Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 08 Nisan 2007
Mehmet Fırıncı ve Mehmet Kutlular ; Mehmet Emin Birinci'yi anlattı...indirmek ve dinlemek için tıklayınız

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ

O Rahmân ki Kur'ân'ı öğretti. İnsanı yarattı. Ona anlamayı ve anlatmayı öğretti.

Rahman Sûresi: 1-4

08.04.2007


HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ

İçkiden sakınınız. Çünkü o, her kötülüğün anahtarıdır.

Câmiü's-Sağîr, c: 1, no: 102

08.04.2007


Ölüm, asıl vatana sevkiyattır

“Ve yumît” Yani, mevti veren Odur. Yani, hayat vazifesinden terhis eder, fâni dünyadan yerini tebdil eder, külfet-i hizmetten âzâd eder. Yani, hayat-ı fâniyeden, seni hayat-ı bâkiyeye alır.

İşte şu kelime, şöylece fâni cin ve inse bağırır, der ki:

Sizlere müjde! Mevt idam değil, hiçlik değil, fenâ değil, inkıraz değil, sönmek değil, firak-ı ebedî değil, adem değil, tesadüf değil, fâilsiz bir in’idam değil. Belki, bir Fâil-i Hakîm-i Rahîm tarafından bir terhistir, bir tebdil-i mekândır. Saadet-i ebediye tarafına, vatan-ı aslîlerine bir sevkiyattır. Yüzde doksan dokuz ahbabın mecmaı olan âlem-i berzaha bir visal kapısıdır.

Mektubat, 220-21

***

Yedinci Kelime: “Ve yumît” Yani, mevti veren Odur. Yani, hayatı veren O olduğu gibi, hayatı alan, mevti veren dahi yine Odur.

Evet, mevt yalnız tahrip ve sönmek değildir ki esbaba verilsin, tabiata havale edilsin. Belki, nasıl bir tohum zâhiren ölüp çürüyor; fakat bâtınen bir sümbülün hayatına ve yoğurmasına, yani cüz’î tohumluk hayatından, küllî sümbül hayatına geçiyor. Öyle de, mevt dahi zâhiren bir inhilâl ve bir intifâ göründüğü hâlde, hakikatte, insan için hayat-ı bâkiyeye ünvan ve mukaddime ve mebde oluyor. Öyleyse, hayatı veren ve idare eden Kadîr-i Mutlak, yine elbette mevti O icad eder

Mektûbât, s. 233

***

..mevt, vazife-i hayattan bir terhistir, bir paydostur, bir tebdil-i mekândır, bir tahvil-i vücuttur, hayat-ı bâkiyeye bir dâvettir, bir mebdedir, bir hayat-ı bâkiyenin mukaddimesidir. Nasıl ki hayatın dünyaya gelmesi bir halk ve takdirledir. Öyle de, dünyadan gitmesi de bir halk ve takdirle, bir hikmet ve tedbirledir.

Mektûbât, s. 14

Lügatçe:

mevt: Ölüm.

tebdil: Değiştirme.

külfet-i hizmet: Hizmet külfeti.

âzâd: Serbest bırakma, hür olma.

inkıraz: Sönme, son bulma.

firak-ı ebedî: Sonsuz ayrılık.

adem: Yokluk.

in’idam: İdama gitmek, mahvolmak, yok olmak.

Fâil-i Hakîm-i Rahîm: Bütün merhamet ve hikmet fiillerinin sahibi olan Allah.

tebdil-i mekân: Mekân değişikliği.

vatan-ı aslî: Asıl vatan.

mecma: Toplanma yeri.

âlem-i berzah: Kabir âlemi.

visal: Kavuşma.

tahvil-i vücut: Vücudun bir başka hâle girmesi, değişmesi.

08.04.2007


“Hoş geldin Zübeyir kardeşim!”

- 6 -

“Risâle-i Nur alâimüssema gibidir”

Üstad Bediüzzaman Hazretleri ilk ziyaretinde Zübeyir Ağabeyin nereli olduğunu, nereden geldiğini sorar. Zübeyir Gündüzalp de Ermenekli olduğunu Konya’da memurluk yaptığını söyler. Bediüzzaman Hazretleri bu ilk ziyaretlerinde Gündüzalp’e Mevlânâ ve Mesnevî’sinden bahsederek şunu söyler: “Mesnevî-i Şerif gibi eserler, Kur’ân güneşinin ancak bir iki levnini (rengini) aksettirebilmişler. Risâle-i Nur ise, alâimüssema (gökkuşağı) gibi Kur’ân güneşinin bütün renklerini aksettiriyor.”

Bediüzzaman bu ilk ziyaretinde Zübeyir Gündüzalp’e Risâle-i Nur’u okumanın ehemmiyetini ders verir.

“Hoş geldin Zübeyir kardeşim!”

