27 Aralık 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Yasemin YAŞAR

İNTİHAR


A+ | A-

İntihar bütün dinlerde yasaklanmış ve çirkin görülmüş bir fiildir. İnsanın bulunduğu yeri beğenmemesi, “Daha iyisine lâyıkım”, “Harcanıyorum”, “Yazık bana” veya “Çektiğim sıkıntılar böyle devam edip gidecek, ileride de ben hep böyle acı çekeceğim” gibi düşüncelerin neticesinde insan, güya kolay yol olan intiharı seçmektedir. Bu ifrattan doğan tefrit hâl, hayatı sonlandırma arzusunu netice vermektedir.

Nefs-i emmareye sahip olan insan yaşadığı âlemi kendine göre düzenlemek ister. Fakat sadece acz ve fakrdan yoğrulmuş mahiyeti ile buna muvaffak olamaz. Bu sefer dünyayı tahkir etmeye başlar. Çünkü eline geçmez. Bu tahkirin sebebi, dünyaya nefretinden değil muhabbetinden kaynaklanır. (Sözler)

İstek ve arzularını mutlaklaştırarak, ifrat bir hâl yaşayan insan, hayatında olmazsa olmazlarını çoğaltır. Fakat bu arzularını elde edemediği zaman da tefrite düşer ve bütün bütün terk eder. İçine düştüğü bu ümitsizlik kaynaklı depresyon ise, onun hayata olan bağlılığını zayıflatır. Eğer sağlam bir inanç sistemi de yoksa kolayca intiharı seçer.

İnsan fıtratında gayet kuvvetli bir aşk-ı beka, şedit bir muhabbet-i vücut ve büyük bir iştiyak-ı hayat hükmediyor. Bununla beraber insanın elinde ise, hadsiz bir acz, nihayetsiz bir fakr bulunuyor. (Şuâlar) İşte bütün mesele buradaki kavrayıştan kaynaklanıyor. Yaşama aşkı ile sonsuz ihtiyaç ve düşmanları karşısında, elindeki sermayesi sadece acz ve fakr olan insan, bir nokta-i istinat ve istimdat bulmak zorundadır. İç âlemindeki bu zıtlığı yakalamak, aynı zamanda kulluğun özünü teşkil etmektedir. İnsan, nihayetsiz acz ve fakrına karşı sonsuz bir Kudret Sahibini bulmak zorundadır.

İnsan hayata aşk derecesinde bağlıdır. Bu bağlılık, bir anlam ve idealle devam eder. Hayvanlardaki hayat isteği genetik olarak kodlanmıştır. Kuşların uçma faaliyeti, balıkların yüzme vs. gibi faaliyetleri onlara zevk verir ve fıtratlarına konan bu vazifeleri yaparlar ve hayatiyetleri böyle devam eder. Balık yüzmeyi bıraktığı zaman ölür, kuş uçmayı bıraktığı zaman bir başka hayvana yem olur ve ölür. İnsanda ise durum biraz daha farklıdır. İnsan, hayat enerjisini, gayesini, kendi iradesiyle ateşler ve belirler. Bu yüzden hayatına anlam katanlar, bir hedef ve ideâli bulunan himmet sahibi insanlar, hayat ateşlerini hiç söndürmezler ve mutlu olurlar.

Biyolojik, psikolojik, sosyolojik ve en önemlisi de inanç eksikliğinden kaynaklanan intiharlarda, hayatın anlamını kaybetmesi ve bunun neticesinde düşülen ümitsizlik girdabı asıl sebeplerden gözükmektedir. İntiharları, sadece bir sebebe bağlamak yanlıştır. Fakat ortak bir nokta vardır ki, o da yaşadıkları ne olursa olsun, intihara karşı ahlâkî ve dinî inanç sistemine sahip olmaması bu fiili kolaylaştırıcı bir etki yapmaktadır.

Dünya hayatı lezzet ve ücret alma yeri değildir. Buradaki vazife ubudiyettir. İşte bu hakikati unutmak, asıl ahireti kazanmak için verilen cihaz ve lâtifeleri dünyaya sarf etmekle insan, hataların, günahların, firakların, depresyonların kapısını açmaktadır.

İntihar dediğimiz hâdise, öyle birdenbire ortaya çıkan bir netice değildir. Önce ruh ve düşünce dünyasında oluşan, sonra fiile dönüşen bu süreçte ruh ve düşünce beslenmesi ve beslenme kaynağı çok önemlidir. Ruha giren ve kök salan her düşünce, er geç meyvesini verir. Bu tuba-i Cennet de olabilir, Cehennem zakkumu da. Dimağında güzel ahlâkın, iyi huyların çekirdekleri bulunan insanın gönlü de Cennet bahçesindedir. Böyle birinin birdenbire hırsızlık yapması, yol kesmesi, içki içmesi gibi günahlara girmesi düşünülemez. Bu süflî ahlâka düşmeden önce, düşünce bazında, fena fikir ve planların bulunması şarttır. Dimağda beliren bu fena düşünceler ise, insanın tamamen iç dünyasının akisleri olmaktadır. Dolayısıyla insanı intihara sürükleyen sürecin bir alt yapısı olmak durumundadır.

İntiharlarla ilgili istatistiki raporlara bakıldığında gelişmişlik düzeyi ile ters orantılıdır. Yani modern ve gelişmiş ülkelerde intihar olayları daha fazladır.

Akılların dinsiz felsefe ile kirlenmesi sonucu insanlık mühim sorularına cevap bulmakta zorlanmaktadır. Hayat-ölüm ikilemine iknâ edici, doğru cevap bulamamasının neticesinde hayatının da anlamını yitiren insan, kendi canına çok kolay kıyma aşamasına gelmektedir. Nasıl ki hayat mahlûktur ve hikmetlidir; ölüm de mahlûktur ve hikmetli bir gidiştir. (Mektûbât) İşte bu sırrı anlamayan insanlar, bedenlerinin asıl sahibinin kendilerinin olduğunu düşünmekte ve istedikleri zaman bu hayata son verme yetkilerine sahip olduklarını sanmaktadırlar.

Hâsılı, insanı intihardan vazgeçirecek en önemli şey iman olduğu gibi hayata anlam katmak, ideal ve hedefler belirlemek de önemlidir. Bundan başka başa gelen sıkıntılara sabretmek, daha gelmemiş günlerin sıkıntısını bugüne taşımamak, tevekkül etmek intihar fiiline karşı koruyacaktır.

Ayrıca, intiharı seçmek veya sabretmek bir imtihandır. Nasıl ki günahlara, sefahate girmek imtihanı kaybetme belirtileri ise; intihar da geri dönüşü olmayan, tövbe imkânını da kapayan bir imtihanı kaybetme belirtisidir. Hayatın soruları her zaman kolay olmayabilir. Zor sorular ve buna karşılık verilen doğru cevaplar nispetinde insan kemâlâta doğru ilerler. Bu açıdan bakıldığında insanı intihara götürecek kadar ağır imtihanlar, sabretme şıkkı işaretlendiğinde insanı kemâle götüren, bir anda belki de birçok mertebe katettiren bir süreç olacaktır.

Belâ ve musîbet gibi görülen olumsuzlukların insanlardan veya benzeri unsurlardan geldiği değil, seni terbiye eden Allah’tan geldiğine inanç, katlanmayı kolaylaştıracaktır.

