30 Aralık 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR Mobil İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Osman ZENGİN

Kurumlar, kurumlaştı


A+ | A-

Gazetemizin karikatüristi İbrahim Özdabak, geçenlerde yine güzel bir karikatüre imza atmıştı; kurumları karartan, kurum bağlayan kurumları yansıtan...

Aslında uydurukça kelimeleri kullanmayı pek sevmem. Tabiî bu sevmeyişim keyfimden değil. İfsad komiteleri yıllardır bu milletin benliğini bozup, dejenere ettiği gibi, lisanını da bozarak nesiller arasında uçurum meydana getirmek istiyor. Ama bazı kelimeleri öyle çok zikrediyorlar ki, artık millete kelimenin aslını unutturuyorlar.

Bu kelimelerden biri de, ”müessese” yerine ihdas edilen “kurum” kelimesidir. Sanki baca kurumu, soba kurumu… Müessese deyince başka bir şey anlamazsınız. Ama kurum deyince, (köksüz ve uydurma olduğundan) kaç çeşit dayanaksız türeme kelime yapabilirsiniz ondan.

İşte bu kelime kullanılarak “kurumlar arası mutabakat/ uyum”dan dem vurmalarını ben hiç anlayamıyorum. Ne kurumu, ne kurumlar arası mutabakatı? Sen kimsin, o kurumlar kim?

Bu millet, kendisine kan kusturan o kurumları hizaya getirsin diye seni iktidara getirmiş, oy vermiş. Yani demokrasinin gereği, hani halkın kendi kendisini idare etmesinin gereği sana o yetkiyi vermiş, ama sen, o yetki ve salâhiyeti kullanamıyorsun…

Kanunsuzluk yapan mı var? Hemen millet adına olaya el koymak gerekir. Durup, durup böyle millet aleyhine tezahür eden işler olunca, nasıl oluyor da “Onlarla bizim aramız gayet iyidir, kurumlar arasında uyum vardır” diyorsun?

Hangi kurumlar o, uyumla çalışan? Başbakanlıkla, genel kurmay başkanlığı mı? Başbakanlık ne, genel kurmay başkanlığı ne? Birisine millet salâhiyet vermiş, seçmiş. Diğeri ise, devletin işleyiş şemasında bir memuriyet makamı. Yani devlet memuru. Devleti meydana getiren, onun işleyişini millet adına sağlayan en büyük parçası da hükümetler değil mi? Her zaman milletin emrinde olduklarını söyleyen müesseseler, o zaman o emrin icrasını sağlayan hükümetlere tabi olacaklardır, işin gereği o.

Yani herkes yerini bileceği gibi, hükümet de yetki ve salâhiyetini kullanmayı bilecektir. “Kurumlar arası mutabakat” sözü temelsizdir. Milletin dediği olmalıdır. İktidar, milletten aldığı yetkiye dayanarak işler yapacak ve bu işleri yaparken de kimsenin ne diyeceğini, nasıl davranacağını düşünmeyecek. Ama tabiî, hükümet etme de bir san'attır. Bu yetkileri kullanmak da bir cesaret işidir.

30.12.2009

E-Posta: [email protected]



Cevher İLHAN

Ankara’nın “2009 demokrasi karnesi”


A+ | A-

“Açılım” tartışmaları, terör örgütü PKK’nın sivil yapılanmasına yapılan tutuklamalar, tırmanan sokak eylemleri, askerî bölgelerin, karargâhların aranması, yılın son MGK toplantısı hayhuyu ortasında Türkiye’nin en önemli demokratikleşme gündemi âdeta gündem dışı.

“Açılım”ın önünü açacak, inanç ve ifâde hürriyetinden temel hak ve özgürlüklere kadar topyekûn demokratikleşmeyi sağlayacak, ülkeyi demokrasi standartlarına yükseltecek “AB projesi” göz göre göre geri plâna itilmekte…

Oysa 3 Kasım seçimlerinin ardından hükûmetin kurulduğu 16 Kasım 2000’de AKP Genel Başkanı Tayyip Erdoğan’ın “kendilerini bağladığını”, “yasama ve yürütmeyi oluşturacak bütün arkadaşlarını tek tek taahhüt altında tuttuğunu” ve “siyaseten riskini” peşinen deklâre ettiği “AKP Âcil Eylem Plânı”nda “Türkiye’nin âcilen hukuk devleti zeminine oturacağı, bunun için her türlü yasal düzenlemenin yapılacağı, uygulamaların sıkı sıkıya tâkip edileceği; bu bağlamda, öncelikle insan hakları hakkında tedbirlerin alınacağı ve sistemin iyileştirileceği” sözü verilmiş.

