25 Aralık 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Nejat EREN

“Sabitkadem” olmak ve istikamet çizgisinde kalmak


A+ | A-

“Sabitkadem olmak” ifadesi Nur’un birinci kâtiplerinden ve büyük sadakat ve istikamet kahramanlarından Hulusi Ağabeye ait bir ifadedir. Onu rahmetle yâd edip, o değerli zata büyük ışık ve rehber olan Risâle-i Nur Külliyatı ve aziz Üstadı bir derece zikredip, bu büyük deryalardan istifadeye çalışalım. Bu konuda bazı hissiyâtımızı birlikte paylaşmaya çalışalım.

Yaşadığımız asırda ve içinde bulunduğumuz toplum ve şartlarda istikamette durabilmek ve “müsbet çizgide” devam edebilmek tam bir babayiğitlik istiyor.

Bunun başarılabilmesi o kadar kolay bir konu değil.

Başarabilmek için en başta; büyük bir gayret, ciddî bir mesai, derin bir tahkik ve araştırma gerekiyor.

Arkasından; sağlam temellere dayanan bir ilim ve tecrübeye vukufiyet, çok iyi bir bilgi dağarcığı, güvenilir bir rehberi bulup takip etme kaçınılmazlığı geliyor.

Dahası; sarsılmaz bir irade, tahammül gücü yüksek bir sabır lâzım.

Daha sonra da vazgeçilmez bir bilgi birikimi ve tecrübe gelir. En sonunda da muhakemeli bir mantık ve teennî, itidal ve kapsamlı bir duruş ve tavır ortaya koymaya kesin ihtiyaç var.

Bütün bunları başarmazsak; yani “sabitkadem olup”, istikamette olamazsak o zaman hayatın bir gayesi ve neticesi de yok demektir. Çevremizde ve dünyada meydana gelen olayları doğru yorumlamayıp menfî şekilde etkilenmeden ayakta durmayı başarabilmek büyük ölçüde yukarıda sıralanan şartlara bağlıdır. Aksi takdirde, Allah korusun yanlışlar vadisine savrulmaktan kurtulamayız. Hayatımız adeta bir zindana dönüşüp, mânevî ızdırab ve cehennem girdaplarına yuvarlanır. Hâli hazırdaki toplumumuzun ve insanlığın hâli buna en güzel şahittir.

Ahmaklık ve hezeyanların, her nev'î kötülüğün kol gezdiği, görünüşte süslü lâflarla insanların kandırıldığı bir ortamda, istikamette kalabilmenin en önemli yollarından birisi olaylara, derin bir tefekkür ve geniş bir ufuk açısından bakabilmeyi başarabilmektir.

İmanın muhkem kalesinde durabilmek, itikatta “sâbit-kadem” olabilmenin tek ve değişmez yolu, ehl-i imanın imanına kuvvet vermek ve tuğyan gruplarının da kizb, hile ve hıdalarının (kandırmalarının) şiddetle karşısında durarak, insan olan insana ibret dersini verecek en münasip söz ve fikirleri bulup, bunları onların arasında yaymakla mümkün olur. Bunu başarabilmenin tek yolu da; tarihte olduğu gibi şimdi yine saadetin kaynağı olan manevî kitap ve rehberleri kalben tasdik edip, amellerimizle de onlara riâyet edip, uymaktır.

Her şeyin “maddiyâtla” değerlendirildiği ve bu yanlış yargı ve hükümlerden dolayı da insanlığın her geçen gün büyük belâ ve musîbetlere dûçâr olduğu açık bir vakıadır. Bu gerçeğin–-ister istemez—kabullenilmesi lâzım ki bir arayış başlasın.

Şu anda şaşkın beşerin, başındaki bunca ayıp, belâ ve musîbetten kurtuluş reçetesi ve çözüm yolu, çok kuvvetli ve etkileyici bir “tebliğ ve davet” yoluyla mümkündür. Tâ ki kendini mahveden bu stres ve çıkmazların defedilmesinin yollarından haberdar olabilsin. Ve bütün bunların tek kurtuluş reçetesi ve saadet kaynağının tevfîk-i Hüdâ’nın yoldaş olmasıyla mümkün olabileceğini idrak etsin.

Bundan dolayıdır ki, bu manevi sorumluluğu üstlenenlerin; nerede bulunursa bulunsunlar Allah’ın lütfuyla kaynağından aldıkları mânevî iman derslerini dinletecek bir muhatap bulmaya çalışmaları ve hakikatı neşir yolunda acizliğine ve fakirliğine bakmayarak, arkasından alacağı duâlarla elinden gelen her çareye başvurup müteselli olması gerekiyor.

Yoksa yalnız dünyevî vazifelerle uğraşmak, insanoğluna şimdiye kadar hiçbir saadet getirmediği gibi bundan sonra da getirmeyecek, aksine fıtratına tamamen ters ve olumsuz hareketler yaptığı için kat kat ceza ve belâlarla hayatı adeta bir zehire dönüşecektir.

Her geçen günümüzün fena ve fâni yüzünün ruh ve gönül dünyalarımızda derin tortu ve sıkıntılar bırakmaması için; iş işten geçmeden bir şeyler yapmamız gerekiyor.

Fevkalâde kabiliyetimiz olmayabilir. İstidatlarımız kısa, iktidarımız noksan olabilir. Bize düşen gücümüzün yettiği kadar, elimizden geldiği kadar halis bir niyetle “sabitkadem olarak” istikametle, doğru bildiğimiz yolda devam etmektir.

Bu yolda kalabilmek, yürüyebilmek, mesafe kat etmek gerçekten kolay değildir. Fakat karşılığındaki mükâfat ve rahmeti düşündüğümüz zaman; menzil-i maksuda erişebilmek için başka yol ve çaremizin olmadığı da acı ve kesin bir gerçektir. Yoksa “sübjektif” ve “indî” mütalâa ve yorumlarla yanlış yollara savrulmak ve vebal altına girme tehlikesiyle karşılaşmamız kaçınılmazdır. Allah muhafaza etsin. (Âmin.)

Bunun ilâcı ve merhemi ise, manevî haz kaynağı olan temel eserleri devamlı, dikkatli ve anlayarak okumak, okutmak, tefekkür etmek, okuduğunu hayata geçirmek ve en yakın çevresindeki dostlarından başlayarak o güzel hakikatleri hemcinsleriyle paylaşmaktır. Okumanın derin hazzını hayat boyunca devam ettirmek dilek ve temennisiyle.

25.12.2009

E-Posta: [email protected]



Ali FERŞADOĞLU

Ruh sağlığı ve imân


A+ | A-

Kimileri rûhî sıkıntı ve hastalıkları alkol ve benzeri maddelerle tedâviye yelteniyor! Oysa, onlar beden ve rûh sağlığını direkt bozuyorlar.

Modern tıp; “Rûhî alandaki stres, kurdeşenden kansere kadar birçok hastalığın sebebi olduğuna göre; en tesirli iki yoldan birincisi tıbbî müdâhale, ikincisi de problemleri kendi kendine çözme yoludur. Bunda da en etkili unsur dinî inançtır”1 diyor. Duygularımızdaki dengesizlik ve karışıklığı kaldırıp sağlığa kavuşmanın en iyi yolu mânevî hayata önem vermek ve inanmaktır. Çünkü, “yüksek imân gücü”, rûh ve beden koruyucu sağlık vazifesi de gören savunma sistemine enerji sağlar.