İnsan hayatın sırrını, neticesini keşfetmek zorundadır. “Hayat, kâinatın en büyük neticesi, en azametli, en kıymettar meyvesidir. Elbette bu hayatın dahi kâinat kadar büyük bir gayesi ve azametli bir neticesi bulunmak gerektir.” (Lem’alar) İşte hayatın sırrını anlayanlar ve hayatını suistimal etmeyenler dar-ı bekada, Cennet-i bakiyede hayat-ı bakiyeye mazhar olacaklardır.

27.12.2009

E-Posta: [email protected]



Hüseyin GÜLTEKİN

Havz-ı müşterekte erimenin önemi


A+ | A-

Din-i mübîne hizmet etmek ihlâsı kazanmakla; ihlâsı kazanmak da yaptığımız ve yapacağımız bütün hizmetlerimizi ve ibadetlerimizi başka hiçbir beklentiye girmeden, yalnız ve yalnız lillâh için yapmakla ve ayrıca enaniyetimizden, benliğimizden vazgeçmekle mümkün.

Kendimizi mânâ-yı ismiyle değil; mânâ-yı harfiyle tanımlayarak, yani kendimizi müstakil, yalnız başına değil; bir ismi vücuda getiren harfler olarak görmekle ancak benliğimizi terk etmiş oluruz. Bediüzzaman’ın, “‘Ben’ demeyiniz, ‘biz’ deyiniz” şeklinde tavsiye ettiği durum bu olsa gerek.

Yoksa her defasında bir takım özelliklerimizi, kabiliyetlerimizi öne çıkararak, “Ben yaptım, ben ettim” gibi enâniyeti ve benliği kabartan ifadelerle nazar-ı dikkatleri kendimize yöneltmek, “biz” havuzunda erimeyi engelleyen hallerdir. Ki böyle bir davranışla ihlâsı muhafaza etmek ve dîn-i mübîne bihakkın hizmette bulunmak mümkün değil.

O halde bu zamanda Kur’ân’a hizmet yolunda mevkimiz, makamımız, bilgimiz, tecrübemiz ne olursa olsun, bütün zerrâtımızla benliğimizden vazgeçip, “biz” olma şuuru ile hareket ederek, ihlâs düsturlarını göz önünde bulundurarak, ihlâsı rencide edecek hâl ve tavırlardan şiddetle kaçınarak ancak hizmet-i Kur’âniyede bulunabiliriz.

Bütün mesele “biz” havuzunun mahiyetini ve önemini kavramaktan geçiyor. Tam bir ihlâsı kazanabilmenin en kısa, en selâmetli yolunun da, her şeyimizi cemaatin ortak malı olan “biz” havuzuna atıp eritmekten geçtiğini derk etmemiz lâzım.

Bir taraftan da ferdî hizmetlerin, şahsî gayretlerin semerelerinin sınırlı olduğunu, etkili ve kalıcı bir hizmet tarzı olmadığını, böyle hizmetlerin bir gün gelip akamete uğrayabileceğini düşünüp, cemaatle hizmet tarzının her halükârda daha etkili, daha uzun ömürlü, daha sağlam olduğunu hesaba katarak, cemaatle beraber ifâ-i hizmette bulunmanın en doğru bir yol olduğunu akıldan çıkarmamak gerekir.

Bu meyanda bizim için en doğru örnek, her yönüyle rehber olarak ittihaz ettiğimiz Bediüzzaman’dır. Onca ilmine, onca gıpta edilecek üstün istidat ve kabiliyetlerine rağmen, o, yüce dâvâsı uğruna hiçbir imtiyaz beklentisine girmeden, bütün benliğini havz-ı müşterekte eriterek, tam bir ihlâsı kazanarak, söz ve davranışlarıyla, hâl ve fiiliyâtıyla nümune-i imtisâl olmanın en güzel örneğini göstermiştir.

Bu noktada onun; “Ben çekirdek gibi çürüdüm ve kurudum. Bütün kıymet ve hayat ve şeref, o çekirdekten çıkan şecere-i Risâle-i Nur ve mu'cize-i mâneviye-i Kur’âniyeye geçmiş biliyorum.” (Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s. 120) itirafını ve tesbitini iyi okumak lâzım.

“Said yoktur. Said’in kudret ve ehliyeti de yoktur. Konuşan yalnız hakikattir, hakikat-ı imaniyedir” (Emirdağ Lâhikası, s. 317) Bediüzzaman’ın burada da vermek istediği mesajı doğru anlamakta fayda var.

Yine onun; “Ben de sizin bu ders-i Kur’âniyede ders arkadaşınızım... Ben makam sahibi değilim” (Emirdağ Lâhikası, s. 367) itiraf yüklü ifadesinden alacağımız dersler olmalı.

Yine onun; “Nurdaki ihlâsı bozmamak için, uhrevî makâmât dahi bana verilse bırakmaya kendimi mecbur biliyorum” (Emirdağ Lâhikası, s. 377) ifadesiyle ihlâsı muhafaza uğruna ortaya koyduğu fedakârlığı iyi okumak lâzım.

Netice olarak; kudsî bir dâvâya gönül veren her insanın, baş koyduğu dâvânın selâmeti için, tam bir ihlâsı elde edip muhafaza etmenin elzem olduğunun bilinciyle hareket etmesi ve bunun için de benliğini cemaatin şahs-ı mânevîsini temsil eden havz-ı müşterekte eritmesi gerekir.

27.12.2009

E-Posta: [email protected]



Süleyman KÖSMENE

Rahmet bağını güçlü tutmak


A+ | A-

İzmir’den okuyucumuz: “Akrabalar arası kırgınlıkları nasıl yatıştıracağımız üzerinde durur musunuz?”

Rahm, Allah’ın Rahmân ve Rahîm isimlerinin kâinâtı kuşatan bir yüksek ve lâtif tasarrufudur. Âile içi fertlerden, yani anne, baba, evlât ve kardeşler arası tattığımız sevgi ve saygı bağlarından başlayarak; amca, dayı, teyze, hala ile devam eden ve derece derece uzaklaşarak genişleyen akrabalarımıza karşı duyduğumuz sıcak ilgi, sıcak sevgi, yoğun şefkat ve karşılıksız merhamet Allah’ın katından gelen bir rahmet lütfundan başka bir şey değildir. Bu eşsiz lütuf, bütün canlıların kendi nesil bağları ile aralarında en canlı, en yoğun ve en sıcak biçimde yaşadıkları yakınlık köprüsüne lezzetli bir zemin oluşturur. Sevgiyi, saygıyı ve merhameti lezzete dönüştürür. İşte bu yakınlık köprüsünü yıkmamaya ve canlı tutmaya “sıla-i rahim” denmiştir ki, bu dinimizin ilk ve önemli emirleri arasında yer almıştır.

Akrabalar arası bağı güçlü tutmak ve onlarla birlik ve berâberliği bozmamak Allah’ın emri olduğuna göre, artık büyük–küçük hiçbir sürtüşmeyi, hiçbir tartışmayı, hiçbir hatâyı büyütmeksizin yerinde ve ânında söndürmeli, yok saymalı ve yapılmamış kabul etmeliyiz. Akrabalarımızdan gelen her cefâyı Allah için sînemize çekmeliyiz. Akrabalarımız bize karşı nasıl davranırsa davransın, biz onlara karşı iyiliklerimizi asla kesintiye uğratmamalıyız, onlarla iyi ilişkilerimizi tek yanlı da olsa sürdürmeliyiz.