“Bir ay içinde, temel hak ve özgürlüklerle ilgili düzenlemeler evrensel düzeyde kabul edilmiş normlar ile AB kriterleri çerçevesinde sür'atle yapılacaktır” kaydı konulmuş.

Bir yıllık süre zarfında adaletin zamanında ve hızlı bir şekilde tesisi için adalet hizmetlerinde ve yargılama usûllerinde gerekli bütün değişikliklerin ve yargı reformunun hızla yapılacağı, başta Ceza Kanunu, Ticaret Kanunu, usûl kanunları, yapısal reformlar gibi temel mevzuatın yenileneceği belirtilmiş. Ayrıca, siyaseti demokratikleştirecek siyasî partiler ve seçim kanununun düzeltileceği vaad edilmiş.

Temmuz 2003’te “Türkiye’nin AB Müktesabatının Üstlenmesine İlişkin Ulusal Program”da, “Katılım Ortaklığı Belgesi”nde ve her yıl AB tarafından iletilen “ilerleme raporları”na verilen cevaplarda bütün bu vaadler tekrarlanmış…

VAADLER YEDİ YILDIR DURUYOR

Ancak yedi yıllık AKP iktidarı döneminde başta inanç ve düşünceyi ifâde ve basın özgürlüğü olmak üzere bu taahhüdlerin büyük bir kısmı yerine getirilmiş değil.

Türkiye’de uzun süre dine ve dindarlara karşı istimal edilen “lastikli kanun” 163. maddenin yerine ikame edilen ceza kanununun 312. maddenin yeni numarası 216. madde ve 301. madde başta olmak üzere yapılan değişiklikler, yetersiz kaldı. Dahası Terörle Mücadele Yasasında olduğu gibi, basın özgürlüğünde geri gidildi; çeşitli basının iktidarın kontrolü altına alınmasına uğraşıldı.

Hâlen 36 gazeteci tutuklu. İnancı gereği depreme “İlâhî ikaz” dediği için gazeteciler ve yazarlar yargılanıp ceza aldılar. AKP hükûmeti, inanç ve ifâde hürriyetini temin etmek bir yana, AİHM’e gönderdiği “savunma”da bu cezaları savundu.

Keza AİHS’nin “eğitim hakkının engellenemeyeceği”ne ve insan haklarının ve temel özgürlüklerin başında gelen “düşünce, vicdan ve din özgürlüğü gereği, herkesin açık veya özel bir biçimde ibadet, öğretim, uygulama ve tören yapmak suretiyle tek başına veya toplu olarak dinini ve inancını açıklama hürriyeti” teminatına rağmen, başörtüsü yasağıyla yüzbinlerce öğrenci hak kazandığı okullarından, eğitim hakkından mahrum edildi.

Yine bu dönemde AİHM’e gönderilen “hükûmet savunması”nda, Kur’ân’ın açık emriyle ve Peygamberimizin buyruklarıyla ve devletin yetkili anayasal kurumu olan Diyanet’in fetva kararlarıyla “dinî vecîbe” ve “tesettürün bir parçası” olduğu belirtilen başörtüsüne getirilen yasadışı yasak, “siyasî simge”, “gerginlik sebebi” ve “laikliğe aykırı” yakıştırmalarına katıldı.

ANKARA, AB VE AİHM’İ

DOĞRU BİLGİLENDİRMELİ

Özetle, özellikle inanç hürriyeti ve din eğitimi ve öğretimi konusunda AB’yi doğru bilgilendirmek yerine, AKP hükûmeti, AB’yi ve AİHM’yi yanlış bilgilendirdi. Antidemokratik yasak ve hak ihlâllerinin AB ve AİHM gibi insan hakları ve demokrasi mercilerinde onaylanmasını sağladı!

