar, gelin görüşelim

Londra'da toplanan İtilâf Devletleri (Türkiye karşıtı) temsilcileri, Ankara hükümetine cevap vererek Lozan'da kesintiye uğrayan görüşmeleri sürdürme kararı aldı.

22 Kasım 1922'de başlayan I. Lozan Konferansı, 4 Şubat 1923'te kesilmiş ve herhangi bir antlaşma yapılamadan görüşmelere ara verilmişti.

Aradan 34 günlük bir süre geçtikten sonra, yeni bir barış metni (sulh planı) hazırlayan Ankara Hükümeti, bunu yani 8 Mart günü İstanbul'da bulunan İtilâf Devletleri temsilcilerine verdi. Karşı taraf ise, Türkiye'nin teklifine 23 gün sonra cevap verdi.

I. Lozan Konferansıyla ilgili olarak, Millet Meclisi'nde 20 Şubat–8 Mart tarihleri arasında mükerrer görüşmeler (gizli celse) yapıldı.

Görüşmelerde hararetli, hatta zaman zaman kırıcı tartışmalar yaşandı.

Meclis'teki vekiller, tam anlamıyla iki gruba ayrıldı: Bunları Ali Şükrü Bey ve Hüseyin Avni Beyin başını çektiği grup ile M. Kemal ve İsmet Paşanın başını çektiği grup şeklinde isimlendirmek mümkün.

Bir de bu grupların, özellikle birinci grubun arkasında tetikçiler, yalakalar, gözdağcılar ve "kraldan fazla kralcı"lar vardı.

Fikrî ve siyasî atmosfer, ağırlaştıkça ağırlaşıyordu.

8 Mart'tan sonra, birinci grubun adamları, ikinci grubun adamlarını korkutmaya, sindirmeye, hatta tasfiye etmeye koyuldu.

Muhalif grubun liderlerinden Ali Şükrü Bey, bir siyasî tertip sonucu vurularak şehit edildi. Böylelikle, muhalif sesler kıstırılıp susturulmuş oldu.

Gerilim dozu alabildiğine yüksek bu cinayet hadisesinin hemen ardından ise, Birinci Meclis'in feshedilerek yeni bir seçime gidilmesi çalışmalarına başlandı.

Nitekim, Londra'dan gelen "II. Lozan Konfesansı başlasın" haberinin Ankara'ya ulaştığı aynı günün ertesinde, Meclis'in yenilenmesi, yani genel seçim yapılması kararı alındı.

Ne gariptir ki, seçim kararı katakulliye getirildi ve birinci gruptakilerin hemen tamamı seçilecekler listesinden tasfiye edildi.

Yine ne tuhaftır ki, hemen bütün ordu komutanları milletvekili adayı gösterilerek listelerin birinci sıralarına alındı.

İşte, Lozan görüşmelerini başlatacak olan İtilâf Devletleri, meğerse Türkiye'de bu gelişmelerin yaşanmasını bekliyormuş ki, bundan sonra olacaklara da tam kanaat getirdikten sonra Lozan Konferansı İkinci Celse Görüşmelerini başlatma kararı aldı.

Bütün bunlar gösteriyor ki, Lozan Konferansının biri görünen, diğeri ise görünmeyen iki yüzü varmış.

İşte, bu ikiyüzlülüğün katmerli bir versiyonu bizdeki Millet Meclisi'nin çatısı altında boy göstermiştir ki, ecnebilerden de okkalı bir aferin almayı hak edebilmişler.

31.03.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Allah için yaşamanın kerâmeti



Bilecik’ten okuyucumuz:

*“Allah için yaşamanın âhirette büyük sevap kazandıracağı ve Allah’ın rızasına vesile olacağı malûm. Dünyada da bunun ecir ve mükâfatını görür müyüz? Bunun dünyevî kerâmeti olur mu?”