Çünkü sıla-ı rahmi önemle gündemimize getiren Kur’ân’dır. Kur’ân şöyle buyurur: “Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan eşini yaratıp ikisinden bir çok erkekler ve kadınlar üreten Rabb’inizden korkun. Kendi adına birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah’tan ve akrabalık bağlarını koparmaktan sakının. Şüphesiz Allah sizin üzerinizde gözeticidir.” 1

Dihyetü’l-Kelbî (ra), Peygamber Efendimiz’in (asm) mektubunu Rum Kralı Herakliyus’a getirdiğinde, henüz îmân etmemiş olan Ebû Süfyan da orada bulunmaktaydı. Herakliyus, Ebû Süfyan’a Peygamber Efendimiz (asm) hakkında bir çok soru sordu. Herakliyus’un sorularından birisi, “Size ne emrediyor?” sorusuydu.

Ebû Süfyan bu soruya şöyle cevap verdi: “Bize namazı, zekâtı, sıla-i rahmi ve iffeti emrediyor.”

Bunun üzerine Koca Herakliyus dedi ki: “Eğer, senin söylediklerin gerçekse, O peygamberdir!”2

Sıla-i Rahim konusunda yegâne söz, Rahmet Peygamberi olan Allah Resûlünündür (asm); dinleyelim:

* Abdullah İbnu Amr İbni’l-Âs (ra) anlatıyor: “Resûlullah (asm) buyurdular ki: ‘Allah, merhametli olanlara rahmetle muâmele eder. Öyleyse, sizler yeryüzündekilere karşı merhametli olun ki, semâda bulunanlar da size rahmet etsinler. Rahim (akrabalık bağı) Rahmân’dan bir bağdır. Kim bunu korursa Allah onunla rahmet bağı kurar, kim de koparırsa, Allah ondan rahmet bağını koparır.”3

* Hz. Aişe (ra) anlatıyor: “Resulullah (asm) buyurdular ki: ‘Rahm, Arş’a asılıdır ve şöyle duâ eder: ‘Kim beni devam ettirirse Allah ona rahmetini ulaştırsın. Kim benden koparsa Allah da ondan rahmetini koparsın.’” 4

* Selmân İbnu Âmir (ra) anlatıyor: “Resulullah (asm) buyurdular ki: ‘Fakirlere yapılan tasadduk bir sadakadır. Ama akrabaya yapılan ikidir: Biri sıla- i rahim, diğeri sadaka sevabı getirir.’”5

* Resûl-i Ekrem Efendimiz (asm) buyurur ki: “Her kim, rızkında bolluk ve genişlik verilmesini ve ecelinin ertelenmesini isterse sıla-i rahim yapsın, hısım ve akrabalarını gözetsin.”6

* Peygamber Efendimiz (asm) buyurdu ki: “Sıla-i rahm yapabilecek kadar soyunuzu öğrenin. Zira sıla- i rahim akrabalarda sevgi, malda bolluk, ömürde uzama demektir.”7

Resûl-i Ekrem Efendimiz (asm) buyurdu ki: “Akrabalarının iyiliğine bedel onlara iyilik yapan sıla yapmış değildir; fakat asıl sıla-i rahim, akrabaları ve yakınları ile araları açıldığı zaman onlara Allah için ulaşan, onlarla akrabalık bağlarını koparmayan, devam ettiren ve onlara iyilik edendir.”8

Kardeşler arası ve akrabalar arası sürtüşmeleri hayatın tatsız da olsa bir gerçeği saymalıyız ve hiçbir zaman hiçbir sürtüşmeyi büyütmemeliyiz. Mümkünse hemen söndürmeye gayret etmeliyiz. Muhakkak affedici olmalıyız. Ben haklıyım dâvâsını kesinlikle terk etmeliyiz. Unutmamalıyız ki, sürtüşmeyi uzatan ve dargınlığı sürdüren, haklı da olsa, Allah katında haksızdır! Bilhassa kendi aramızdaki çözemediğimiz problemleri çocuklarımıza asla ve asla yansıtmamalıyız! Kendi problemlerimize çocuklarımızı da ortak etmek ve onları kendi kırgınlığımız nedeniyle amca, dayı, hala ve teyze gibi (yakın veya uzak fark etmez) akrabalarından koparmak tam mânâsıyla vahşettir. Bu vahşete izin verme garâbetinden Allah için, sadece Allah için sıyrılmalıyız. Dipnotlar: 1- Nisâ Sûresi, 4/1. 2- Buhârî, 1/7. 3- Tirmizi, Birr 16, (1925); Ebü Dâvud, Edeb 66, (4941). 4- Buhari, Edeb 13; Müslim” Birr 17, (2555). 5- Nesai, Zekât 82, (5, 92); Tirmizi, Zekât 26, (658); İbnu Mâce, Zekât 28, (1844); 6- Müslim, Sıla, 21. 7- Buhari, Edeb 12; Tirmizi, Birr 49, (1980); 8- Tirmizî, Sıla, 10.

27.12.2009

E-Posta: [email protected]



Ali FERŞADOĞLU

Hz. Muhammed’i (asm) yegâne model kabul et


A+ | A-

Kâinatın sırrını, hadiselerin arkasındaki gizemi çözmek; gerçek başarı ve mutluluğu yakalamak için, gayb ve sırlar âleminin keşşâfı, metafizik dünyasının şifrelerinin çözücüsü, uhrevî âlemlerin rehberi Hz. Muhammed’in (asm) şahsiyet-i mâneviyesiyle irtibata geçmeli, ondan ders almalı, onu dinlemeli. Çünkü Resûl-i Ekrem (asm):

- Kâinatın yaratılışının tılsım ve sırrının anahtarı; yaratılış bilmecesinin keşfedicisi; ezel ve ebed Sultanı olan Allah’ın tebliğcisi, elçisi; yüce ilimlerin kaynağı ve öğreticisidir.1

- Kalblerin sevgilisi; akılların muallimi/öğretmeni, nefislerin terbiyecisidir.2

- Rahmânî sırların iniş merkezi; ezel sırlarının şahididir.3

- Dünya ve âhiret mutluluğunun vesîlesidir.

- Bütün insanlık nâmına Allah’ın muhatabı;4 hem Allah’ın elçisi, hem de kuludur.5

- İnsanlara olan hadsiz İlâhî ihsanların en mühim vesîlesidir. Tekâmül etmiş kâmil insan; en mükemmel mürşîd/aydınlatıcı en mükemmel öğretmen; en mükemmel dellâl/haberci, ilânatçı; İlâhî rahmet hazinelerinin en kıymetli kapıcısıdır.6

- Kâinat kitabının âyetlerinin tercümanıdır.

- Bütün imân sahiplerine önder; bütün insanlara hatiptir.7

- En mükemmel üstad; şaşırmaz ve şaşırtmaz en doğru bir rehberdir.8

- Hadîs ve Sünnet-i Seniyyesi de hayatın madeni, kaynağı; hakikatin ilham edicisidir.

- Kur’ân’ın tefsircisi, yorumcusudur.9

- Hem dünya, hem de âhiret mutluluğunun temel taşıdır. Mükemmelliğin madeni ve kaynağıdır.