Geçtiğimiz senelerde, Belçika/Antwergen meşhur Tropikal Hastalıklar Enstitüsü’nden Prof. Aimee De Muynck, Müslümanlar üzerinde hazırladığı bir araştırma sonucunda, dindar Müslümanların daha uzun yaşadıklarını ortaya koydu. Belçika’da yaşayan 980 Türk ile 851 Fas asıllı Müslüman üzerinde hazırladığı araştırma sonucunda, dinini bilen ve yaşayan Müslümanların sağlıklarının diğer Müslümanlara oranla daha iyi olduğunu tesbit etti: “Din sağlık demektir. Derin inançlı Müslümanlar genellikle sigara, içki ve uyuşturucu kullanmıyor. Sosyal hayatları fazla, ama sosyal problemleri ve en önemli sıkıntı ve stresleri yok denecek kadar az.” Zaten tıbbın da tesbitlerindendir: Maddî hastalık, meraka (üzüntü, strese) dayanır ve devam eder. Merak gitse, o maddî hastalığın mühim bir kökü kesilir; hafifleşir. Merak kesilmesiyle, o hastalığın onda dokuzu gider.2 Pekçok psikolojik rahatsızlık da ortadan kalkar.3 Filozof William Cames de, “Şüphesiz üzüntünün başlıca ilâcı din ve imândır” sözüyle bu gerçeğe dikkat çekmiş. Gandhi, “Duâ ve ibâdet olmasaydı ben çoktan çıldırırdım” der. Dr. Mazhar Osman, “Mutedil, sâlih itikada mâlik dindar bir şahıs, sinirlerini metin bir zırhla muhafaza eder” 4 der.

İnsan mânevî dengeler içinde bulunmazsa, bütün olarak uyumunu, davranış düzenini kaybeder.5 Stres doğurabilecek büyük hâdiseler karşısında dindar kişilerin daha mukavemetli olduğu; nevrozlara, dindarlardan daha çok ateist veya agnostik kişilerde rastlandığını istatistikî rakamlar ortaya koymuştur.6 Ancak eğer din yaşanırsa kişiyi kurtarır.

Dini inancı olmayan bir sabun imâlâtçısı, bir vaize:

“Sizin anlattığınız dinin, dünyaya iyilik getirdiği görülmüyor! Bunca zaman geçmesine rağmen, dünya kötülerle dolu.”

O sırada, çamur içinde oynayan bir küçük çocuğun yanından geçiyorlarmış. Vaiz demiş ki:

“Sabunun da pek bir fayda getirmediği anlaşılıyor. Zirâ, dünya pis ve pislerle dolu!”

“Ama, sabun kullanıldığı zaman faydalıdır.”

“Evet, din de aynen öyledir. Eğer öğrenilir, anlaşılır, yaşanır ve uygulanırsa dünyaya ve herkese iyilik getirir.”

Dipnotlar:

1- Prof. Dr. Necati Öner, Stres ve Dinî İnanç, TDVY, 3. bask., Ank., 1988, s. 11-14.

2- Lem’alar, s. 211.

3- Dr. Norman Vicent Peale, Olumlu Düşünmenin Gücü, Sistem Yay., İst., 2001, s. 88.

4- Dr. Mehmet Tevfîk, Rûhî Bunalımlar ve İslâm Ruhiyâtı, s. 27.

5- Prof. Dr. Sabri Özbaydar, İnsan Davranışının Sınırları ve Spor Psikolojisi, Altın Kitaplar Yay., 1983, s. 23.

6- Prof. Öner, s. 14.

25.12.2009

E-Posta: [email protected] [email protected]



M. Latif SALİHOĞLU

Komünizme (.); Kemalizm (...)


A+ | A-

Rusya'da 1917'deki "Büyük Ekim Devrimi" ile başlayan komünist rejim, 25 Aralık 1991'de SSCB'nin dağılmasıyla birlikte tarihe karıştı.

Çarlık Rusyası'nın yıkılmasıyla resmî adı Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliğine (SSCB) dönüşen komünist Rusya, kendi içinde 16 özerk bölgeden oluşuyordu.

Bu geniş coğrafyada yaşayanların çoğunluğu Ruslardan müteşekkildi. Rusları ise Tatarlar, Ukrainler, Çuvaşlar, Başkurtlar ile Mordovlar takip ediyordu.

Komünist rejim, çevresine korku ve dehşet savurarak, bünyesine yeni bölgeleri, yeni cumhuriyetleri dahil etti.

Zaman içinde sayısı 15'i bulan bu yeni devletlerin isimleri şöyle: Azerbaycan, Beyaz Rusya, Ukrayna, Rusya Federasyonu, Ermenistan, Gürcistan, Kazakistan, Kırgızistan, Moldova, Özbekistan, Tacikistan, Türkmenistan, Estonya, Letonya, Litvanya.

Komünist Rusya'sı, bu haliyle dünyanın gerek nüfus (Haziran 1991'de 300 milyon), gerek toprak (22 milyon km2) ve gerekse askerî (Kızıl Ordu) bakımından dünyanın en büyük devletlerinden biri haline geldi.

1917'de Lenin, Stalin ve Troçki ile faaliyete başlayan "Komünist Komite", etrafı demir perde ile örülen bu büyük dünyayı yaklaşık 70 yıl müddetle "demir yumruk"la yönetti.

SSCB'nin son Devlet Başkanı Mihail Gorbaçov'un 1985'te iktidara gelmesiyle birlikte, demir perde yırtılmaya ve demir yumruk pörsümeye başladı.

Artık komünist rejim yıkılmaktan ve SSCB dağılmaktan kurtulamazdı. Zira, ömrü bu kadardı.

Gorbaçov, iktidara geldikten bir yıl kadar sonra perestroika (yeniden yapılanma) ve glasnost (açıklık) adını verdiği reform çalışmalarına hız verdi. İlk başta, komünist rejim muhaliflerine af çıkartı. Sakharov ve ailesi gibi tanınmış kişilerin sürgün cezasını kaldırttı. Böylelikle, yeni bir dönemin ciddî işaretlerini vermiş oldu.

Kademeli şekilde uygulanan "Perestroika/Yeniden Yapılanma" çalışmaları, yaklaşık altı sene sürdü. Altı sene sonunda, 15 ülkenin dahil olduğu "Bağımsız Devletler Topluluğu" teşkil edildi. Baltık ülkeleri (Estonya, Letonya, Litvanya) bu teşekkülün dışında kaldı. Gürcistan ise, 1993–2008 yılları arasında dahil olduğu bu birlikten, ağır bir bedel ödeyerek (Güney Osetya Savaşı) ayrıldı.

* * *

Gorbaçov, 25 Aralık (1991) günü SSCB Devlet Başkanlığı görevinden ayrıldığını resmen ilân etti. Böylelikle, komünist rejim de çöktü ve tarihe karışmış oldu.

Komünist rejimin vasatî ömrü 70 yıl kadardı. Zira, Rusya dışındaki diğer komünist yönetimler de 1980'li yıllardan itibaren, ardı ardına yıkılmaya, dağılmaya başladı.

* * *

Komünist ile Kemalist rejim, tıpatıp aynı olmamakla beraber, ikisi arasında benzer bazı yönler var.

Her ikisi de dine muhalif, diktacı, totaliter ve militarist karaktere sahiptir.

Karşılarında muhalif görmek istemezler. Hatta, muhaliflere hayat hakkı dahi tanımazlar. Muhalif kesimden öldürdükleri insan sayısının haddi hesabı yoktur.

Komünist rejim ile Kemalist rejimin tarih sahnesine çıkışları da aynı döneme rastlar. Özellikle 1920'lı, 30'lu, 40'lı yıllar, her iki rejiminde zirveye çıktığı, tavan yaptığı dönemlerdir.

Komünist rejim, 1980'den itibaren inişe, 1991'de ise finişe geçti; 25 Aralık'ta, bu rejime son nokta konuldu.

Yaklaşık doksan yıllık bir ömre sahip olan Kemalist rejim ise, millet eliyle 1950–60 arasında ağır bir darbe yemiş olmasına rağmen, resmî cenahta hayatiyetini muhafazaya (...) şeklinde devam ediyor.