Allah için yaşamanın, adımlarımızı Allah için atmanın, sevdiğimizi Allah için sevmenin, sevmediğimizi Allah için sevmemenin, yaptığımızı Allah için yapmanın, yapmadığımızı Allah için yapmamanın hiç şüphesiz uhrevî neticeleri inşallah büyük olacaktır. Fakat bu, bu yüksek davranışların dünyevî neticeleri olmadığı mânâsına gelmez.

Ancak şu var ki, ibadet niteliği taşıyan davranışlarımızı dünyevî bir amaçla yapmayız. Aksi takdirde dünyevî amaçlar ihlâsın bozulmasına sebep olacağından, ameldeki ibadet değerini de söndürür ve ameli kökten iptal eder. Bediüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle, ibadetin temel sebebi Allah’ın emri, neticesi de Allah’ın rızasıdır. Faydası ve meyvesi ise âhirete dönüktür. Fakat birinci gaye olmamak ve kasten istenilmemek şartıyla, dünyaya âit faydaların gelmesi, ibâdet anlayışına ters düşmez. Yani davranışlarımızda hareket noktamız doğrudan Allah’ın rızası olmalı, O’nun hoşnutluğunu kazanmak olmalıdır. O razı olduktan sonra dilerse âhirette mükâfat verir, dilerse dünyada mükâfat verir. Takdiri O’na bırakmalıyız. Esasen ihlâs da budur.1

Hiç şüphesiz dünyada başımız derde girdiğinde, her ihtiyaç olduğunda, sıkıntılarımız esnasında Allah’a sığınabilir, Allah’tan sıkıntılarımızın giderilmesini, derdimize çare bulunmasını, ihtiyaçlarımızın karşılanmasını fiilî duâmızla birlikte dilimizle de isteyebiliriz. Yani dilimizle duâ yapabiliriz. Bu esnada önceden yaptığımız salih amellerimiz elbette yüz akımız ve şefaatçimiz hükmünde de olabilir.

Konuyla ilgili şu yaşanmış örneği Peygamber Efendimizden (asm) dinleyelim:

Resulullah Aleyhissalâtü Vesselâm buyurdular ki: “Sizden önce yaşayanlardan üç kişi yola çıktılar. Akşam olunca, geceleme ihtiyacı onları bir mağaraya sığındırdı ve mağaraya girdiler. Fakat birden dağdan kayan bir taş yuvarlanıp, mağaranın ağzını üzerlerine kapadı.

“Aralarında birbirlerine: ‘Bizi bu kayadan, salih amellerinizi şefaatçi kılarak Allah’a yapacağınız duâlar kurtarabilir!’ dediler.

“Bunun üzerine birincisi şöyle dedi: ‘Benim yaşlı ve kocamış annem ve babam vardı. Ben onları çok kollar, akşam olunca onlardan önce ne ailemden, ne de hayvanlarımdan hiçbirine yedirip içirmezdim. Bir gün ağaç arama işi beni uzaklara attı. Eve döndüğümde ikisi de uyumuştu. Onlar için sütlerini sağdım. Hâlâ uyumakta idiler. Onlardan önce aileme ve hayvanlarıma yiyecek vermeyi uygun bulmadım, onları uyandırmaya da kıyamadım. Geciktiğim için çocuklar ayaklarımın arasında kıvranıyorlardı. Ben ise süt kapları elimde, onların uyanmalarını bekliyordum. Tâ şafak sökünceye kadar böyle bekledim. Ey Allahım! Bunu senin rızan için yaptığımı biliyorsan, bizim yolumuzu kapayan şu taştan bizi kurtar!’

“Taş bir miktar açıldı. Ama çıkacakları kadar değildi.