- Rehber alınacak en güzel nümûneler; takip edilecek en sağlam rehberler; örnek alınması gereken kuvvetli kanunlar; insanlığa bir modeldir.

- Allah Resulünün (asm) hâl ve tavırları, örnek yaşantısı; rûhî, aklî, kalbî hastalıklarda, özellikle içtimâî/sosyal rahatsızlıklarda gayet faydalı birer devâ, ilâçtır.10

Dolayısıyla, mutluluk ve başarı Sünnet-i Seniyye’ye bağlıdır. Sünnet ahlâkını yaşamak; Kur’ân’ın emriyle de Müslümanın temel görevidir.

Dipnotlar:

1- Muhakemât, s. 128.

2- Sözler, s. 221.

3- Mesnevî-i Nûriye (Arapça), s. 250.

4- Mektûbât, s. 304, 452.

5- Sözler, s. 56.

6- Lem’alar, 56, 57, 30, 315.

7- Sözler, s. 41, 245.

8- Şuâlar, s. 238.

9- Muhakemât, s. 5. 19, 22.

10- Lem’alar, s. 52, 57, 53.

27.12.2009

E-Posta: [email protected] [email protected]



Yasemin GÜLEÇYÜZ

Risâle-i Nurdan şefkat dersleri (1)


A+ | A-

Zulmün küreselleştiği, merhametsizliğin sınır tanımadığı, ben merkezciliğin firavunlaştığı bu asırda insanlığın şefkat ve merhamet derslerine, hatta şefkati bir meslek olarak tanımlayıp, çalışmalarının hizmetlerinin özü, temeli yapan insanlara ne kadar çok ihtiyaç var!

İşte asrımızın maddî manevî yaralarına merhem olmak üzere Kur’ân eczahanesinden tertip edilen reçetelerden oluşan Risâle-i Nur tefsirleri şefkat duygumuzun nasıl kullanılması gerektiğini ders veriyor bizlere.

Hız asrı!

Zamanın hızla ve bereketsiz bir şekilde aktığı, her türlü günahın yaygınca işlendiği felâket ve helâket asrının insanları olan bizler için en kısa, en doğru ve en hızlı şekilde hakikatlere ulaşmak çok önemli.

İşte Risâle-i Nur’lar Rahim ve Hakim isimleri vasıtasıyla insanı Rabbinin huzuruna bir anda götürüveren Kur’ân tefsirleridir.

Risâle-i Nur, Rabbimizin Rahîm ve Hakîm isimlerine acz, fakr, şefkat ve tefekkür denilen dört esas ile ayna olmaktadır.

Bediüzzaman Hazretleri bu hakikati 26. Söz’ün Zeyli’nde şöyle açıklar: “Cenâb-ı Hakk’a vâsıl olacak tarîkler pek çoktur. Bütün hak tarikler Kur’ân’dan alınmıştır. Fakat bu yolların bazısı bazısından daha kısa, daha selâmetli, daha umumiyetli oluyor. O yollar içinde kasır fehmimle Kur’ân’dan istifade ettiğim acz ve fakr ve şefkat ve tefekkür yoludur. Evet, bu yol daha kısa olup dört aşamadan ibarettir.”

Acz, fakr, tefekkür

Acz; kişinin kusur ve noksanlığının kendine, hayır ve güzelliklerin Rabbine ait olduğunu anlamasıdır. Kişi Rabbinin kudretine dayanarak mahbubiyet makamına çıkabilir.

Fakr; haz ve hırsla istenilen şeylerde kişinin nefsini geri çekip, ölümde ve hizmette öne atılmasıdır.

Tefekkür; Hakîm isminin gereği olarak kişinin kendisinde ve varlık âleminde Yaratıcısını eserleri ile tanıması, isimlerini, sıfatlarını keşfetmesidir.

Ve şefkat…

Şefkat; aczini fakrını tefekkür eden insanın kendinde bulunan bütün güzelliklerin Cenâb-ı Hak’tan geldiğini anlamasıdır. Karşılıksız, hiçbir menfaat gözetmeksizin fedakârlık yapmayı beraberinde getirir. Bu yönüyle peygamberlik makamına has bir duygudur. Bediüzzaman Hazretleri bu meseleyi anlatırken Hz. Yusuf’un (as) kıssasına atıfta bulunarak Hz. Yakub’un (as) oğlu Yusuf’a (as) duyduğu şefkatin, Züleyha’nın Yusuf’a duyduğu aşktan çok daha üstün olduğunu belirtir. (Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbât, 7. Mektub)

Bediüzzaman Hazretleri, kadınları “şefkat kahramanları” olarak tanımlar. Şefkat duygusuyla en korkak hayvan olan tavuğun yavrusu için ölümü göze alacak fedakârlığını örnek verir. Eğer kadınlardaki bu şefkat suistimal edilmezse, âhir zamanda büyük fedakârlıklarla iman dairesinde önemli hizmetler yapacaklarını müjdeler. Bu müjdeyi Peygamberimizin (asm) hadislerinden çıkardığını ifade eder. (Hanımlar Rehberi, s.30)

Dengeli şefkatler…

Aczini, fakrını tefekkür edemeyen insanın, şefkat duygusunu da dengeli bir şekilde “sırat-ı müstakîm” üzere kullanamaması kaçınılmazdır. İşte o zamanlar şefkat yürek yakar, yandırır… Ya da şefkat imanla inkişaf etmemişse Nemrut gibi ezer geçer…

Şefkat seciyesi eğer tevhid nuru ile aydınlanmazsa en lâtif, en şirin halden yakıcı bir ıztıraba, zahmete, musîbete dönüşür. Sevdiklerinin ölüm ve ayrılıklarını gören insanı, şefkat duygusu yakar ve yandırır.

Rabbine karşı isyana sürükler.

Şefkati iman nuruyla inkişaf etmeyen insanlar Firavunmeşreb olurlar. Zulmeder, baskı uygularlar. Böyle insanların etrafı dalkavuklarla doludur.

İman ile nurlanan bir şefkat ise özgürlüğü, cesareti ve onuru da beraberinde getirir.

Bediüzzaman Hazretleri Münâzarât isimli eserinde şu tesbiti yapar: “Rabıta-i iman (iman bağı) ile Sultan-ı kâinata hizmetkâr olan adam, başkasına tezellül ile tenezzül etmeye ve başkasının tahakküm ve istibdatı altına girmeye izzet ve şehamet-i imaniyesi bırakmadığı gibi, başkasının hürriyet ve hukukuna tecavüz etmeyi dahi şefkat-i imaniyesi bırakmaz.”

27.12.2009

E-Posta: [email protected]



S. Bahattin YAŞAR

Rahat, çekilmiş zahmetin ziyafetidir


A+ | A-

Bu mânâ, “Zahmette rahmet vardır.” gibi bir şey. Yani rahat olmak isteyen insan, önce rahatsız olmalı ve rahatı bozmalıdır.

Anlaşılan, rahat etmek için, rahatsız olacak insan. Mânâ-i muhalifiyle, rahatsız olmayı göze almayan insan, rahatı bulamayacak demektir.

Rahatı bozmanın sonucu olmayan, bizatihi rahatın kendisi; rahatsızlıktır.