Doksan yıldır dindarlara kan kusturan Kemalizm, halihazırda dindarların omuzları üzerinde yaşatılmaya çalışılıyor. Meselenin en tuhaf, en garip olan yanı bu olsa gerektir.

Lozan'ın "Azınlıklar" maddesi

İsviçre'nin Lozan şehrinde 24 Temmuz 1923'te imzalanan uluslararası anlaşmaya göre, "Azınlık Hakları" diye tâbir edilen "gayr–ı müslim" vatandaşların dinî, hukukî, sosyal ve kültürel hakları, Türkiye devletinin koruması altında tutulacak.

Azınlık haklarına dair bilgiler, Lozan Antlaşmasının 37–44. maddelerinde detaylı şekilde ifade ediliyor.

Bugün, birçok yönden tazyik ve tehditlerle karşı karşıya bulunduğunu yüksek sesle söylemeye başlayan Fener Rum Patriki Bartholomeos'un da hakkıyla uygulanamamasından dert yandığı bu maddelerde, ana hatlarıyla şu ifadeler yer alıyor:

1) Türk hükümeti, Türkiye'de oturan vatandaşlar arasında din, dil, soy ayrımı yapmaksızın, herkesin hayat ve hürriyetini korumayı, bunları tam ve eksiksiz olarak sağlamayı kabul eder.

2) Türkiye'de oturan herkes, din veya mezhebinin gereklerini, kamu düzeni ve genel ahlâka aykırı düşmemek şartıyla, ister açıkça, ister gizli olarak, hür ve serbest şekilde yerine getirme hakkına sahiptir.

3) Müslüman olmayan grup ve cemaatlere mensup kimseler, Türk vatandaşlarına sağlanan dolaşım ve göç etme gibi haklara sahiptir.

4) Müslüman olmayan azınlıklara mensup Türk vatandaşları, Müslümanların yararlandıkları her türlü medenî, hukukî, ticarî, sosyal ve siyasal haklara, özellikle kamu hizmet ve görevlerine kabul edilme, yükselme, onurlandırma, ya da çeşitli meslek ve iş kollarında çalışma, sanayi ile uğraşma gibi haklara sahiptir.

5) Resmî dil mevcut olmakla birlikte, Türkçe'den başka bir dille konuşan azınlık vatandaşlarına, sosyal hayatta ve özellikle mahkemelerde kendi dillerini sözlü olarak kullanabilmeleri için gereken kolaylıklar sağlanmalıdır.

6) Müslüman olmayan azınlıklara mensup Türk vatandaşları, giderleri kendilerine ait olmak üzere, her türlü hayır kurumuyla, dinî ya da sosyal kurumlar, her türlü okul ve buna benzer öğretim ve eğitim kurumları kurmak, yönetmek ve denetlemek ve buralarda kendi dillerini serbestçe kullanmak, dinî ayinleri serbestçe yapmak gibi hususlarda, Müslümanlarla eşit hakka sahip olacaklardır.

7) Bir anlaşmazlık olması halinde, Türk Hükümeti ile Milletler Cemiyeti Avrupa hukukçuları arasından birlikte seçecekleri bir hakem heyeti, üst kurul olarak kabul edilecek ve bu kurul söz konusu anlaşmazlığı gidermeye çalışacak.

EK MADDE: Lozan Antlaşmasına "Ek Protokol" mahiyetinde dahil edilen bir maddeye göre, Türkiye'deki Rumlar ile Yunanistan'daki Türkler, isteğe bağlı olarak mübadele/yer değiştirme haklarına sahip kılındılar. Bu maddeye istinaden, 400 bin Türk ile 1.5 milyon Rum nüfus yer değiştirdi.

25.12.2009

E-Posta: [email protected]



Halil USLU

Numune-i imtisâl anne ve düğün


A+ | A-

Konuştuğum bütün düğünlerde ve aile hayatı ile ilgili konferans ve seminerlerimde yurt içi ve yurt dışında, özellikle ailede annenin önemini ve annenin vazifelerinin mihenk noktasını söylemişim ve hâlen söylemekteyim. Çünkü tecrübeler ve şahit olduğumuz hadiseler ve hatıralar, bu sözlerimizin hamurudur. İki hafta önce gerçekleştirdiğimiz yine buna benzer ve hatta bunu teyid eden bir çalışmamızı sizlere ve gençlere bir ders-i ibret olarak yazmak istiyor ve paylaşmak istiyorum.

Nevşehirli İbrahim Altunbaş Ağabeyimiz 9 Kasım 1997 yılında geçirdiği bir kalp ameliyatından sonra 47 yaşında vefat etti ve hayatı tevafuklarla dolu olan ağabeyimiz Nevşehir Belediye sınırları içindeki yeni kabristanda 47 nolu kabre Fatihalarla defnoldu. Geriye bir hanımı ve Bilâl, Nuri, Mustafa isimli üç erkek evlâdını bırakarak... İman-Kur’ân ve neşriyat hayatında büyük hizmetler yaparak hakka vuslat etti.

Eşi Düriye Hanım çok merhametli, çok şefkatli ve numune-i imtisal bir hanımefendi kardeşimiz ve ablamız. Her şeye rağmen kendisinin ve evlâtlarının ayakta kalmasını sağladı. İnancından, imanından, gayret ve hizmet şevkinden hiçbir şey kaybetmedi. Bir annenin kollarının ne kadar kopmaz ve uzun olduğunu gördük. Evlâtlarını maddî-mânevî olarak bağırlarına bastı ve onların ahlâkî yapıları ile birlikte iş sahibi olmalarına da yardımcı oldu.

Evvelâ Bilâl Altunbaş kardeşimizi evlendirdi, ardından bundan iki hafta önce ikinci evlâdı Nuri Altunbaş kardeşimizi de evlendirdiler. Her iki genç kardeşimizin de nikâhlarında nikâh şahitliği yaptım ve günün mânâ ve ehemmiyeti üzerinde “Aile Hayatı ve Hz. Peygamber” başlıklı birer hitabede bulundum. Şükürler olsun, Allah’a hamd ettim, imanla ebedî âleme irtihal eden bir ağabeyimizin evlâtlarının düğünlerinde bu mânâda bunduğumdan ve dâvet edildiğimden dolayı.

Her iki kardeşimizin düğünleri de yine örnek ve numune-i imtisâl düğünlerdi. Nikâh töreni, ardından Kur’ân-ı Hakim’den aşr-ı şerifler, duâlar, ilâhiler ve günün mânâ ve ehemmiyeti ile ilgili ışık tutacak konuşmalar, takılar ve ikramlar. Türkiye’deki bazı düğün manzaralarını yazılı ve görsel basında bütün detayları ile görmekteyiz. Bazılarını hayret ve dehşetle izlemekteyiz. Silâhlar, yaralılar, yerlere atılan dolarlar ve kırılan tabaklar vs.’ler.

Gerek bizim nazara verdiğimiz Altunbaş ve Varır ailelerinin düğün tarzlarına, gerekse vefat eden kocasının ardından çocuklarına her cihetle şefkat kollarını açıp sahip çıkan ve bu nev'î düğünlere vesile olan Düriye Hanımefendi gibi mümtaz annelere bütün âlemde ihtiyaç vardır. Salonda benim konuşmamı alkışlayanlara dedim ki: “Gerçek alkışlanacak biri varsa, o da Düriye ablamızdır, onu alkışlayın onu. Çünkü bugünkü genç bayanların örnek alacağı bir annedir, bir abladır, bir hanımefendidir.”