29 Şubat postmodern darbeden kalma Kur’ân kurslarında yaş yasağı, din eğitimi ve öğretimi önündeki engeller, YÖK yasası, “irtica” isnadıyla sorgusuz-sualsiz-yargısız askerî personelin YAŞ kararlarıyla ihracı sürüyor.

Avrupa Parlamentosu, “Türkiye raporu”nda, Ergenekon dâvâsının demokratik kurumların saygın işleyişine ve hukukun üstünlüğüne güveni arttırmak için fırsatıyla vakit geçirilmeden kapsamlı yargı reformunu öneriyor. Temel özgürlükler ve insan haklarının korunmasını merkeze alacak yeni ve sivil anayasa çalışmalarına yeniden başlanması için hükümete çağrıda bulunuyor.

Zira Türkiye, hâlâ kadük devrimleri barındıran darbe anayasası ile idâre ediliyor. Üzerinden 27 yıl geçtiği halde, darbeleri ve darbecileri her türlü karar ve tasarruflarından dolayı haklarında cezaî, malî veya hukukî sorumluluk iddia edilemeyeceği ve yargı merciine başvurulamayacağını hükme bağlayan “darbe anayasası” duruyor.

Oysa Ankara’nın artık oyalama ve gözboyama politikalarını bir tarafa bırakıp, siyasetin demokratikleşmesi, inanç özgürlüğü, yargı reformu, düşünceyi ifâde hürriyeti olmak üzere, Türkiye’nin önünü açacak çabaları göstermesi gerekiyor…

Türkiye’nin AB müzâkere sürecindeki başarısı, Ankara’nın “AB içindeki Türkiye ve AB karşıtları”nın bahanelerini ortadan kaldıran ciddiyet ve samîmiyete bağlı…

30.12.2009

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

Sultanahmet Camii izlenimleri


A+ | A-

Bilindiği üzere Osmanlı padişahları ve eşlerinin yaptırdığı büyük camilere ‘selâtin camii’ denilmekte. Bu camilerde “hünkâr mahfili” bulunuyor ve birden çok minareye sahipler. Süleymaniye, Selimiye, Sultanahmet, Fatih ve Beyazıt Camileri “selâtin camileri”nin en meşhurları arasında yer alıyor.

“Selâtin camileri” arasında Sultanahmet Camii’nin ayrı bir yeri vardır. Bu cami bir anlamda “Türkiye’nin vitrini”dir. Hatırlanacağı üzere, Türkiye’yi ziyarete gelen meşhur devlet adamları da mutlaka bu camiyi ziyaret eder ve genelde caminin manevî havasından etkilendiklerini ifade ederler. ABD Başkanı Obama’nın ziyaretini bu tesbite bir örnek olarak gösterebiliriz.

Geçen Pazar günü, İstanbul dışından gelen bazı misafirlerimizi gezdirmek ve bir vakit namazı kılmak için biz de Sultanahmet Camiine gittik. Her imkân ve fırsatta bu camiye gitmişliğimiz vardır, ama geçen Pazar günü şahit olduğumuz bazı uygulamalar ‘vitrin’in iyi değerlendirilemediğini akla getirdi. Tabiî ki dile getirmek istediğimiz olumsuz görüntüler şahıslarla ilgili değil. Şahit olduğumuz bazı uygulamaların ‘yanlış’ olduğu kanaatindeyiz. Ama birileri de çıkıp “Hayır, bu uygulamalar çok doğrudur” diyebilir. Neticede, konuşa konuşa; iyiyi ve doğruyu bulabileceğimizi düşünüyorum.

Gelelim Sultanahmet Camiinde şahit olduğumuz “bize göre yanlış”lara: Camiye, akşam namazına yarım saat kala gittik. Giriş kapısında bir yığılma olması dikkat çekiyordu. Bunun sebebinin de namaz vaktinin yaklaşmış olması ve bu vakitlerde ‘turist’lerin cami içine girmesine izin verilmemesiydi. Bu sebeple turistler namazın kılınması ve cemaatin dışarı çıkması vaktine kadar dışarıda beklemeye başladı.