Zahmetsiz rahatı içeren, atalet hali; hastalığa, tükenmeye, çürümeye yatkınlık halidir. Onun için atalet bir ’düşme’ olarak tanımlanır.

Nitekim Yaratıcı, insanın maddî ve manevî varlığını hareket üzerine bina etmiş. Taahhüt ettiği rızkı onun için kulun adresine göndermeyip, kulun o rızkı temin etmesini murad etmiştir. Yani, rızık kulun değil, kul rızkın adresine gitmektedir ki, bu da insanın aksini kabul etmeyeceği bir şeydir. Öyle olsa zaten hiçbir gelişme, hiçbir çalışma, hiçbir meslek ortaya çıkmayacak ve insanın terakkisi diye bir şey söz konusu olmayacaktır. Böyle bir şey de hikmetsizlik olur ki, her şeyi pek çok hikmetlerle Yaratan böyle bir abes iş yapmaz.

Garip bir şey, her türlü fizyolojik ve psikolojik rahatsızlığı yaşayacaksın ki, bedenen ve ruhen rahat edebilesin. Yani rahat, bir çekilmiş zahmetin ziyafetidir. Bu ziyafete dâvet, ancak çekilmiş bir zahmetin sonucudur. Tıpkı yaşanan dünya hayatı gibi, çekilen zahmet oranında, insan maddî ve manevî rahmete kavuşuyor.

Boş durma, işsizlik, yılgınlık, tembellik, geri kalmışlık, hareketsizlik gibi farklı farklı tanımlanan bu durağan hal, aslında ‘meylü’r-rahat’tan doğup gelen hastalık emareleridir. Onun için de, ‘zindan-ı atalete’ düşmemizin sebeplerinden birisi olarak, tahlil edilmiştir.

“Sonra, umum meşakkatin anası ve umum rezaletin yuvası olan meylü’r-rahat geliyor. Himmeti kaydeder, zindan-ı sefalete atar.” (Hutbe-i Şamiye, 87)

İnsanın başına gelebilecek bütün zorluk, sıkıntı ve güçlüklerin ve yine bütün insanlara hiç yakışmayan düşüklüklerin, aşağılıkların yaşandığı rezillikler anlaşılıyor ki, insandaki rahat meylinin, rahata düşkünlüğün çocuklarıdır.

Onun için de konunun devamında, “Size meşakkatte büyük rahat var. Zira, fıtratı müteheyyiç olan insanın rahatı, yalnız say (çalışma) ve cidaldedir (mücadele).”

Bu rahatı bozmak tabiî ki öylesine bir amaç uğruna değildir. Rahatı bozmanın rahmeti netice verebilmesi için, bozulan rahat ebedî bir hedefi gerçekleştirmek için olmalıdır.

İnsan, dünya için olmadığından, mekân-ı aslî için bozulan dünyevî rahatlar, ebedî bir rahatı netice verecektir. İşte bu ebedî rahatlık için, her türlü fani rahatsızlıklar göze alınır. Rahat, rahatsızlığın sonucudur.

Rahatı bozmak, rahatlamaktır. Madem ki, dünyada rahat yoktur, o zaman dünyada kazanılan, ama uhrada yaşanılan mukaddes rahatsızlıklar diliyorum.

Rahatı bozmalı…

27.12.2009

E-Posta: [email protected]



Vehbi HORASANLI

Menemen Olayı ve çıkarılacak ders


A+ | A-

Menemen’de, bir grup ajan provokatör tarafından Asteğmen Kubilay ile Hasan ve Şevki adlı iki bekçinin öldürülmesinin 79’uncu yıl dönümü, nedense pek yankılanmadı. Zira son dönemde derin devlet bağlantılı o kadar çok olay gündeme geldi ki bu olayı eskiden olduğu gibi “irtica” nakaratı şeklinde sunan medya, gerçeklerin ortaya çıkmasından endişe etmeye başladı.

Başbakanlık ve G. Kurmay Başkanlığının kısa açıklaması dışında kimseden ses seda çıkmıyor. Ama burada o feci olayla ilgili olarak kısaca durmakta yarar görüyorum. Menemen ile ilgili belgeler yazılıp çizildikçe, hatta kitaplar halinde yayınlanınca şu gerçekler ortaya çıkıyor.

Muhalefeti sindirmek için o tarihlerde hem ülkemizde hem de yurt dışında provokatif eylemler düzenlendiği üstü örtülemez bir biçimde ortaya çıkmıştır. Beğenmediği ve kendi çıkarlarına uygun hareket etmeyen her türlü muhalif bir şekilde provokasyonlarla irtibatlandırılmış sonra idam edilmek sûretiyle ortadan kaldırılmıştır.

Bunun o kadar çok örneği var ki 27 Mayıs ve 12 Eylül provokasyonlarını hatırlamak yeterlidir diye düşünüyorum. Biz yıl dönümü sebebiyle sadece Menemen olayına bir bakalım. O tarihte neler olmuş.

En önemli gerçek, yeni kurulan Serbest Fırka’nın halk tarafından desteklenerek demokrasinin yerleşme eğilimine girme sürecinin başlamasıdır. Tek parti dönemi o kadar ayıplı ve utanç verici idi ki, seçimlerde (adı seçim, yoksa kandırmacadan başka bir şey değil) başka bir partinin bulunması için yurt dışından büyük baskılar geliyordu. Bu sebeple CHP’den Fethi Bey’e zorla bu parti kurduruldu. İşin ilginç tarafı bu parti süs olsun diye kurulmuş iken halkın desteği ile ilk defa yapılan çok partili yerel seçimlerde büyük bir başarı kazanmıştı. Menemen olayından önce Serbest Fırka’nın İzmir mitinginde meçhul bir el ateş açmış ve 14 yaşındaki bir genç öldürülmüştü. Yani provokasyonlar ile bu partiye “kapatılacaksın” mesajı veriliyordu.

18 Aralık 1930 tarihinde mürteci suçlamasına maruz kalan Fethi Bey, tamamıyla çaresiz ve ümitsizliğe düşerek M. Kemal’e bir mektup yazdı ve “Biz sizinle mücadele etmek için parti kurmadık” diyerek partiyi kapatma kararı aldığını bildirdi.

Böylece cumhuriyet tarihimizin ikinci siyasî partisi de kapatılmış, bu çok partili sistem denemesi de hüsranla sonuçlanmıştı. Üçüncü deneme de, Demokrat Parti adıyla ancak 1946’da yapılmış, ama o da yine “irtica” ithamıyla 1960 darbesi sonunda kapatılmıştı.

Bir yazarın dediği gibi resmî tarihle resmî hizmete mahsus tarihçilerin “irticaî ayaklanma” dedikleri meşhur Menemen Olayı, bu tarihten sadece dört gün sonra ortaya çıktı.

Ne ilginçtir ki, o tarihte iktidar partisinin dikkatleri dağıtacak böyle bir olaya çok ihtiyacı vardı.

Çünkü Serbest Cumhuriyet Fırkası’na halkın gösterdiği büyük ilgi, Fethi Bey’in İzmir’de “Bizi kurtar Fethi Bey” pankartlarıyla karşılanması, Başbakan İsmet İnönü’yü fena halde ürkütmüştü...

Menemen Olayı iktidara can simidi oldu. Bu olay sayesinde Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın akıbetini unutturabilecek, yeniden kendi partisini öne çıkarabilecekti.