Düğündeki konuşmamda da işaret etmiştim. Bugün 300 milyonluk ABD’de her 4 kişiden biri boşanıyor. 83 milyonluk Almanya’nın yüzde 10’u boşanıyor. Belçika’da geçtiğimiz yıl evlenen 100 kişiden 74’ü boşanmış. İngiltere’den 1 milyar 300 milyonluk Çin’e kadar böyle. Aile hayatı içler acısı. TBMM sokak çocukları komisyonunun tesbitine göre, dünyada sokaklarda bulunan 100 milyon başı boş çocuğun 26 bini Türkiye’de, ya dağlara çıkıyorlar yada hapishanelere veya batakhanelere düşüyorlar.

Çağın büyük İslâm mütefekkiri Hz. Bediüzzaman, Sözler eserinde mükerrer yerlerde aile hayatının ayakta kalması için çok kısa ve veciz olarak şu tesbitte bulunmuştur: “Refika-i hayatına merhamet ve muhabbet edeceksin.” Ayrıca çıkış yolu için de 21. ve 7. Mektub’u gösteriyor. Bu düşünceler içinde, Altunbaş ve Varır ailelerini ve emeği geçen her cengâveri bütün kalbimle tebrik ediyor ve mutluluklar diliyorum.

25.12.2009

E-Posta: [email protected]



Süleyman KÖSMENE

Sırat köprüsü nedir?-2


A+ | A-

Ömer Öçalan: “Sırat Köprüsü üzerinde durur musunuz? Sırat Köprüsü nedir? Nasıl bir köprüdür?”

Sırat Köprüsü ve Sırat Köprüsünün keyfiyeti hakkında uzunca bir hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz (asm) haber veriyor ki:

“Kıyamet Gününde insanlar bir araya toplanacaklar. Rabbimiz: ‘Her kim her neye tapıyor idiyse onun ardına düşsün!’ buyuracak. Artık kimi güneşin, kimi ayın, kimi taptıkları tağutların peşine düşecekler. Yalnız bu ümmet, içlerinde münafıkları da olduğu halde yerinde kalacak. Allah onlara: ‘Ben sizin Rabbinizim!’ buyuracak. Onlar da: ‘El-Hak, Sen bizim Rabbimizsin!’ diyecekler. Allah Teâlâ’nın onları dâvet buyurması üzerine dâvete uyacaklar. Cehennemin tam ortasına Sırat (köprü) kurulacak. Ümmetini onun üstünden en evvel geçirecek ben olacağım. O gün dehşeti ve korkusu sebebiyle peygamberlerden başka hiç kimse konuşamayacak. Peygamberlerin o günkü duâları da: ‘Allahümme sellim, sellim’ (Allahım esenlik ver, Allahım kurtar!) olacaktır. Cehennemde sa’dân dikenlerine benzer çengeller vardır. Bu dikenlerin ne kadar büyük olduklarını ancak Allah bilir. (Değişik rivâyetlerde: Onlara, “Nurunuzun miktarına göre kurtuluşa koşun!” denilir. Mü’minlerin kimi göz kırpacak kadar zaman içinde, kimi şimşek gibi, kimi rüzgâr gibi, kimi kuş gibi, kimi ala-yörük cinsi bir at gibi, kimi deve gibi sür'atle geçerler. Nihayet nûru yalnız ayaklarının başparmağında olarak verilen kimse yüzü koyu yürüyerek elleri ve ayaklarıyla emekler ve bir kolunu çekse öteki kolu, bir ayağını çekse öteki ayağı takılır ve kurtuluncaya kadar ateş yanlarına çarpar durur. Kimi yürüyerek, kimi karnı üstünde sürünerek geçer de: “Ya Rab! Beni neden bu kadar geç bıraktın?” der. Cenâb-ı Rabbü’l-Âlemîn: “Seni geç bırakan kendi amelindir!” buyurur. O gün münafıklar iman edenlere, “Lütfen bizi bekleyin de, nurunuzdan biz de istifade edelim” derler. Fakat kendilerine: “Geriye dönün. Nûru orada arayın” denilir.) Bu çengeller insanları kötü amellerinden dolayı kapıp alırlar. Bunlardan kimi, kötü ameli dolayısıyla helâk olur. Kimi hardal gibi ezildikten sonra kurtulur. Nihayet, Allah ateşe girenlerden kimlere rahmet buyurmayı dilemişse onları çıkarır. Meleklere, dünyada iken Allah’a ibadet etmiş olanları çıkarmalarını emreder. Melekler de onları çıkarır. Melekler onları secde izlerinden tanırlar. Allah Teâlâ secde izlerini yiyip mahvetmeyi Cehennem ateşine haram kılmıştır. Cennet ile Cehennem arasında yüzü ateşe dönük bir kimse kalır. Ki o, Cennete gireceklerin sonuncusu olacaktır. O kimse:

“Yâ Rab! Yüzümü şu ateşten döndür. Kokusu beni zehirleyip duruyor. Alevi beni yakıp duruyor” diyecek. Adamcağız mütemadiyen duâ ve niyaz yapmaya devam edecektir. Sonunda Allah Teâlâ:

“Bu senin dediğin yapılacak olursa, acaba başka bir şey istemeyecek misin?” buyurur. Adam:

“Celâl ve İzzetine yemin olsun ki, hayır!” diyecek. Allah onun yüzünü Cehennem ateşinden Cennet’e doğru döndürünce Cennet’in güzelliğini görecek. Başlangıçta bir süre hayâ ettikten sonra: “Yâ Rab, beni Cennetin kapısına yaklaştır” diyecek.

Allah: “Evvelce başka bir şey istemeyeceğine dair yemin etmiş değil miydin?” diyecek. Adam: “Yâ Rab! Mahlûkatının en bedbahtı ben olmayayım” diyecek. Allah:

“Bunu da verirsem başka bir şey isteyecek misin?” diyecek. Adam:

“İzzet ve celâline yemin olsun ki, hayır!” diyecek.

Cenâb-ı Allah onu Cennetin kapısına yaklaştıracak. O kimse, Cennetin kapısına varıp da, Cennetteki eşsiz güzelliği ve letâfeti, içindeki hadsiz sevinci ve neşeyi görünce, bir süre utancından susacak, ama sonra:

“Yâ Rab! Beni içeriye al!” diye duâ edecek. Allah:

“Âdemoğlu! Sen ne sözünde durmaz kimsesin! Sen verdiğimden başka hiçbir şey istemeyeceğine dair yemin vermiş değil miydin?” buyuracak. Adam:

“Ya Rab! Mahlûkatının en bedbahtı olmayayım” diyecek ve duâ ve niyazına ısrarla devam edecek. Nihayet Cenâb-ı Hak onun da Cennete girmesine izin verecek. Ona:

“İste!” buyuracak. O da uzun boylu isteklerini dile getirecek. Ne arzu ediyorsa isteyecek. İstekleri bitince, Allah Teâlâ: “Bunlardan başka şunu da, şunu da, şunu da, bunu da iste!” buyuracak. İsteyeceği güzel şeyleri Cenâb-ı Hak onun aklına getirecek. Nihayet adam bunları da isteyecek. Adamın istekleri bitince Allah Teâlâ: “Bunların hepsi ve on misli kadar isteklerin hepsi senindir” buyuracaktır.1

Dipnot:

1- Buhârî, 2/450.

25.12.2009

E-Posta: [email protected]



Şükrü BULUT

Ahirzaman dinsizleri ırkçıları kullanıyor


A+ | A-

Bediüzzaman Hazretleri ırkçılık hastalığını “frengî” olarak niteliyor. 19. yüzyıldan itibaren başta Avrupa ve Asya olmak üzere dünya felâketini netice veren bu illetin geldiği coğrafyayı haber veren “frenk illeti” tanımı çok önemlidir. Çok ilginçtir ki, bu sosyal hastalığın “semavî dinlerle” irtibatı varmış gibi propaganda edilmiş olması, ırkçılığın hem mahiyetini ve hem de neticelerini zihinlerde karıştırmıştır.