Zübeyir Gündüzalp Bediüzzaman Hazretlerini ziyaret ettiğinde Bediüzzaman yetmiş yaşlarındadır.

Bediüzzaman’la ilk defa karşılaşan Gündüzalp, kısa bir diyalogla hemen ondaki fevkalâde feraset ve fart-ı zekâveti anlamıştı.

Yaşlandıkça artan enerjisi ile etrafına âteşîn tesirler bırakan Bediüzzaman, Zübeyir Gündüzalp’in de ruhuna o kısa diyalogla büyük bir tesir bırakmıştı.

Bediüzzaman:

“Kardeşim ismin nedir!”

“Ziver efendim!”

“Hoş geldin, Zübeyir kardeşim!”

“Zübeyir değil, Ziver efendim.”

“Hoş geldin Zübeyir kardeşim!”

Aynı şeyler üç defa tekrar eder.

İkinci tekrarda Gündüzalp olayı, telâffuz benzerliğinden kaynaklanan ufak bir anlaşmazlık zannederek Bediüzzaman’ın yaşlılığına bağlar!

Üçüncü tekrardaki celâdetli emri damarlarında hissedince bir anda duraklayan Gündüzalp, manyetik tesiri ancak o zaman fark eder.

O anı Gündüzalp’ten dinliyoruz:

“Vech-i mübarekini (yüzünü) çevreleyen heybet ve celâdet ifadesinin yanında projektör gibi parlayan fart-ı zekâ (ifrat zekâ) şuleleri parlayan gözlerinin derinliklerinde şefkat, merhamet, rikkat ve asalet görünüyordu.”

İlk ziyaretinde Zübeyir Gündüzalp’in gözlerini bir anda pınara çeviren, işte o celâdet ile karışık şefkat, merhamet ve rikkat halleri olmuştu.

Zübeyir Gündüzalp ilk ziyaretinde yaşadıklarını Mehmet Emin Birinci’ye bütün detayları ile anlatır.

Mehmet Emin Birinci anlatıyor:

“Onu Zübeyir Ağabey yapan Üstaddır. 15 sene Üstadın yanında kalmış. Onun şahsında öyle fânî olmuştu ki, gece veya gündüz hangi saatte olursa olsun, Üstad bir ihtiyaç için yatağının yanındaki zile bastığında Zübeyir Ağabeyi hemen yanında bulurdu. Hatta bazen zile basar da duyamam diye kapısının eşiğinde yatardı ki, Üstad üzerine bastığında uyansın. Fedakârlık işte. Bu kadar olur…”

Gündüzalp anlatıyor:

“Ben hayatımda hiç ağlamazdım. Üstadın elini öper öpmez dünyam bir anda değişti. Neye uğradığımı şaşırdım ve kendimi kaybederek ağlamaya başladım. Kendimi bir türlü durduramadım. Hayatımda hiç böyle ağlamamıştım.

“Üstad ağlamama bakmadan ders verdi. Namaz vakti girdi. Fakat namazda da ağlamam kesilmedi. Biz güya mektep okumuştuk. Üstadı ziyaret etmeden önce risâleleri okuyordum, ama anlamıyordum. Bazen bir sayfayı 40 dakikada okurdum, yine anlamazdım. İlk ziyarette Üstadımız, ‘Kardeşim sen oku! Anlamasan da devam et. Risâle-i Nur yalnız akla hitap etmiyor. Akıldan başka kalbe, ruha ve sair lâtifelere de hitap ediyor’ diye o zaman bana ders vermişti.”

Bir hafta sonra Konya’dan ayrılma isteği

Mehdi Halıcı anlatıyor:

“Zübeyir Ağabey, Üstadı gördükten sonra hizmetlerini çok artırdı. O kadar ki, on misline çıkardı. Hiç yerinde durmadı. Coşkunlukta ve heyecanda doruklara doğru tırmanmaya başladı.

“Üstadı ziyaret ettikten sonra Konya’ya geldik. Kısa zaman sonra—-bir hafta veya on gün—Zübeyir Ağabey, sürekli yanıma gelerek, ‘Ben Konya’dan ayrılacağım. Emirdağ’a gideceğim. Üstadın yanına gideceğim. Ona hizmet edeceğim’ demeye başladı.”

İbrahim KAYGUSUZ

08.04.2007


Mehmet Emin Birinci'den Hatıralar

Üstadı ilk görüşüm

“Sene 1952... İki arkadaş, yatılı bir okula girmek için İstanbul’a geldik. Nihayet Deniz Astsubay Okuluna girmek için lüzumlu evraklarımızı tamamladık, muayenelerimiz bitti. Neticede bana dediler ki:

“Senin tansiyonun biraz yüksek, bunun için sen okula giremeyeceksin’ ve ben okula giremedim. ‘Tevekkeltü Alâllah’ deyip neticeyi beklemeye başladım. Bir müddet yakın akrabalarımın yanında kaldıktan sonra bir otelde kâtiplik yapmaya başladım.