23 Aralık 1930’da çıkan olaylar sonucunda resmî söyleme göre, İstanbul/Erenköy’de Şevki Paşa Köşkü’nde oturan 84 yaşındaki Nakşibendî Şeyhi Erbilli Şeyh Esat Efendi ile oğlu Mehmet Ali Efendi tutuklanmıştı.

Ayrıca iddialarda Manisa Askerî Hastanesi imamlığından emekli Laz İbrahim Hoca tarafından teşvik ve tahrik edildiği ve Derviş Mehmet’le adamları tarafından icra edildiği söyleniyordu.

Peki, ama söylenen büyük iddiaları hangi güçle gerçekleştireceklerdi bu insanlar?

Resmî söylemin “derviş” saydığı esrar müptelâsı Mehmet ile birkaç arkadaşı bir sabah namazından sonra bayrak açıp şeriat ilân edecekleri iddiâsıyla hükümet meydanına yürümüş, meraklılar kalabalığı eşliğinde nutuk atmaya başlamıştı.

Nutkunda, “kendisinin peygamber olarak geldiğini, şeriatı yerine getireceğini, Menemen’in 70.000 Müslüman tarafından kuşatıldığını, şeriat bayrağı altına girmelerini, girmeyenlerin kılıçtan geçirileceğini, askerin silâh atamayacağını, kendilerine top ve merminin işlemeyeceğini” söylüyordu.

Sonunda amaçlarına ulaştılar ve masum insanları bu bahane ile idam ettirdiler. Kendileri de birçok kışkırtıcının uğradığı akıbete uğradı. Hepsi birden idam edilerek ortadan kaldırıldılar.

Kıssadan hisse olarak şunu söylemek isterim ki, aynı tahrik ve provokasyonlar benzer şekilde devam etmektedir. Şimdi irtica yaygarası ters teptiği için bunu dindar insanlar için yapamıyorlar, lâkin Kürtleri kışkırtmaya çalışıyorlar.

Kürtler aklını başına alıp Bediüzzaman’ın müsbet hareket düsturları ile hareket etmek zorundadır. Aksi takdirde benzer bir akıbet onlar için de geçerlidir.

Kendisine onca zulüm ve işkence yapıldığı halde asayişin lehinde hareket eden ve “Sakın benim öcümü almayın” diye nasihat eden Bediüzzaman’ı dinlemek şarttır, vesselâm…

27.12.2009

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

Aileye kurulan tuzak bozulsun


A+ | A-

Şunu kabul etmek lâzım: Problemlerin yanı sıra çoğu zaman ‘çare’ler de biliniyor, ama nedense bu ‘çare’ler icra sahfasına konulamıyor. Bu da gösteriyor ki ‘çare’leri bilmek yetmiyor, önemli olan bu ‘çare’leri icra safhasına koymak ve netice almak gerekir.

Bütün dünyada ve ülkemizde tahrip edilmeye çalışılan kurumların başında ‘aile’ geliyor. “İfsat şebekeleri” biliyor ki, ‘aile’yi tahrip edebilirlerse, peşi sıra pek çok değeri de tahrip etmiş olurlar. Gerek müstehcenliği teşvik ederek, gerekse diğer yollarla hep bunun için çalışıyorlar. İnsanları ‘deli’ eden alkollü içkilerin reklâmlar yoluyla teşvik edilmesinin bir sebebi de budur. Çünkü ‘sarhoş’ alan bir aile reisi, en başta ailesini ihmal eder ve uzun dönemde de o ailede huzur kalmaz, neticede de parçalanır. “Alkollü içki”lerden bahis açılmışken, yılbaşı bahanesiyle bu ‘felâket’in reklâmlarının gözle görülür şekilde çoğaldığını da hatırlatmak lâzım. Dünkü gazetelerin pek çoğunun arka sayfalarını, insanı ‘deli’ eden alkollü içki reklâmları kirletmişti! (Bkz. Akşam ve Sabah g., 26 Aralık 2009)

Devlet Bakanı Selma Aliye Kavaf, Antalya’da düzenlenen “1. Aile Çalıştayı”nda yaptığı konuşmada, kadınlara ve çocuklara yönelik istismarın çözüm adresinin aile olduğunu belirterek, “Nüfus dengelerinin korunması başta olmak üzere çocuklara ve kadınlara dönük koruma programlarının, suç ve kötü alışkanlıklarla mücadelenin, sosyal yardım ve hizmet politikalarının temelinde aile vardır” demiş.

Kavaf, şunları da söylemiş: “Gelişmiş ülkelerin tecrübeleri de bize göstermektedir ki, ailenin ihmal edilmesi, bir yandan telâfisi güç insanî sorunlara yol açarken, sosyal yardım ve hizmetlerde de ciddî bir yük oluşturmaktadır. Tüm bu gelişmeler ve toplumsal değişim aile kurumuna yönelik araştırmalar yapılmasını ve politikalar oluşturulmasını gerekli kılmıştır.’’ (AA, 26 Aralık 2009)

Aileyi tahrip eden vasıtalardan birinin ve belki de en başta geleninin televizyon olduğu malûm. Bu ‘musîbet’e de Antalya Valisi Alaaddin Yüksel dikkat çekmiş. “Yeni yüzyılda, akıllı toplumların, ailenin korunmasını temel olarak belirlediklerini” söyleyen Yüksel, televizyonlarda yayımlanan evlilik programlarına en üst perdeden tepki göstermiş.

Vali Yüksel, konuşmasında şöyle demiş: “Desti İzdivaç, Türkiye’nin aile yapısının temelini çatır çatır çatırdatan bir program. Toplumun büyük bölümü izliyor. Bilim adamları, ailenin korunması için bu programların nerede yer aldığını tartışmalı. Yaşlı yaşlı teyzeler, amcalar televizyonda, ‘Valla baktım kahve içtik olmadı’ diyor. ‘Öbürü gelsin’ diyor. (...) Bu nasıl bir rezalettir, nasıl bir kepâzelik... Böyle bir şey olabilir mi? Bir toplumun değerleri olmaz mı? Benim geldiğim nokta şudur: Bu kadar güçlü bir toplumu tepetaklak etmenin yegâne yolu, Türk ailesinin gücünün ortadan kaldırılmasıyla orantılıdır. Bana göre Türk toplumuna yönelecek en büyük tehlike, aileye yapılacak saldırıdır.’’

Aklı başında olanların bu tesbitlere itiraz edeceğini düşünmüyoruz. Bunlar, ‘çare’nin bilindiğini de gösteriyor. O zaman Türkiye’yi ‘idare edenler’e soruyoruz: Sizi, bildiğiniz bu ‘doğru tesbit’leri uygulamaktan alıkoyan nedir? Bu doğru tesbitleri siz değilse kim uygulayacak?

Aileye kurulan tuzağın farkına varalım ve hep birlikte bu çirkin tuzağı bozalım İnşallah...

27.12.2009

E-Posta: [email protected]



Cevher İLHAN

ABD’den AKP’ye, Öcalan ve PKK’dan DTP-BDP’ye “açılım” (2)


A+ | A-

AKP siyasî iktidarının, “Öcalan’ın muhatap alınması”nı şart koşan DTP’nin yerine ABD’nin ve Öcalan’ın “isteği”yle milletvekillerinin geçtiği BDP’yi “muhatap” alması, “açılım”ın en büyük handikapı.