20. yüzyıl bolşevizminin köklerine indiğinizde, ırkçı dinsiz feylesofların tezleriyle karşılaşırsınız. Kemalizmde de aynı şeyi görürsünüz. Kemalist devletin hazırlık aşamasını incelediğinizde ırkçı Batı kültürünün ileri karakolları vaziyetindeki Selanik ve Manastır'ın bu sürece büyük katkılarını müşahhas örnekleriyle müşahede edebilirsiniz. Söz konusu ırkçı kültürü neşreden yüze yakın gazete ve dergi neşredilir o günlerde. Hatta birçoğu Batı dillerinde. Balkanlar’dan payitahta doğru akan bu kültürün neticesinde İstanbul'da vuku bulan kültürel meydan savaşları çok önemlidir. Daha doğrusu Kemalizmin ön hazırlığını dikkatlice incelediğinizde, nasıl “ırkçılık üzerine” bina edildiğini gayet rahatlıkla anlarsınız.

Osmanlı bakiyesi coğrafyadaki ırkçılığın dinlerle çatışması, çok uzun ve geniş çalışmaların konusudur.

Yalnız burada, bu habîs illetin Arap dünyasındaki etkilerine kısaca bakmakta büyük fayda var. Henüz İngilizlerin işgalinde iken yaygın kültürle Arap gençliğine aşılanan bu hastalığın asıl belirtileri, bu coğrafyanın kısmî bağımsızlığa kavuştuğu zamandan sonra ortaya çıkar. Mısır, Lübnan, Tunus ve Irak'taki siyasî yapılanmaların da Anadolu'da olduğu gibi “Arap ırkçılığı” üzerine bina edildiğini Baas rejimiyle herkes müşahede edebilir. Baasçıların, Kemalistlerin ve Fars milliyetçilerinin temelde daha çok İslâmiyete düşman olmaları, ırkçılık hastalığının ortak bir neticesi olsa gerek.

Günümüze gelince…

İsterseniz önce Batıda olup bitene göz atalım. Meşhur komplo teorisyeni Samuel Huntington'un “Doğu-Batı çatışması” global bir ırkçılık tezi üzerine oturmalıydı. Üstün ırkların meydana getirdiği üstün Batı kültürünü Asyalıların üzerine saldırtan bu düşüncenin temelinde yine ırkçılık önemli yer tutuyordu. 11 Eylül’ün doğurduğu neocon orijinli siyasetçilerin belirgin iki özelliği ortaya çıkıyor: Birisi semavî dinlerle aralarına koydukları mesafe ile o dinleri cemiyeti hayatından silme çabaları. İkincisi ise ırkçılık. Sarkozy'nin eski sömürge valileri edasıyla Afrikalılara posta koyması da, Angela Merkel'in ülkedeki bütün Asya kökenlileri “Leit Kultur”a (hakim kültüre) biata çağırması da ırkçılık dışında ne ile izah edilebilir ki…

Avusturya'daki İslâm karşıtı seslerin, Hollandalı fitnekârın, İsviçre'deki referandumun ve Belçika'da zaman zaman ortaya çıkan İslâmofobi hareketlerin kaynağında dinsizlerin ırkçılığı kullanmaları yatıyor, kanaatindeyiz. Bilhassa Avrupa çıkışlı ahirzaman dinsizliğinin kendisini tutamayarak “Hıristiyanlık değer ve sembollerine de” saldırması, bu saldırgan dinsiz hareketi ele veriyor. Hindistan, Uzakdoğu ülkeleri ve hatta gayr-ı müslim Afrika kültürünü zenginliğe katkıda bulunan “çeşni” kabul edenlerin “semavî dinlere” tahammülsüzlüğü, ortada salt bir ırkçılık hastalığından ziyade bir “imansızlık ve saldırgan dinsizlik” illetinin var olduğunu dikkatli nazarlara gösteriyor.

Bizde ise…

Yirmi beş-otuz dil ve ırktan oluşmuş ve İslâm ortak paydasında ittifak etmiş bir coğrafyayı dinden soyutlamanın “ana aygıtı” olarak Türkçülüğün vatanımızda nasıl kullanıldığını tarih araştırmacıları ortaya koyacaktır. Hatta bazı tarikatların bile bu fikre nasıl itildiğini, sofimeşrep insanlardan nasıl “Türk ırkçıları” çıkarıldığını, zamanı güzelce yorumlayan tahliller hapimize gösterecektir. Fakat neticede, Devlet-i Âliyeden adeta intikam alma duygusuyla hareket edildiği kanaatine varıyoruz. Yüzde yetmişi gayr-i Türk olan bu vatandaki sair unsurları Türklere saldırtmak fikri, çok ince ayarlanmış bir tuzak değil mi?

Global dinsizlik hareketinin imkân ve gayretleriyle otuz seneyi aşkındır yapılan çalışmaları Kürtlere mâletmeyi beceren Kemalistlerin hangi saik ile dağlara taşlara ırkçılık sloganları yazdıklarını sormamayı Türk milletine suikast olarak değerlendirenler elbette haklıdırlar. Dünyanın Ortadoğu’su sayılan Van, Bitlis ve Diyarbakır gibi vilâyetleri emniyetsizleştirip uluslar arası istihbarat örgütlerinin oyun alanı haline getirerek ve buradaki musîbetzede halkı da inciterek belli bir hedefe yürümek isteyenlerin; Avrupa ve Türkiye'deki dinsizler olduğunu inşaallah bütün Türkiye anlayacaktır.

Türkiye'yi öten beri tek başına zaptedemeyen Kemalizmin, mütemâdiyen haricî unsurlardan yardım aldığı bir vakıâdır. Bu yardımı ister İngilizler, ister Troçki'nin bolşevikleri, ister Marksist ırkçı Kürtler, isterse neocon ve neoliberaller versin; bütün bu birliktelikler bir hakikati ortaya koyuyor. Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde yaşayan insanlar İslâm ortak paydasında ittifak ederlerse, Kemalistler ister istemez devredışı kalacaklar. Ülkenin demokrasiye geçişini engellemek için var güçleriyle AB´ye karşı olanların kimliklerine iyi bakmamız gerekiyor: Sarkozy, Merkel, Kemalistler, gayr-i Kemalist ulusçular, neocon ve neoliberal uzantılı oluşumlar… İlle de geleneksel ve klâsik ırkçılık yapmaları gerekmiyor. Kültürel ırkçılık daha dehşetli, zalimâne, tahripkâr ve hattâ yok edici değil mi?

25.12.2009

E-Posta: [email protected]



Rifat OKYAY

Hepimize iyi gelmeli...


A+ | A-

Allah nazarında kıymeti olan kulluğu ve itaat-ü inkıyadı olan insan mükerremdir, muhteremdir, mübarek ve azizdir.

Böyle bir insan ise çok değerli Rabbinin, Hâlık-ı Rahiminin değer verdiği önemsediği bir kuldur.

Yokluk âleminden varlık âlemine, maddeden hayata, zerreden hücreye, ceninden bebekliğe, sabiilikten gençliğe, vasatî yaştan ihtiyarlığa, ölümle kabre, iyi ve kötü hallerle berzaha, kıyametle haşir meydanına, hesap ve mizanla, Bir Rahman-ı Rahimin af, şefkat ve merhametine acz, fakr ve zaafiyetle yalvarmaya, niyaz etmeye mahkûm insandır.

Hep insanlardan insanlık bekleyenler evvelâ kendileri insan olup insanlık yapmak zorundadırlar.

Âlem her zaman başkaları adına iyi olabilir... Önemli olan kendi adımıza kendi âlemimizi güzelliklerle, iyiliklerle süsleyebilmektir.

