Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 09 Nisan 2007
Mehmet Fırıncı ve Mehmet Kutlular ; Mehmet Emin Birinci'yi anlattı...indirmek ve dinlemek için tıklayınız

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ

Güneş ve ay şaşmaz bir hesap üzerine hareket eder.

Rahman Sûresi: 5

09.04.2007


HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ

Yüzlerden sakının. Oralara vurmayın.

Câmiü's-Sağîr, c: 1, no: 103

09.04.2007


Ömür tayyaresi şimşek gibi geçiyor

İ’lem eyyühe’l-aziz!

İnsan, yaşayış vaziyetince, bir dağdan kopup sel içine düşen veya yüksek bir apartmandan düşüp yuvarlanan bir şahıs gibidir.

Evet, hayat apartmanı yıkılıyor. Ömür tayyaresi şimşek gibi geçiyor. Zaman da sel dolaplarını sür’atle çalıştırıyor. Arz sefinesi de, sür’atle giderken “Bulutların geçişi gibi geçip gider” (Neml Sûresi, 27: 88) âyetini okuyor. Sefine-i arz sür’atle yürürken, dünyanın gayr-ı meşru lezzetlerine uzatılan ellere zehirli dikenlerin batacağı düşünülsün. Binaenaleyh, o zehirli dünya oklarına bakıp el uzatma. Firâkın elemi, telâki lezzetinden ağırdır.

Ey nefs-i emmârem! Sana tâbi değilim. Sen istediğin şeye ibadet et ve istediğin şeyin peşine düş; ben ancak ve ancak beni yaratıp, şems ve kamer ve arzı bana musahhar eden Fâtır-ı Hakîm-i Zülcelâle abd olurum.

Ve keza, kader muhitinde uçan tayyare-i ömre veya hayat dağları arasında açılan uhdut ve tünellerinden şimşekvâri geçen zamanın şimendiferine bindirerek ebedü’l-âbad memleketinin iskelesi hükmünde olan kabir tünelinin kapısına sevk eden Hâlık-ı Rahmânü’r-Rahîmden medet istiyorum.

Ve keza, hiçbir şeyi duâlarıma, istigâselerime ve niyazlarıma hedef ittihaz etmem. Ancak küre-i arzı harekete getiren, felek çarklarını durdurmaya ve şems ve kamerin yerleştirilmesiyle zamanın hareketini teskin ettirmeye ve vücudun şahikalarından yuvarlanıp gelen şu dünyayı sakin kılmaya kadir olan kudreti nihayetsiz Rabb-i Zülcelâle duâlarımı, niyazlarımı arz ve takdim ediyorum. Çünkü, herşeyle alâkadar âmâl ve makasıdım vardır.

Ve keza, kalbime vaki olan en ince, en gizli hatıraları işittiği ve kalbimin müyûl ve emellerini tatmin ettiği gibi, akıl ve hayalimin de temenni ettikleri saadet-i ebediyeyi vermeye kadir olan Zât-ı Akdesden maada kimseye ibadet etmiyorum.

Mesnevî-i Nuriye, s. 94

Lügatçe:

arz: Dünya.

sefine: Gemi.

firâk: Ayrılık.

telâki: Kavuşma, buluşma.

nefs-i emmâre: Daima kötülüğü emreden nefis.

şems: Güneş.

kamer: Ay.

musahhar: Boyun eğdirilmiş, hizmetkâr kılınmış.

Fâtır-ı Hakîm-i Zülcelâl: Her şeyi hikmetle yaratan Celâl sahibi, Allah.

abd: Kul.

tayyare-i ömr: Ömür uçağı.

uhdut: Geçit, hendek.

şimşekvâri: Şimşek gibi.

şimendifer: Tren.

ebedü’l-âbad: Sonsuzlar sonsuzu.

Hâlık-ı Rahmânü’r-Rahîm: Şefkat ve merhamet sahibi Yaratıcı.

istigâse: Sığınma, yardım isteme.

küre-i arz: Dünya.

teskin: Sakinleştirme, durdurma.