DTP’nin kapatılmasına gerekçe gösterilen, “Terör örgütüyle bağlantısını ortaya koyan eylem ve söylemlere” fütûrsuzca devam edileceğinin peşinen ilânı, inadına terör örgütünü ve terörist başını öne çıkarması, kamuoyunda tereddütleri arttıran en büyük engel…

Zira terör örgütünün ve terörist elebaşının amacı, demokratikleşme değil, 40 bin insanın katline sebebiyet veren terör örgütünün siyasallaştırılması. Maksat, terörün tasfiyesi değil, idam cezası almış hapisteki terörist başının âdeta “özgürlük mücadelesi veren bir siyasî lidermiş” gibi önce “ev hapsi” perdesinde tahliyesi, peşinden affına, sonra da serbest bırakılması ve siyasete atılması…

Şu çarpıklığa bakın; eski DTP’liler, Diyarbakır’da, sivil toplum örgütleriyle, halkla, aydınlarla, akademik çevrelerle istişâre sonucu aldıkları ve ne olursa olsun asla değiştirmeyeceklerini ilân ettikleri, “istifa kararı”ndan Öcalan’ın imâsı üzerine vazgeçmekteler. Altıncısı kapatılan “parti”nin, yedincisinin de kapatılmasına âdeta çanak tutmakta, yeni belgeler sunmaktalar…

Eski DTP’liler, açık açık BDP’de de “terör örgütünün siyasî aktörü” olacaklarını ve İmralı’dan tâlimat aldıklarını açıklamaktalar. Kendilerini “ikna”ya çalışan ve “Öncelikli amaç terörün tasfiyesidir” diyen İçişleri Bakanı’na itiraz edip, “Terör örgütünü tasfiyeyle açılımın başarılamayacağını” söyleme cür’etinde bulunmaktalar…

AKP, “AÇILIM” İÇİN BDP’YE MECBUR MU?

“Açılım”ı tıkayan bir diğer handikap, “yeni parti” kuruluşunda da tâlimatın Öcalan’dan alınmasının “talihsizlik” olduğunu ve “çözümü büsbütün zorlaştıracağı”nı belirtiren iktidarın, “demokratikleşme” için “Kürtlerin temsilcisi” çarpıtmasına gelerek hâlâ terörist başını “yegâne adres” gösteren bu “parti”yi muhatap alması.

“Açılımın koordinatörü” İçişleri Bakanı’nın devreye girerek “açılım” için milletvekillerinin BDP’nin çatısı altında toplanması için kulis yapması. Hükûmetin “açılım”da âdeta kendini DTP’den sonra BDP’ye mecbur bilmesi…

Oysa bütün uyarılara rağmen etnik tahrik oyununda DTP’nin pervâsızca gerginliği daha da alevlendiren; provokasyonlara çanak tutan, etnik kimliğe dayalı ve “unsura (ırka) mahsus siyasî partiler”in bir devamı olduğunu saklamıyor. Bunun, demokratikleşmeyi değil, kutuplaşma ve tefrikayı daha da azdırdığı, dünden bugüne yakın tarihin olaylarıyla ortada.

Türkiye’yi “kavmiyet kavgası”yla iç çatışma ortamına itmek ve kaosa sürüklemek emelindeki ecnebi politikasına âlet olan terör örgütü üzerinden çeşitli bahanelerle ülkeyi bölüp parçalama maksatlı başkaldırı provasına dönüştürülen son sokak anarşisi, okyanuslar ötesinden etnik ayırımcılığı “siyasallaştırma” senaryosunun arka plânını su yüzüne çıkarıyor.

Sürecin başında Başbakan’ın “Kimlik siyasetini öncelikli mesele haline getirmek bu ülkeye ihânettir” uyarısına rağmen, mütemâdiyen “demokratik açılımın PKK ve Öcalan’ın uhdesinde olduğu” propagandası yapılmakta. Ortalık şiddete, kışkırtıcılığa sürüklenmekte…

Öcalan ise her fırsatta, Marksist terör örgütü PKK’nın “Atatürkçü bir parti” olduğunu söylüyor. “Atatürk’ü örnek aldığını ve yolunda olduğunu” anlatıyor. “Laiklik izinde” M. Kemal’i ve Kemalizm’i övüyor. “Laikçi Kürtler” ya da “Kürt Kemalistler” olarak Kemalist devrimlerin taklidi peşinde olduklarını, Müslümanlığı tasfiye etmek, din ile Kürtlerin ve Kürtçe’nin bağını koparmaya çalıştıklarını açıklıyor.

“ETNİK PARTİLER”LE “AÇILIM” OLMAZ…

Neticede “etnik kimliğe” mahkûm edilen “Kürt açılımı” demokratikleşmeyi kitliyor; salt “Kürtlere mahsus demokratik özgürlükler” söylemi, topyekûn toplum için sağlanması gereken hak ve hürriyetlerin genişletilmesini, demokratik reformları açmaza itiyor.

Demokratikleşmeye işlerlik kazandıracak, siyasî temsil hakkını teminle siyaseti demokratikleştirecek siyasî partiler ve Seçim Kanununun düzeltilmesi, seçim barajının AB standartlarında çekilmesi gibi demokratik düzenlemelerde hiçbir ilerleme kaydedilemiyor.

Bediüzzaman’ın bundan bir asır önceki tesbitiyle, “unsura (ırka) mahsus siyasî kulüpler”in tefrika sebebi ve fitneyi uyandıracağı ikazına dikkat edilmiyor.

Gerçekten kurulmasının maksadı ve tek amacı, terör örgütünü marjinalleştirmekten kurtarıp siyasî sürece sokmak olan partilerin “Kürtleri temsil” uydurması üzerine bina edilecek bir “açılım”dan ne çıkar? Sonra, “din yerine milliyeti ikame” eden dinden tecridle ülkeyi bu hale getiren “Kemalizm’in Türkçesi”nden ne çıktı ki “Kürtçesi”nden çözüm çıksın?

Peki, “Açılım”ın öncelikli hedefi ve ön şartı olan “terörün durması, silâhların susması ve teröristlerin dağdan inmesi” ne kadar sağlanır? Terörist başının “izni”yle kurulan ve örgütünün güdümünde olduğunu gizlemeyen bir “parti”yle ne derece demokratikleşme olur; böyle bir siyasetle nasıl uzlaşılır?

Terörist başının “tâlimatı”yla kurulan ve temelde problemin kaynağı siyasî partilerin son versiyonuyla “açılım” olur mu?

27.12.2009

E-Posta: [email protected]



Umut YAVUZ

Davutoğlu dönemi ve dış politikamız


A+ | A-

Geride bırakmak üzere olduğumuz 2009 yılının Mayıs ayına hükümet değişikliğiyle giren Türkiye’de Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı olan eski Dışişleri Bakanı Ali Babacan’dan boşalan koltuğa, uzun dönemdir dış politikadaki çalışmalarıyla tanınan Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu oturdu. Davutoğlu, “Stratejik derinlik” ve “komşularla sıfır problem” gibi terimleri Türkiye’nin gündemine kazandırdı. 2009 Mayıs ayından şimdi son günlerini yaşadığımız Aralık ayına kadar geçen sürede, Davutoğlu’nun hareketli ve başarılı bir dış politika çizgisi tutturduğu söylenebilir. En azından alışılagelmiş dış politikadan ziyade, kendine has üslûbunu ve bakış açısını yansıttığı ortada.