Biz içeriye girdik ve ezanın okunmasını bekledik. Namaza 10-15 dakika kala bir güvenlik görevlisi mihraba doğru yürüdü ve mihrabı çevreleyen ve protokol karşılamalarında şahit olduğumuz ‘kırmızı halat’ları topladı. Oradan ayrılırken, “Niçin böyle bir uygulama var?” diye sordum. “Bazıları orada oturup fotoğraf çektiriyor, çocuklar da mikrofonlarla oynuyor” diye cevap verdi. Güvenlik görevlisine soru sorduğumu gören iki kişi, İstanbul dışından geldiğimi düşünerek “Hoşgeldiniz, nereden geliyorsunuz?” dediler. Ben de “Hoşbulduk, siz de hoş gelmişsiniz” dedim. Meğer onlar Almanya’dan gelen gurbetçilermiş. “Görevliye soru sorunca sizi yabancı zannettik” dediler. Konuyu izah ettim ve ‘protokol’ uygulamasını hatırlatan bu tedbiri yanlış bulduğumu söyledim. Meğer onlar da dertliymiş. “Bu camide bu kadar güvenlik görevlisi olmasını biz de yadırgadık. Arkalarında kelepçe, ellerindeki telsizli görüntüyle camiye hiç yakışmıyorlar” diye şikâyetlerini dile getirdiler.

Akşam namazında kalabalık cemaat olmamasına rağmen cami çıkışında da izdiham yaşandı. Bunun bir sebebi de çıkıştaki ‘para toplama kabini’ olduğu anlaşılıyor. Kapıdan hemen çıkışta sağ ve sol taraflar ‘çit’lerle kapatılmış ve camiden çıkanlar bir anlamda tünele sokuluyor. “Camiye yardım, camiye yardım” çağrıları da hiç hoş değil. Böyle büyük bir camide sürekli para toplanması izah edilebilir mi? Camiye yardım etmek isteyenler için bir muhatap bulunması elbette gerekir, ama onun yeri giriş-çıkış kapısı olmamalı. Tamamen dışarda bir kulübe konulur ve hatta “Camiye yardım, camiye yardım” diye çığırtkanlık dahi yapılmaz. Yardım etmek isteyen gider, ihlâs ile yardımını yapar. “Türkiye’nin vitrini” olan bu ve benzeri camilerdeki bu görüntüler bir an önce sona erdirilmeli diye düşündük.

Camide bunca güvenlik görevlisi varken, acaba kaç tane dil bilen “İslâmı tebliğ görevlisi” vardır? Herkesin dikkatini çekmiştir: Bu camilere gelen turistler aynı zamanda İslâm dini ile ilgili olarak da “doğru bilgi”leri öğrenmek ister. Sultanahmet Camii’ni ziyaret ettiğimiz o akşam namazı vaktinde de yaşlı bir turist cami içindeki ‘çit’i geçip, meraklı bakışlarla ve biraz da çekingen tavrıyla bilgi alabileceği bir ‘görevli’ aradı, ama bulamadı.

Sultanahmet Camii gibi büyük ve muhteşem camilerde mü’minler ibadet ederken içeriye turistler de girse ve namaz kılanları görse ne zarar gelir? Camide zaten turistler için bir yer ayrılmış ve daha ileriye gitmelerine engel olmak için ‘çit’ çekilmiş durumda. Oradan namaz kılanları izleseler daha iyi olmaz mı? Belki bu şekilde bazıları İslâma teslim bile olur...

Keşke İstanbul Müftüsü ‘tebdil-i kıyafet’ yaparak ve bu gözle Türkiye’nin vitrini olan bu camileri gezse ve ‘yanlış’ları bizzat görse. Görse de hatalar tekrarlanmasa.

Hemen bir kampanya açalım ve güvenlik görevlilerinin iki katı “İslâmı tanıtma görevlileri”ni bu camilerde göreve başlatalım...