âmâl: Emeller, arzular.

makasıd: Maksatlar.

vaki: Vuku bulmuş, gerçekleşmiş olan.

müyûl: Meyiller, yönelimler.

maada: Başka.

Bediüzzaman Said NURSİ

09.04.2007


Hapishane etrafında hıçkırarak dökülen gözyaşları-7

Said Nursî’yi tanıdıktan sonra bütün dünyası değişen Zübeyir Gündüzalp, Afyon Hapishanesi ile birlikte yeni bir döneme girdi.

Afyon, Akşehir’e yakın olduğu için Gündüzalp, sık sık Bediüzzaman’ı ziyarete gidiyordu. Her seferinde hadisenin seyri hakkında Ceylan Çalışkan’dan bilgi alan Gündüzalp, yapılması gerekenleri büyük bir titizlikle yapıyordu.

Gündüzalp anlatıyor:

“Konya’daki hizmetlere devam ederken, malûm Afyon Mahkemesi çıktı, mahkemeyi takip etmeye başladım. Hatta gider gelirken bazen, ‘Ya Rabbi, beni Üstadımın hizmetine kabul ettir’ diye dua ederdim.

“Üstadımız hapishanede iken dışarıda duramıyordum. Gelirdim, sürekli olarak hapishanenin etrafında dolanırdım. Sürekli kendimi tutamadan ağlardım. Bir gün yine, ‘Ya Rabbi beni Üstadımın hizmetine kabul ettir’ diye duâ ederken hıçkırık tuttu. Yemek yedim olmadı, abdest aldım olmadı, tuvalete gittim olmadı, zihnime başka şeyler getirerek durdurmaya çalıştım, yine olmadı. Doya doya ağlamam gerekiyordu. Afyon’da Hapishane kapısının dışında basamak gibi bir yer vardı, oraya oturdum ve hıçkıra hıçkıra ağlayarak rahatladım.

“Kapıdaki nöbetçi ağlamamı gördü. Başka bir şey zannetti, yanıma geldi bana dedi ki:

‘Kıyma canına, niye ağlıyorsun?’ Başka şey zannederek beni teselli etmeye çalıştı. Çok kere böyle olurdu.

Acı çeksin diye tutuklamıyor

Mehdi Halıcı anlatıyor:

1948 senesinde Afyon’da hapishane meseleleri olurken, biz İstanbul’da üniversite öğrencisi idik. Bizim orada Nurculuk faaliyetlerimiz oluyordu.

Babam da Afyon Hapishanesinde yatıyordu. Ben orada babama bir mektup yazmıştım. Mektupta babama, hapishanenin bir Medrese-i Yusufiye olduğunu, orada kalınan her dakika ve saniyenin büyük bir ecir kazandıracağını söylemiştim.

Bu mektup Afyon Savcılığının eline geçmiş. ‘Bir suça muhabbet etmek, sahip çıkmak’ iddiası ile ben de mahkûm edilmiştim. Mustafa Ramazanoğlu’nun öyle bir şeyi olmadığı halde o da tutuklandı.

Mustafa Ramazanoğlu ile birlikte Sultanahmet Hapishanesine girdik. Oradan da trenle Afyon’a hapishaneye götürüldük.

Afyon Hapsinde çok enteresan şeyler oluyordu. Afyon Sorgu Hâkimliği herkesi hapishaneye aldığı halde Zübeyir Ağabeyi bir türlü tutuklamıyordu. Bilerek tutuklamıyor, tâ ki acı çeksin, Üstadından uzak olsun.

Zübeyir Ağabey, kendisini tutuklasınlar diye cezaevinin etrafında dönüp dolaşıyordu. Bir türlü tutuklamıyorlardı. Hâkimin yanına geliyor, ‘Beni tutuklayın hapse girmek istiyorum!’ diyordu. Yine netice alamıyordu. Onun bütün arzusu, Üstadının yanında olmaktı.

Amaç şuydu: Zübeyir tutuklanacak, ama o tutuklandığı zaman içeride hiçbir Nurcu kalmamış olacaktı! Dolayısı ile içeride yalnızlık acısı çekecekti. Zübeyir Gündüzalp için en büyük acı, onu Bediüzzaman ve Nurculardan uzak tutmaktı.