Neden nimetlendiğimiz noktada Allah’a isyan ve itaatsizlik de bulunuyoruz ki? Hani tabiri diğerle fazla mı geliyor...

Hedefde ikram edici karşısında elden geldiği kadar mükerrem olmamız olmalıdır.

Biz eğer ihsan edici karşısında eğilip O’nun emirleri doğrultusunda hareket edemiyorsak, bizim vay halimize...

Şükür ve hamdin kapısında tevazu ve mahfiyetle beklemek ve nimetlenmek bizim için övünülecek bir tarz ve hal olmalıdır hayatımızda...

İnsan insanlığı yanında imanının ve imanın verdiği izanının elinde nahiv bir kulluğun kucağına kendisini atabilmelidir...

Daima zor işler zor adamların olmamalı. Allah’ın verdiği nimetler, ikram ve ihsan ettiği kolaylıklar, iyilikler ve güzellikler ulaşılmayacak kadar uzak değil. Bize düşeni yapmak için istemek gibi basit bir harekettir. Hep istediğimiz, herkese iyi olmalı ve hepimiz kazanmalıyız...

25.12.2009

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

Toz duman arasında gerçekleri görmek


A+ | A-

Ülkemizde yaşananları ‘bilek güreşi’ olarak yorumlayanlar haksız sayılmaz. Hiç akla ve hayale gelmeyen hadiseler yaşanıyor ve Türkiye’yi idare edenler ‘hiçbir şey olmamış gibi’ davranıyor.

Bir yandan rütbeli şahıslar beklenmedik şekilde intihar ediyor, öte yandan ünlü siyasetçilere suikast iddiasıyla muvazzaf subaylar göz altına alınıyor. Türkiye’yi idare edenler konu ile ilgili olarak beyanlarda bulunuyor, ama bu beyanlar hadiseleri izah etmeye yetmiyor. Vatandaşın sorması gereken soruları çoğu zaman Türkiye’yi idare edenler soruyor. Oysa onlara; soru sormaktan ziyade, hesap sormak ya da komuoyundan yükselen sorulara cevap vermek düşüyor.

Peşi sıra gelişen hadiselerin bir hedefi de milletin doğru karar vermesini zorlaştırmak olabilir. “En güvenilir kurum”ların yaptığı açıklamalar bile inandırıcılığını kaybetmiş durumda. Elbette bu duruma bir günde gelinmedi. Kimi zaman ‘kâğıt parçası’ denildi, kimi zaman da ‘bunlar, bildiğiniz boru’ açıklaması yapıldı. Bu açıklamaların hemen ardından da ‘kâğıt parçası’ denilen şeyin ‘ıslak imza’ olduğu ve ‘boru’ diye hafife alınan ‘deliller’in silâh olduğu resmî raporlarla doğrulandı. Dolayısı ile yapılen her yeni açıklama aynı şüphe ile karşılanıyor ve gün geçtikçe inandırıcılıkları da sona eriyor.

Aslında bu konudaki aşınma, “pimi çekilen bombanın askere verilmesi”nden sonra hızlandı. Her zaman ifade etmeye çalışıyoruz: Münferit hadiseleri genelleyip bir kurumu tenkit etmek mümkün olmadığı gibi doğru da değildir. Ama o hadisenin gerçekten ‘münferit’ olması şartıyla. Bunun da ilk şartı, böyle hadiseler karşısında o kurumların derhal harekete geçip içlerindeki ‘çürük elma’ları ortaya çıkarması ve kanun önünde cezalandırmasıdır. Bunu yapmayıp, ‘Kol kırılsın, yen içinde kalsın’ diyerek bu hadiseler gizlenmeye ve daha da ilerisi kabahati olanlar savunulmaya çalışılırsa, hadiseyi ‘münferit’ olmaktan çıkarır. Ne yazık ki ‘pim çekme’ hadisesinde bu yaşandı. El bombasının pimi çekilerek bir askerin eline verilmesi neticesinde meydana gelen patlamada 4 er şehit olduğu halde bu hadisenin üzerine gidilmedi. “Eğitim zayiâtı” denilmek sûretiyle hadise örtülmeye çalışıldı. Hatta “Bu konuda ihmal var” şeklindeki haberler çok ağır bir dille yalanlanmak istendi. Neticede hadisede ağır bir kusur olduğu ortaya çıktı ve göstermelik de olsa sorumlular ceza aldı.

“İstihbarat savaşları” çıkararak milletin aklı karıştırılmak isteniyorsa bu tavrın zararı da yine millete olur. Bu krizden çıkış yolu, Türkiye’yi idare edenlerin dirayetine bağlıdır. Milletin verdiği yetkiyi iyi kullanmak ve başkalarıyla paylaşmamak gerek.

Türkiye Büyük Millet Meclisi, son günlerdeki intihar ve suikast iddialarını araştırarak gerçekleri ortaya koymalıdır. Yoksa bu toz-duman arasında ‘kurtlar’ kendilerine vazife çıkarabilir. Gerçekleri görmek için geçmişte yaşananlardan ders ve ibret almak lâzım. Türkiye’nin sürüklenmek istendiği tuzağın farkına varalım ve bu tuzaklara düşmeyelim.

25.12.2009

E-Posta: [email protected]



Cevher İLHAN

İklim Zirvesi’nden “iklim felâketi”ne…


A+ | A-

192 ülkenin katıldığı BM İklim Değişikliği Zirvesi’nin anlaşmazlık ve fiyasko ile sonuçlanması, tamah ve aç gözlülüğüyle ekolojik dengeyi bozan ve saldığı sera gazıyla küresel ısınma ve iklim ifsadına sebebiyet veren insanların tamah ve hırsının yol açtığı felâketi bir defa daha gözler önüne serdi.

İşin gerçeği şu ki semâvî dinlerdeki İlâhî esasları ve Kur’ân’ın faiz ve israf gibi temel düsturlarını dinlemeyen insanlık, dünya pazar ve piyasalarını bozmakta. Bu durum, dünyada kitleler arasındaki iktisadî ve sosyal adaletsizliği daha da derinleştirip, gelir dağılımı dengesizliğiyle büyük bir uçuruma yol açmakta.

Dünya gelirinin büyük bir bölümünün belli bir azınlık tarafından sömürülmesi, yer küredeki birkaç bin zenginin dünya sermayesinin büyük ekseriyetini elinde tutmasını netice vermekte. Dünya nüfusunun yüzde 20’si, yeryüzündeki kaynakların yüzde 80’ini tüketmekte.

Ekonomistlerin sık sık dikkat çektikleri gibi, kazancı ekonomi”, finans, faiz ve para oyunları üzerinde dönmekte. Amerika’da çıkan son “finans krizi”nin “ekonomik krize” dönüşmesi, Türkiye’de sanayici kârının yüzde 70’inin finanstan ve ancak yüzde 30’unun sanayiden olması bunun açık birer örneği olarak verilmekte…

Keza uluslar arası sermaye emrindeki Amerikan Merkez Bankası’nın ihtiyacının üç katı dolar bastırdığı; ekonomik metanın altından dolara geçmesiyle dünyada dövizin (yabancı paranın) yatırım aracı olmasının, insanlığı örtülü bir “iktisadî sömürge” altına aldığı, artık küresel sermaye çevrelerince de itiraf edilmekte…

İSRAF VE AÇGÖZLÜLÜK,

FELÂKETE SÜRÜKLÜYOR…

İslâm’ın ondört asır önce formüle ettiği, faizin haram oluşunun ve zekâtın muhtevasındaki minnetsiz yardımın yalnız Müslümanlar için değil, bütün insanlık için model olmasının önemi, hergün daha bâriz bir biçimde ortaya çıkmakta. “Serbest piyasa ekonomisi” maskesiyle şirin gösterilmeye çalışılan Kapitalizm de Komünizm gibi çökmekte. Petrol, enerji, silâh tüccarlarının dünya ticaretini kontrolüne girmekte…

İsraf, sefâhet ve bencillik, insanlığa pahalıya mal olmakta. Açgözlülükle, genetiği bozdurulmuş, biyolojik müdahâlelere tabi tutulmuş tohumlar ve gıdalarla “yüz çeşit hastalığın”, kanserin türemesine ve bulaşmasına zemin hazırlanmakta. İhtiyaçlarından çok fazlasını harcayanlar, israfla iktisadî krize sebep olmakta. Kısa zamanda çok kazanma hırsı, uluslar arası sermaye ve holdingler elindeki bankalar, dünya iktisadını altüst etmekte. Bediüzzaman’ın tesbitiyle, “Müstehlikler (tüketiciler) çoğalıp, müstahsiller (üreticiler) azalmakta”; tüketim ve israf, insanlığı daha da fakir düşürmekte.