“İkinci şahıs şöyle dedi: ‘Ey Allahım! Benim bir amca kızım vardı. Onu herkesten çok seviyordum. Onu almak istedim. Ama bana yüz vermedi. Fakat gün geldi kıtlığa uğradı, bana başvurmak zorunda kaldı. Ona, kendisini bana teslim etmesi mukabilinde yüz yirmi dinar verdim; kabul etti. Arzuma nail olacağım sırada: ‘Allah’tan kork. Allah’ın mührünü, gayr-ı meşrû olarak bozman sana haramdır!’ dedi. Ben de ona temasta bulunmaktan kaçındım ve insanlar arasında en çok sevdiğim kimse olduğu halde onu serbest bıraktım, verdiğim altınları da ona bıraktım. Ey Allahım, eğer bunları senin rızan için yapmışsam, bizi bu sıkıntıdan kurtar.’

“Kaya biraz daha açıldı. Ancak onlar çıkabilecek kadar açılmadı.

“Üçüncü şahıs dedi ki: ‘Ey Allahım, ben işçiler çalıştırıyordum. Ücretlerini de derhal veriyordum. Ancak bir tanesi ücretini almadan gitti. Ben de onun parasını onun adına işletip kâr ettirdim. Öyle ki çok malı oldu. Adam yıllar sonra çıkageldi ve: ‘Ey Abdullah! Bana olan borcunu öde!’ dedi. Ben de:

‘Bütün şu gördüğün sığır, davar, deve ve köleler senindir. Git bunları al götür!’ dedim. Adam: ‘Ey Abdullah, benimle alay etme!’ dedi. Ben tekrar: ‘Ben kesinlikle seninle alay etmiyorum. Git hepsini al götür!’ diye tekrar ettim. Adam hepsini aldı götürdü. Ey Allahım, eğer bunu senin rızan için yaptıysam, bize şu halden kurtuluş nasip et!’ dedi.

“Nihayet kaya açıldı ve mağaradan çıkıp yollarına devam ettiler.”2

Cenâb-ı Hak, rızası dairesinde salih amel işlemeyi hepimize nasip ve müyesser kılsın. Âmin.

Dipnotlar: 1- Lem’alar, s. 183 2- Buhârî, Enbiya 50, Büyû 98, İcâre 12, Hars 13, Edeb 5; Müslim, Zikr 100, (2743); Ebu Davud, Büyû’ 29, (3387).

31.03.2007

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

K.Ü.M.



Türkiye’nin gündemi tam mânâsıyla cumhurbaşkanlığı seçimine kilitlendi.

On birinci cumhurbaşkanlığı seçimi için adayların adaylıklarını açıklamalarına 16 gün kalmışken, “kriz üretim merkezleri” (K.Ü.M) tam teşekküllü çalışmaya devam ediyor. Askerleri tartışmanın içine çekmek için başta CHP Genel Başkanı Deniz Baykal olmak üzere, ulusalcılar, medyadaki uzantıları elbirliği yapıp, nereden kriz çıkarabiliriz diye kara kara düşünüyorlar.

Bir gün bakıyorsunuz, cumhurbaşkanlığı oylaması için seçimin ilk günü Meclis’te 367 milletvekilinin hazır bulunmaması tartışması, diğer gün Tayyip Erdoğan’ın bölücübaşına “sayın” deyip demediği tartışması, diğer gün bakıyorsunuz, Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in programında gözükmemesine rağmen, Genelkurmay Başkanı ve kuvvet komutanlarını Köşk’te kabul etmesi, bir başka gün, komutanların TBMM Başkanı Bülent Arınç’ın ziyaret etmelerinin ardından hemen harekete geçen bu çevreler “Ankara’yı hareketlendiren ziyaretler” manşetleri ile kriz üretme telâşına düşüyorlar.

Dışarıdan da bu tartışmaya katılanlarda gözleniyor. Fransız Le Monde gazetesi “sayın”dan sonra Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığına aday olamayacağını söylerken, İngiliz Financial Times gazetesi Erdoğan’a cumhurbaşkanlığına aday olmama tavsiyesinde bulunuyor.