Şimdi bu altı aylık dönemde yaşanan bazı önemli gelişmeleri hatırlatalım. Böylece Davutoğlu’nun performansını daha yakından müşahade etmiş oluruz.

Davutoğlu 2 Mayıs’ta düzenlenen bir törenle Ali Babacan’dan görevi devraldı. Dışişleri Bakanı Davutoğlu, bakanlık görevini devralmasının ardından, dört gün geçmeden ilk yurt dışı seyahatini KKTC’ye yaptı. Böylece önünde bulunan ve çözülmesi gereken problemler zincirinin en önemli halkasının Kıbrıs meselesi olduğu anlaşılıyordu. Daha sonra ise Türkiye, bir ay sürecek BM Güvenlik Konseyi Dönem Başkanlığını 1 Haziran'da üstlendi. Davutoğlu, BM Güvenlik Konseyinde düzenlenen ilk resmî toplantıya dönem başkanı olarak başkanlık etmesinin ardından, Türkevinde düzenlediği basın toplantısında, “Türkiye olarak biz Doğu-Batı, Kuzey-Güney hangi coğrafyada ya da hangi kültürler, ekonomik yapılar arasında olursa olsun hiçbir gerilimin tarafı değiliz ve bu gerilimlerin aşılabilmesi için de elimizden geleni yapmaya devam edeceğiz” dedi. Bu mesaj Türkiye’nin bundan böyle izleyeceği dış politikanın rengini belli ediyordu. Barışçıl, tarafsız ve çözüm odaklı dış siyaset...

Temmuz ve Ağustos aylarında dış politikada çok önemli gelişmeler yaşandı. Bilhassa, Ağustos ayının son gününde Türkiye ile Ermenistan arasındaki ilişkilerin normalleştirilmesine yönelik İsviçre’nin arabuluculuğunda parafe edilen protokoller büyük tartışmalara yol açtı. Türkiye ve Ermenistan’ın, İsviçre’nin arabuluculuğuyla “Diplomatik İlişkilerin Tesisi Protokolü” ile “İkili İlişkilerin Geliştirilmesi Protokolü”ne dair iç siyasî istişarelerini başlatma hususunda mutabakata vardığı şeklindeki ortak açıklamanın ardından, iki ülke arasında uzun süredir yaşanan gerginliğin azaltılması yönünde çabaların arttığı gözlendi. Bu adım, Ermenistan’la yıllardır yaşadığımız problemlerin çözümünde atılmış en cesur adımlardan biriydi. Ancak aynı zamanda müzmin kardeş ülke Azerbaycan’ı da bir o kadar öfkelendirmiş ve tepkisine yol açmıştı. Daha sonra Azeriler de bazı verilen teminatlarla sakinleştirildi, fakat bu protokol sürecinin nereye gideceği sorusu hâli hazırda bir muamma olarak varlığını sürdürüyor.

Eylül ve Ekim aylarında en çok konuşulan konular arasında, yine Ermenistan ile ilişkilerin normalleştirilmesi süreci ile Irak ve Suriye de dahil olmak üzere komşularla izlenen sıfır sorun politikası bulunuyordu. Komşularımızla sıfır sorun politikası bir yandan devam ederken, yıllarca İslâm dünyasının rağmına, müttefik olarak gördüğümüz İsrail ile gergin günler yaşanmaya başladı. Başta Anadolu Kartalı Tatbikatının uluslar arası bölümünün ertelenmesinin ardından, İsrail ile ilişkilerde TRT’deki “Ayrılık” dizisi sebebiyle yeni bir soğuk hava esmeye başladı. Bu arada Ermenistan ile ilişkilerin düzeltilmesine yönelik adımlardan rahatsız olan Azerbaycan’dan gelen tepkilerin dozu iyiden iyiye artıyordu. Bunun üzerine Davutoğlu, Türkiye için Azerbaycan topraklarının işgal altından kurtarılması konusunun en temel millî meselelerinin başında geldiğini belirterek, “Eski bir Türk deyişiyle gök yere inse Türkiye’nin bu pozisyonu değişmez” dedi. Böylece Azeriler teskin edildi.

2009 yılının son iki ayında ise İsrail ile ilişkilerdeki soğukluk çeşitli gelişmeler ve etkenler sebebiyle daha da artarken, komşularla ve komşu bölgelerle ilişkilerin geliştirilmesi, İran’ın nükleer enerji sorunu, ABD ve AB ile ilişkiler gündemde yer alan konular oldu. Ve tabiî bir de Afganistan'a ek asker gönderme meselesi var...

Geride kalan altı aylık Davutoğlu dönemine genel olarak baktığımızda ise, özellikle İslâm dünyası ile olan ilişkilerde daha aktif bir siyaset izlendiğini söylemek de mümkündür. Bu durum Avrupa ve ABD’deki dış siyaset uzmanlarının büyük bir bölümünde “Türkiye Batı’ya sırtını döndü ve bundan böyle yüzünü Doğu’ya çevirdi” yorumlarına sebep oldu. Başbakan Erdoğan son günlerde yaptığı bir açıklamada ise, Türkiye’nin takındığı bu yeni pozisyonu “esasında olması gerekene dönüş” olarak tanımladı.

Bu altı aylık sürede ekilen tohumların nasıl filizleneceği ve 2010 yılında ne gibi sorunları yahut çözümleri doğuracağını ise önümüzdeki dönemde takip etmeye devam edeceğiz.

27.12.2009

E-Posta: [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

Gül’den tavzih


A+ | A-

Cumhurbaşkanı Gül’ün dinin artık birlik beraberliği sağlayamaz hale geldiğini ifade eden beyanlarını değerlendirdiğimiz ve “Dileriz, eksik yansıtılan veya maksadı aşan bir beyan olsun. Ve Gül, bir an önce tavzih etsin” di-yerek bitirdiğimiz önceki günkü yazımızla ilgili olarak, aynı günün akşam saatlerinde arayan Cumhurbaşkanlığı Protokol Müdürü Kemal İlter, Cumhurbaşkanının yazıyı okuduğunu ve teşekkür ettiğini belirterek, söz konusu beyanlarındaki kastının, “Eskiden din bağları toplumu bir arada tutabiliyordu, ama bu bağların zayıflatılması bir boşluk doğurdu ve bu boşluğun doldurulamayışının sıkıntısını çekiyoruz” şeklinde olduğuna dair mesajını iletti. Biz de hassasiyetlerinden dolayı Sayın Cumhurbaşkanına teşekkür ediyor, tavzihini okurlarımızın bilgisine sunuyoruz.

*

Birkaç günlüğüne Almanya’da olacağımız için, yazılara kısa bir ara veriyoruz. Tekrar buluşmak dileğiyle. K.G.

27.12.2009

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Ali Rıza AYDIN

  Atike ÖZER

  Baki ÇİMİÇ

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Ekrem KILIÇ

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H. İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Muzaffer KARAHİSAR

  Nejat EREN

  Nurullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu

Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.
Kurumsal Linkler: Risale-i Nur Kongresi - Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Demokrasi100 - Yeni Asya Gazetesi - YASEM - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat - Yeni Asya Takvim - Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım - Yeni Asya 40. Yıl