İstanbul’daki mahkeme

“O günlerde Hür Adam Gazetesinde bir haber gördüm.

“Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin yarın mahkemesi var’ diyordu. Dizlerimde mecâl kalmamıştı. Heyecandan titredim. Birkaç yıldan beri nurlu kitaplarını okuduğum büyük ve eşsiz Üstadı görmek nasip olacaktı. Muhakeme olacak yeri öğrendim ve erken saatlerde mahkeme koridorunda beklemeye başladım. Kısa zaman içinde koridor tamamen doldu. Mahkeme saati yaklaşınca o kadar izdiham oldu ki, aşağıdaki caddeden tramvaylar geçemez oldular, otobüsler yollarını değiştirdiler. (O zamanki Adliye, şimdiki Büyük Postahanenin üst katı idi). Halk, Adliyenin karşısındaki evleri ve hanları doldurmuş muazzam kalabalığa temaşa ediyordu. Mahkeme saati yaklaştı ve aziz Üstad, hasretini her an bütün duygularımla hissettiğim büyük insan, tarihî şahsiyeti ve kıyafetiyle koridorun başında göründü. Telâşsız ve fütursuz, vakur adımlarla dimdik yürüyerek binlerce kendisini karşılayanları iki eliyle selâmlayarak mahkeme kapısına kadar geldi. Yanında üniversitede okuyan sadık talebeleri vardı. Mahkeme kapısı açılınca kendimi içerde buldum. Yüz kişilik yere binlerce kişi girmek istiyordu. Mahkeme reisi bu izdiham karşısında mahkemenin cereyan edemeyeceğini, salonun boşaltılmasını rica etti. Fakat hiç kimse istifini bozmadı. Birkaç dakika sükûttan sonra Üstadın dönüp taleberine bir bakması kâfi geldi ve kalabalık bir anda dışarıya çıktı. Fakat yine biz mahkemeyi içerde ayakta dinledik.

Akşehir Palas’ta...

“Üstadın Akşehir Palas’ta kaldığını öğrenince ertesi günü hemen otele gittim. Görüşmek istedim. Mahcubiyetimden ve heyecanımdan ısrar edemiyordum. Yanında kalan ve hizmet eden Üniversiteli Nur Talebelerine gıbta ediyordum. Ne olurdu ben de onların yanında bulunaydım, diye coşar bir arzu ile istiyordum. Kaç kere Akşehir Palas Oteline gittimse de orada görüşmek nasip olmadı.

Son Şahitler, c. 4, s. 385

08.04.2007


İhlâslı muhabbet

Zihin dünyamızda bir kavrama bazı anlamlar yüklenir. Çoğu zaman aldığımız eğitimin, çağın şartlarının, zamanın etkisiyle oluşur bu anlamlandırma. Bu anlamlar bahsedilen kavram için bir çerçeve oluşturur, bir sınır çizer. Sınırı geçmeye, çerçevenin ötesini görmeye kalkınca şaşırırsınız, afallarsınız. Bu, çoğu kez, bahsedilen kavramı daha güzel, daha derinlikli anlayabilmemiz için önümüze çıkan en büyük engellerden birisidir.

Nitekim Risâle-i Nur’da “şefkat”le ilgili bir bahis okunurken böyle bir engelle karşı karşıya olduğumu anlamıştım. Çünkü Risâle-i Nur’un anlattığı şefkat benim zihnimde oluşan şefkatten bir hayli farklıydı. Benim için birinci şok edici durum buydu.

Öncelikle benim dünyamda şefkat hep bir “acıma” anlamını çağrıştırıyordu. “Koruma, kollama, yardım etme, cömertlik” gibi manâlara denk geliyordu. Ve ne yazık ki bu anlamların ötesine pek geçemiyordu.

“Hem şefkat dahi, aşk gibi, belki daha keskin ve daha geniş bir tariktir ki, Rahîm ismine isal eder.” (26. Sözün Zeyli)

Şefkat aşk gibi diyordu. Nasıl olurdu?! Bu da ikinci bir şok oluyordu. Halbuki benim zihnim bunu kabullenmeye hiç de hazır değildi. Durum böyle iken üstüne üstlük “daha keskin” ve “daha geniş” olduğunu söylüyordu. Halbuki zihnimde aşktan ötesi yoktu. Halbuki, aşk en yüce duygu olarak kabul edilmişti (ettirilmişti). Acıma, koruma, cömertlik mânâsındaki bir şefkat nasıl olur da aşktan daha geniş ve daha keskin olabilirdi?