Enreji kaynaklarına sahip olmak ve küresel-bölgesel egemenlik hesâbına askerî harcamalara ayrılan para, dünyadaki bütün yardımların 12 katı. En az bir milyar insan temiz sudan mahrum; yılda beş bin insan kirli sudan ölüyor.

Araştırmalar, bugünkü israfçı ve tahribatçı haliyle bile dengeli bir dağıtım olsa dünya üretimi, 22 milyar insanı rahatça doyurabilecek çapta. Ne var ki hoyratça harcama, dengesiz dağıtım ve israfla muallel tüketim alışkanlığı, 7 milyara bile yetmiyor. İnsanların yarısından fazlasını yoksulluğa mahkûm edilmiş.

Menfaatçilik, merhametsizlik ve digergâmlık, kitleler arasındaki iktisadî ve sosyal adaletsizlikle gelir dağılımı dengesizliği, toplumsal bunalımları, sosyal çatışmaları, huzursuzluk ve kavgayı tetikliyor. İnsanlık huzursuz ve endişeli…

ÇIKARCILIK VE HÜSRAN…

Bediüzzaman’ın Kur’ânî tesbitiyle, sınır tanımaz hırsla küresel iklim tahribatıyla birlikte, küresel zulümle, şefkat ve merhametten mahrum “mimsiz medeniyet”, âdeta kusuyor.

Dünyayı kâinatın hakkına ve hukukuna saygısız insanlık, yer küreyi âdeta “pisliyor”, “telvis ediyor”; “bu vatan-ı dünyevîmizi” yaşanmaz hale getiriyor. Âyetin işâretiyle “Yeryüzünde fesad yapan ve kan döken” çıkarcı zâlimler, “küre-i arzın bu yangını”nı körüklüyor. Bu haliyle insanoğlu, “Arzın (yeryüzünün), ölümünü intâç eden (netice veren) bir zehir” oluyor. (İşârât’ül İ’câz, 251)

Dünya zenginleri, gazlarını salmaya devam eder, ısınma ve tahribat bu hızla sürerse, iklim dengesi değişikliği, küresel ısınma musîbetini tam bir felâkete dönüştürecek. İnsanlık âdeta günâhının ceremesini çekiyor…

Küresel ısınma ve iklim değişikliği tahribatına karşı, uluslar arası bir antlaşma çerçevesinde insanlığın samimiyetle istismardan uzak durup topyekûn tedbir almasının gereği belirtiliyor. Ürpertici raporlar ortada. Dönüşü olmayan ve tahmin edilemeyen felâketler insanlığın başına gelecek. Kuraklık, çölleşme, tarım üretiminde düşüş, su, gıda ve tahıl kıtlığı gibi felâketlere yol açacak. Bunun için maddî kıyamet senaryoları yazılıyor…

Zengin ve yoksul ülkeler arasındaki güvensizlik, iki hafta süren konferansta taslak bir metin üzerinde bile anlaşma getiremedi. “Bu kurgu değil, bilim. İklim değişikliği güvenliğimize, ekonomilerimize ve gezegenimize kabul edilemez zararlar verebilir” diyen ve konferansın son gününde Nobel ödüllü Obama da, “eksik anlaşma taslağı”nı tamamlayamadı. Çünkü en başta en çok karbon salan ABD, anlaşmalara uymuyor.

Taslakta, küresel sıcaklık artışlarının en fazla iki dereceyle sınırlı kalması ve yoksul ülkelere milyar dolarlık yardımlar yapılması hedefleri var; ancak gelişmiş ülkelerin karbon salımlarını sınırlandırma yok. Özellikle Afrika ve ‘batma tehlikesindeki’ ada ülke temsilcileri eleştirilerine kulak asan olmadı…

Ortada açık bir samîmiyetsizlik var. İnsanlık kendi eliyle kendi gezegenini sorumsuzca tahrip ediyor; lâkin hâlâ aklını başına almış değil. Bundandır ki Kopenhag’da büyük bir hüsran yaşandı…

25.12.2009

E-Posta: [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

Gül’ün din yorumu


A+ | A-

Cumhurbaşkanı Gül, Kuveyt yolunda gazetecilere yaptığı açıklamalarda, dikkat çekici bir değerlendirmede bulunmuş:

“Eskiden dinî bağlar, gelenekler çok güçlü olunca, birlik beraberlik böyle sağlanıyordu. Modern dünyada zenginleştikçe, tahsil arttıkça, daha farklı değerlerin devreye girmesi gerekiyor. Bunlar demokratik değerlerdir.” (Sabah, 22.12.09)

Hürriyet’e göre ise Gül, “Tarihte din bağı birçok sorunu çözerken, modern dünyada refah ve demokrasiyle sorunlara eğilmek gerekir” demiş.

Bilindiği gibi, Gül, çıkış noktası “din adına siyaset iddiası” olan bir gelenekten geliyor. Kendisi harekete sonradan dahil olsa da, uzunca bir dönem öncü ve etkin kadroları içinde yer aldı.

“Din adına siyaset iddiasının yanlış olduğunu 28 Şubat duvarına tosladığımızda anladık” özeleştirisini evvelce birkaç defa yazdığımız Gül’ün geldiği ve yukarıdaki beyanlarıyla ifade ettiği son durak ise, çok daha farklı bir yere işaret ediyor.

Bu beyanlara göre Cumhurbaşkanı dinî bağ ve geleneklerin artık birlik beraberliği sağlayamaz hale geldiğini, onların yerini ekonomik gelişme ve demokratik değerlerin aldığını düşünüyor.

Gül, zenginleşmeye, gelişmeye ve eğitim düzeyine bağlı olarak, toplumu bir arada tutacak değerlerin dinden ekonomi ve demokrasiye kaydığını belirtirken, en az bir buçuk asırdır devam eden derin bir tartışmayı yeniden alevlendiriyor.

Din adına siyaset bahsini aşan bir tartışma bu.

Burada ilginç olan, hem “dindar” kimliğiyle bilinen, hem de sorunların çözümünde dinin önemini vurgulayagelmiş olan Gül’ün, artık “Din yetmiyor, yeni çağda ekonomi ve demokrasi öne çıktı” söylemini seslendirme noktasına gelmesi.

“Değişim”in geldiği en son aşama bu mu?

Eğer öyle ise, Gül’le, ona sırf dindar kimliğinden dolayı “çağdaşlık ve modernite adına” karşı çıkanlar arasında ne fark var? Onlar da “Çağdaş toplumda dinin ağırlığı kalmadı” demiyorlar mı?

Peki, din gerçekten toplumda birlik beraberliği sağlayacak bir ortak payda olmaktan çıktı mı?

Şu bir vâkıa ki, dinden tecrit edilmiş laik eğitimin ve aynı çizgideki propaganda araçlarının etkisiyle dinden uzaklaşmış, dine lâkayd, hattâ karşı olan hatırı sayılır bir kesim oluşmuş durumda.