* * *

İşte bu tartışmalar yaşanırken, geçen hafta meclis kulislerini turluyoruz. Başbakan’ı beklerken konuşulan, Erkan Mumcu ve Deniz Baykal’a yöneltilen sorularda hep aynı konu var; cumhurbaşkanlığı seçimleri… Mumcu’nun kafasında bayan cumhurbaşkanı adayı var. Baykal da baştan beri olduğu gibi, bu konuda germeye devam ediyor. Bu hafta da “Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığı adaylığı vallahi içime sinmiyor” diyerek germe alışkanlığına devam etti.

Gruplar bitiyor, kulislerde dolaşıyoruz, Meclis lokantasına gidiyoruz, her yerde konuşulan tek konu Köşk seçimi. Erdoğan aday olacak mı? Aday olmazsa Köşk’e kimi aday yapar? Gazeteciler aralarında iddiaya giriyor… Çoğunluk Erdoğan’ın aday olacağı yönünde görüş bildirirken, aday olmayacağını söyleyenlerin oranı da hiç de az değil.

* * *

Seçim takvimi 16 Nisan’da başlıyor, ancak adaylıkların açıklanması için 26 Nisan’a kadar süre var. Meclis kulislerinde gördüğüm kadarıyla adayın açıklaması için son güne kadar bekleneceği yönünde. Bunun nedenlerinden birisi de “aday ne kadar geç açıklanırsa o kadar az karalama kampanyaları düzenlenir…”

Erdoğan, önümüzdeki günlerde cumhurbaşkanı adayı için görüşme turuna da çıkacak. Önce milletvekilleriyle, ardından Türkiye’nin önde gelen sivil toplum kuruluşlarıyla bir araya gelecek. Kararını da bu görüşmelerden sona vereceği söyleniyor. Erdoğan böyle yaparak son ana kadar bekleyip tepkileri de görmek istiyor.

Cumhurbaşkanlığı seçecek oya sahip olan AKP’nin de çatışmadan uzak, serinkanlı davranıp, tartışmaya girmemesi gerekir. Parti teşkilatlarında anketler dağıtıp, önce eşi başı örtülü olmayan milletvekillerini sorması, sonra buna bazı eşi başı örtülü olan milletvekillerini de ilave etmeleri bu tartışmaları körüklüyor. “Kriz üretim merkezleri”nin eline daha çok fırsat veriliyor.

* * *

Kriz üretim merkezleri şimdi şu konularda kriz bulmak için bir ümit içerisindeler!

Erkene alınan ve 10 Nisan’da yapılacak MGK toplantısı, hemen üç günün ardından, yani 13 Nisan’da Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer ve Genelkurmay Başkanı Org. Yaşar Büyükanıt’ın Harp Akademileri’nde yapacakları konuşmalar, ulusalcıların 14 Nisan’da yapacakları miting… 15 Nisan’daki Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK)’da boş bulunan üyelerin seçimi… Bu arada Başbakan Erdoğan’ın 15-16 Nisan’da temaslarda bulunmak üzere Avrupa ülkelerine gideceğini de hatırlatalım.

Öyle görünüyor ki, kriz üretim merkezlerine daha çok işi düşüyor(!)

Ancak şu iyi bilinmeli; Mesele sadece Tayyip Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olup olmaması olarak görülmemelidir. Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olmasına karşı çıkılabilir ancak makul ölçülerde, demokrasiden taviz vermeden muhalefet yapılması demokrasimiz için faydalı olacaktır. Sivili, askeri, muhalefet, sivil toplum örgütleri, gazeteciler yani herkesin milletin iradesine zarar verecek söz ve davranışlardan kaçınmaları gerekir… Aslında en doğru olanı cumhurbaşkanını milletin seçmesi. Ama bu konuyu tartışmak için artık çok geç. Başından beri söylediğimiz gibi; bu işte son sözü Meclis söylemeli. Ve herkes millî iradenin tecelligâhı olan Meclis’in kararına da saygılı olmalı.

31.03.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004