“Kordonu yarıp Üstadın elini öpeceksin!”

Maznunlar duruşmalar için hapishaneden mahkemeye götürülürken, Zübeyir Gündüzalp her seferinde onlarla birliktedir. Kimseye hissettirmeden asker kordonunun içine giren Gündüzalp, Ceylan ile aynı hizada yürür, cebindeki kâğıtları ve mürekkebi ona vererek ondaki risâle ve mektupları alır. Gündüzalp, kimseye hissettirmeden tekrar dışarı çıkar.

Haydar Gündüzalp anlatıyor:

Üstadımız mahkemeye giderken yolda sıralı askerlerin arasında götürülürdü. Askerler, Üstadın yanına yaklaşıp elini öpmek isteyenleri dipçikle dövüyorlardı. Rahmetli Ağabeyim, bana bir cesaret vererek, “Haydar, korkmadan askerleri yarıp Üstadın elini öpeceksin!” dedi. Allah bana o anda cesaret verdi, askerleri yararak Üstada ulaştım ve elini öptüm. Dipçiği yedim, ama o hızla da yolun karşı tarafına geçtim.

Oradan Adliye Sarayına geldik. Mahkemenin vakti gelmediği için Üstadımızı alt kata aldılar. Bir odada bekleteceklerdi. Kapı bir türlü açılmadı. Bir saat uğraştılar. Bu vesile ile oraya gelenlerin hepsi Üstadımızın elini öptü.

İnönü’ye telgraf

Diğer Nur Talebeleri gibi hapse girmek isteyen Gündüzalp, bir türlü giremez. Afyon ziyaretlerinden birinde Ceylan Çalışkan’a meseleyi açan Zübeyir Gündüzalp, “Ceylan Kardeş! Ben de hapse girmek istiyorum, ne yapayım? Beni niye içeriye almıyorlar?” diye sorar. Ceylan Çalışkan da, “İnönü’ye bir telgraf çek, o zaman girersin!” der.

Akşehir’e gelen Gündüzalp, İnönü’ye telgraf çekerek kendi kendini ihbar eder. Gündüzalp, telgrafta şunları ifade eder:

“Siz ‘Nurcu, Nurcu…’ diyorsunuz. Burada—Akşehir—devletin resmî bir memuru var. O en büyük Nurcudur. ‘Devrimler’ diyorsunuz, ama burada devrimlerin temeline dinamit koyan bir PTT memuru var; kimse ilgilenmiyor.”

Telgraftan sonra Gündüzalp savcılığa havale edilir ve hemen tutuklanır.

Hapse girdiği için şükür secdesi

4 Mart 1948 tarihinde tutuklanan Zübeyir Gündüzalp, ilk tevkifinde on sekiz gün hapiste kalır. Gündüzalp artık tevkif edilmiştir. Afyon Hapishanesine girer girmez şükür secdesine varan Gündüzalp, daha sonra bir koğuşa verilir.

22 Mart 1948 tarihinde Afyon Cumhuriyet Savcılığı, kırk sekiz Nur Talebesinden otuzu hakkında takipsizlik kararı vererek serbest bırakır. Serbest kalanların arasında Zübeyir Gündüzalp de vardır.

—Devam edecek—

İbrahim KAYGUSUZ

09.04.2007


Üstadı ilk ziyaretim

Artık sabrım tükenmişti. Ne yapıp yapıp Üstadı görecektim. Aradan birkaç gün geçtikten sonra Fatih’e gittim. Reşadiye Otelini buldum. ‘Falan odada kalıyor’ dediler. Çıktım. Beni Abdullah Yeğin Ağabey karşıladı. Ve Üstadın hizmetinde bulunanların kaldıkları odaya götürdü. Üstad, kendi odasından bir ara abdest almak için çıkınca tekrar odasına giderken beni gördü. ‘Bu kimdir?’ diye sormuş olacak ki, biraz sonra beni çağırdılar, gittim. Titreyerek, çekinerek, ürkerek Üstadın odasına gittim. Elini öpmek için yaklaşırken bana işaret ederek ‘Otur’ dedi, oturdum. O esnada Hz. Üstad, Türk Milliyetçiler Derneği tarafından Süleymaniye Camii’nde okutulmakta olan Mevlid-i Şerifi küçük el radyosundan dinliyorlardı.