Bu iki şoktan nasıl kurtulabilirdim? Neyse ki yine Risâle-i Nur’un sayfaları arasında beni bu iki şoktan kurtaran ve “şefkat”in genişliğini biraz olsun anlayabildiğim satırlar mevcuttu. Ama aradığımı Mesnevî-i Nuriye’de bulacaktım:

“Her şeyde bir ihlâs var. Hatta muhabbetin de ihlas ile bir zerresi, batmanlarla resmî ve ücretli muhabbete tereccüh eder. İşte bir zat bu ihlâslı muhabbeti böyle tabir etmiş ‘Ve ma ene bil-bagî ale-l hubbi ruşvetun. Zaîfün hüve yübğa aleyhi sevabun’ Yani ‘Ben muhabbet üzerine bir rüşvet, bir ücret, bir mukabele, bir mükâfat istemiyorum. Çünkü, mukabilinde bir mükâfat, bir sevap istenilen muhabbet zayıftır, devamsızdır.’...” Hemen ilerleyen satırlarda ise şunları okuyacaktım:

“Hattâ hâlis muhabbet, fıtrat-ı insaniyede ve umum validelerde derc edilmiştir. İşte bu hâlis muhabbete tam mânâsıyla validelerin şefkatleri mazhardır. Valideler, o sırr-ı şefkatle, evlâtlarına karşı muhabbetlerine bir mükâfat, bir rüşvet istemediklerine ve talep etmediklerine delil; ruhunu, belki saadet-i uhreviyesini de onlar için feda etmeleridir...” (Mesnevî-i Nuriye-Zühre, Ayrıca 17. Lema’da da aynı yer geçiyor. Sonradan fark ettim)

Bu tür yerleri okuyunca artık şefkati muhabbetle beraber düşünebilmeye başlamıştım. Şefkatin kaynağında acıma vs... değil muhabbet vardı, sevgi vardı. Aslında muhabbetli şefkat, bütün o yukarıda bahsettiğim zihnimdeki mânâların hepsini kapsıyordu. Ama hepsi şefkatin mânâsına değil şefkatin sonuçlarına dönüşüyordu.

Bunu anlatırken Risâle-i Nur, yine gözümüzün önünde olan ve çok çarpıcı bir örnek verir: Validelerin şefkati. Hakikaten bir anne yavrusunu sever, ona şefkat gösterir. Şefkat gösterdiği için acır, onu her şeyi pahasına tehlikelerden korur. Yoksa acıdığı için şefkat göstermez. Çünkü şefkat Rahman-ı Rahîm tarafından annelerin yaratılışına konulmuştur. Yani zatında şefkat vardır. Şefkat göstermek için başka bir sebebe de gerek kalmaz aslında.

Peki ama şefkatin “aşktan da öte” olduğunu nasıl izah edecektik? İşte tam da bu noktada, Bediüzzaman Risâle-i Nur’da işin içine bir de “ihlâs”ı katıyordu. “... şefkat halistir, mukabele istemiyor, safî ve ivazsızdır.”(8. Mektub) Annelerin şefkatinin nasıl ihlâsla yüklü olduğunu belirtmeye bile gerek yok herhalde.

Oysa, aşkta ihlasa yer vermek çok zordur. Çünkü aşk karşılıklıdır. Karşılıklı olduğundan karşılık bekler. Hatta “Aşkın ağlamaları bir nevî taleptir, bir ücret istemektir.”(8. Mektub)

İhlaslı amellerin ihlâssız olanlarına ne kadar üstün olduğu Risâle-i Nur’da pek çok yerde detaylı bir biçimde anlatılmıştı. Aynen öyle de bir nev’î ihlaslı muhabbet olan şefkat de o derece ihlâssız aşktan üstündü. “Demek Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, Hazret-i Yâkup Aleyhisselâmın hissiyâtını ne derece Züleyhâ’nın hissiyatından yüksek göstermişse, şefkat dahi o derece aşktan daha yüksek görünüyor.” (8. Mektub)

Mânâsına muhabbet yön verince şefkatin hayalimin çok çok üstünde bir genişlik kazandığını az da olsa anlayabiliyordum. Araya “ihlâs” girince de şefkatin nasıl aşktan daha keskin ve daha derin bir yola dönüştüğüne dair açılımlar doğuyordu zihnime ve hatta kalbime ve ruhuma...

Ve böylece şefkatin neden Risâle-i Nur’un ve Risâle-i Nur eksenli hizmetlerin en büyük esaslarından biri olduğunu, meselâ neden Risâle-i Nur Hakikatinin dört hatvesinden birinin şefkat olduğunu daha iyi anlıyordum.

Risâle-i Nur bu kadar önemli ve kilit kavramları ne kadar da güzel bir biçimde Kur’ânî çizgiye getiriyor ve zihnimizi şartların ve zamanın kirlerinden arındırıp Kur’ân’a yakın ediyor değil mi?

[email protected]

Ahmet Tahir UÇKUN

08.04.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004