Dine bağlı olan insanlarla dine inanmayanlar arasında dinin bir ortak payda olamayacağı açık.

O zaman, onların birlikte yaşama zeminini oluşturacak kriter, Gül’ün vurguladığı “demokratik değerler” olabilir. Ama tek başına zenginleşme için aynı şeyi söylemek biraz zor. Hele servet dağılımı adaletsizse ve farklı gelir grupları arasında daha derin uçurumlara sebep oluyorsa...

Öte yandan, büyük çoğunluğu teşkil eden “dine inananlar” açısından dinin birleştirici rolünün her zaman geçerli olmaya devam ettiği de ayrı bir vâkıa. Ve demokratik değerlerle ekonomik gelişmenin öne çıkması, bu vâkıa ile çelişmez; tam tersine din, her iki alandaki gelişmelerin daha sağlıklı bir zemine oturmasını sağlar.

Demokrasi, dinî ve ahlâkî değer ve ölçülerle kemalini bulur ve gelişirken, bunlardan mahrumiyetin getireceği sakıncalardan korunur; hürriyetin başıboşluk ve anarşiye dönüşmesi önlenir ve hem haksızlıklara boyun eğmeme, hem de kimseye haksızlık yapmama şuuru inkişaf eder.

Aynı şekilde zenginleşme ve ekonomik gelişme de dindeki prensiplere uygun bir zeminde gerçekleşir; meselâ kul hakkına ve haram-helâl ölçülerine riayet edilir; faiz yasağı ve zekât emri gibi esaslara uygun davranılırsa, haksızlık ve mağduriyetlere, gelir uçurumlarına meydan vermeyen bir sosyal adalet sistemi kurulmuş olur.

Dolayısıyla, dinî bağ ve geleneklerin birlik ve beraberliği sağlama gücünü, tarihte kalmış ve artık geçerliliğini kaybetmiş bir etken olarak değerlendirmek, son derece büyük bir yanılgı olur.

Böyle bir yorumun Gül gibi bir isimden sâdır olması ise, bu yanılgıya ayrı bir vahamet katar.

Dileriz, eksik yansıtılan veya maksadı aşan bir beyan olsun. Ve Gül, bir an önce tavzih etsin...

25.12.2009

E-Posta: [email protected]



H. İbrahim CAN

Gazze’nin feryadını kim duyacak?


A+ | A-

On altı uluslar arası sivil toplum örgütü Batı’nın Gazze’deki iki yüzlülüğünü kınayan bir rapor yayınladı: Yıkılan Gazze: Yeniden İnşa Yok, İyileşme Yok, Daha Fazla Mazeret yok–Dökme Kurşun Operasyonundan Bir Yıl Sonrası Raporu.

27 Aralık 2008 sabahı bombalarla uyandı Gazze. Hastaneler, evler, BM binaları, siviller kurtulamadı İsrail’in gazabından. 347’si çocuk 1393 masum Filistinli vefat etti. 15 bin ev yıkıldı ya da zarar gördü. 18 okul yıkıldı. Aradan geçen bir yıla rağmen her şey hemen hemen aynı şekilde duruyor. Saldırıların bitmesinden hemen sonra uluslar arası toplum Gazze’nin yeniden yapılandırılması için 4 milyar dolar ayırdı. Ancak İsrail buna izin vermedi. İnşaat malzemelerinin ülkeye girmesini engelledi. Düşünün bir yılda yalnızca 41 kamyon inşaat malzemesi girebildi Gazze’ye. Mısır’la—tuhaftır ki—Hamas yönetimi de bu engellemede pay sahibi. Halbuki bu ambargo hem BM Güvenlik Konseyi’nin 1860 sayılı kararına, hem de İsraille Filistin Yönetimi arasında 2005 yılında imzalanan anlaşmaya aykırı. Hâlâ 20 bin kişi evsiz. Çadırlarda ya da akrabalarının yanında yaşıyor. 140.000 kişi işsiz kaldı. Ailelerin yüzde 70’inin geliri günde bir doların altında.

Rapora göre “illegal ve insanlık dışı blokajı sona erdirmek için çok şey yapabilecek ve yapmak zorunda olan uluslar arası toplum Gazze halkına ihanet etti.”

En başta da Avrupa Birliği sözden başka hiçbir şey yapmadı. 27 AB üyesi ülkeden yalnızca İsveç Dışişleri Bakanı Carl Bild ziyaret etti Gazze’yi. Hatta Hamas’ı muhatap almama politikaları dolayısıyla AB ülkeleri Gazze’nin tecridine katkıda bulundu. AB, Rusya, BM ve ABD’nin katılımıyla kurulan Orta Doğu Dörtlüsü ise Hamas’la görüşmeyi reddederken, İsrail’e hiçbir baskı yapamadı.

Bu rapora göre “Uluslar arası toplum blokajı kabullenmiş ve küçük tavizler dışında başka hiçbir şey peşinde koşmuyor görünüyor.” Peki ne yapabildi Avrupa? Fransa tıbbî malzeme göndermek için izin aldı; ama göndermesine izin verilmedi. Hollanda kendi çiçek pazarı için istisnaî Gazze çiçeklerinin çıkışına izin kopardı. Ama bu da başlamadı. BM çabaları da sözde kaldı. “Aylardır süren müzakerelere rağmen, İsrail’in ayak diremesi sebebiyle Gazze’ye hiçbir şeyin girmesine izin verilmedi” deniliyor raporda.

İslâm ülkelerinden ise somut bir adım gelmedi. Türkiye’deki sivil toplum kuruluşları çeşitli yollarla Gazze’ye yardım ulaştırmaya çalışıyorlar. En son Filistin’e Özgürlük Konvoyu Londra’dan yola çıktı ve bir çok ülkeden geçerek Filistin’e ulaşmaya çalışıyor. Ürdün’e ulaşan konvoy henüz Gazze’ye girmeyi başaramadı. Mısır’ın insafa gelip kapıyı açmasını bekliyorlar. Tam, Dökme Kurşun Operasyonu’nun başladığı 27 Aralık günü Gazzelilerin yanında olmak istiyorlar. ABD’nin Ortadoğu temsilciliğine soyunan Hüsnü Mübarek bir sınav verecek şimdi. Duâlarımız onlarla.

Kısacası; Batılı sivil toplum örgütleri dünyanın Gazze’den yükselen çığlıklara kulaklarını bir yıldır kapatma ikiyüzlülüğünü gözler önüne serdi. Peki Batılı ülkeler ve uluslar arası kuruluşlar İsrail’i, Gazze’yi bir buçuk milyon insan için Sarkozy’nin deyimiyle “açık hapishane” olmaktan çıkarabilecek mi? Yoksa başka ülkelerdeki insan hakları konusunda şahin kesilen ABD ve Avrupalı ülkeler İsrail’e karşı kulaklarını tıkamaya devam mı edecekler?

Umarız insanlık ölmemiştir ve dünya bu feryatlara karşı tepkisiz kalmaya devam etmez. Umarız Avrupa’nın ortasında bir tek Müslüman Bosna’yı etrafındaki bütün ülkelere sağladığı vize muafiyetinden yoksun bırakan Avrupa Birliği, bu ayrımcılığını Filistin’de de sürdürmez.

25.12.2009

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Ali Rıza AYDIN

  Atike ÖZER

  Baki ÇİMİÇ

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Ekrem KILIÇ

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H. İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Muzaffer KARAHİSAR

  Nejat EREN

  Nurullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu

Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.
Kurumsal Linkler: Risale-i Nur Kongresi - Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Demokrasi100 - Yeni Asya Gazetesi - YASEM - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat - Yeni Asya Takvim - Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım - Yeni Asya 40. Yıl