Mevlid yayını bitince kalktım ve büyük Üstadın elini öptüm. Hz. Üstad da alnımdan öperek nereli olduğumu ve ne yaptığımı sorunca dilim tutulmuştu. Orada beni tanıyanlar cevap verdiler. Risâle-i Nur’u okuduğumu, elimden geldiği kadar hizmet ettiğimi söylediler. Hz. Üstad bana dönerek:

“Seni, hem Zübeyir, hem Bayram, hem Ceylân, hem Hüsnü, hem Tahirî, hem de Abdülmuhsin gibi kabul ettim. Risâle-i Nur’a hizmet eyle” dedi.

Kendime geldiğim zaman, o mübarek zatın sıcacık eli hâlâ şakaklarımdaydı. Ruhumla birlikte bir anda bütün duygularımın yıkandığını hissettim. İkindi namazını oradaki arkadaşlarla kıldıktan sonra otelden ayrıldım. Bütün vücudumda bir hafiflik, bir rahatlık hissediyordum. Büyük Üstadın elini öpüp, onun mübarek duâsına nail olmanın huzuru ve saadeti gönlümde bambaşka ufuklar açmıştı. Hele bana iltifat ederek bizzat kendine hizmet eden has talebeleri arasına dahil etmesinin sevinci içimi daha bir başka yakmakta idi. Tarifi imkânsız bir saadete kavuştuğumu hissediyordum.

Kendimi Nurlara vermeliyim

Artık bundan sonra ben de kendimi Nurlara vermeliydim. Bu hayatımı Nur’un inkişâf ve teâlisi uğruna vakfetmeli, feda etmeliydim. Nasip, kısmet bu. Cenâb-ı Hakkın takdiri bu. Nereden, ne için İstanbul’a geldim? Nasıl, ne biçim hâdise ile karşılaştım. Elbette ‘Kader söylese ihtiyar-i cüz’î susar, iktidar-ı beşer konuşmaz.’ Bizim de ihtiyar-ı cüz’îmiz sustu. Ve iktidarımız elimizde olmayan bir istikamete itildi. Ve Nur’un, Nur cemaatinin, halis-muhlis mü’minler topluluğunun müşfik kucaklarına düştüm. Merhamet dağıtan sinelerine rabt oldum. Memleketin ücrâ bir köşesinde gerçekten ihtiyarımız harici karınca kararınca birkaç seneden beri yapmakta olduğumuz, daha doğrusu istihdam edildiğimiz kudsî hizmetin, cihanşümûl îman dâvâsının nurlu menbaını bulmuş, Allah’ın inayetiyle kafile-i Nur’a dahil olmuştum. Sevincim hudutsuzdu. Ehemmiyetsiz bir sebepten dolayı demek ki hıfz-ı İlâhî bizim gibi bir âcizi büyük Üstadın hizmetinde istihdam edecek bir kemter olarak kabul buyurmuş ki, böyle bir saadete nail oluvermiştim.

Halis niyetin kabule karin bir duâ olduğunu Risâle-i Nur’da okumuştum. Daha ilk Risâle-i Nur’u, üniversite Nur Talebelerini duyup onların hizmetlerinden bahsedilirken kalbimden geçirmiştim ki, ne olurdu ben de aralarında olsaydım. Nasıl onlar Üstada ve Risâle-i Nur’a hizmet ediyorlarsa ben de onlara hizmet edeydim. Cenâb-ı Hak bu niyetimin kabûlünü, Hz. Üstadı bilfiil ziyaret etmek sûretiyle gösterdi. Hadsiz hududsuz hamdü senâlar.

Son Şahitler, c. 4, s. 386

09.04.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004