30.12.2009

E-Posta: [email protected]



Ali FERŞADOĞLU

Takvâ dairesinde yaşamak


A+ | A-

Takvâ, zannedildiği gibi, dünya işlerinden el etek çekip, sadece ibadetlerin şekil yönü üzerinde hassasiyet göstermek değildir. Hayatın bütün safhalarını, katmanlarını içine alır. Târifi şöyle yapılmaktadır: Takvâ; bütün günahlardan kendini korumak, dinin yasak ettiğinden veya haram olduğunda şüphesi olan şeylerden çekinmek; amel-i salih denen emir dairesinde hayrat kazanmaktır.

Hakkın en çok beğendiği iş takvâ, en temiz, en nezih kulları da müttakiler; yâni takvâ ile yaşayanlardır. Mü’minin en saf, en duru mesajı, en koruyucu elbisesi takvâdır. Onun sayesinde şeytanın vesveseleri tesirsiz kalır. Bütün hayır vesilelerini değerlendirme, bütün şer yollarına karşı kapalı kalma veya kapalı kalmaya çalışma mânâlarına gelen takvâ sayesinde insan; esfel-i sâfilîn denen aşağıların aşağısına yuvarlanmaktan kurtulur ve alâ-yı illiyyin (yüksek mertebeler) yolcusu olur.

İnsan, niçin ibâdet ve takvâ üzere yaşamak zorundadır? Çünkü, insanların yaratılışından maksat, ibâdetin kemâli olan takvâdır. Yâni, istidat (potansiyel yetenek) ve kabiliyete ekilen veya vazife ve yaratılışta kastedilen takvânın kuvveden/potansiyel hâlinden fiile/pratiğe çıkarılması lâzımdır.

Nasıl ki bir insan, bir iş için bir adamı teçhiz ettiği (çeşitli bilgi ve cihazlarla donattığı) zaman, o işin o adamdan yapılmasını ümit eder. Temsilde hata olmaz, Cenâb-ı Hak, insanlara, tekâmül için bir istidat, imtihan için bir kabiliyet ve bir ihtiyar/hür irâde vermiştir. Bu itibarla, Cenâb-ı Hak, insanlardan o işlerin yapılmasını beklemektedir denilebilir. Sanki beşere emrediyor: “Ey beşer! Yüksek ve alçak bütün ecrâmı sizin istifadenize tahsis etmekle sizlere bu kadar izaz ve ikramlarda bulunan Cenâb-ı Hakka ibadet ediniz ve sizlere yaptığı kerâmete karşı liyakatinizi izhar ediniz!”1

İşte hayatlarını, bu takvâ çizgisinde sürdürenler, şeytanın bir hücumuna maruz kaldıklarında vartaya düşmekten kurtulurlar. Doğru ilmin, tâdil-i erkân ile kılınan namazın, sahibini istikamete ve mutluluğa ulaştırması gibi... Bu husus, “Takva sahipleri, kendilerine şeytandan bir vesvese iliştiğinde güzelce düşünürler ve derhal hakkı görüverirler”2 âyetiyle dikkate sunulur. Takvâ çizgisinden sapanlar ise, bundan mahrumdurlar. Altyapıları olmadığından şeytan onları aldatıp vartalara düşürebilir. Meselenin bu yönünü Kur’ân, “Şeytanların kardeşlerine gelince, şeytanlar onları azgınlığa sürüklerler. Sonra yakalarını hiç mi hiç kurtaramazlar”3 şeklinde dikkate verir. Allah sevgisi, yardımı ve koruması da ancak takvâ ile elde edilebilir: “Şüphesiz ki Allah takvâya sarılanlarla, iyilik yapan ve iyi kullukta bulunanlarla beraberdir.” 4

Kur’ân-ı Kerim, takvâyı üç mertebesiyle zikretmiştir: Birincisi, şirki terk; ikincisi, maâsiyi/günahı, isyanı terk; üçüncüsü, mâsivâullahı/Allah’tan gayrısını terk etmektir.

Temizlik ise hasenât/iyilik, sevap, güzellik ile olur. Hasenât da ya kalble olur veya kalıp ve bedenle olur veyahut malla olur. Kalbî amellerin güneşi, imândır. Bedenî amellerin fihristesi, namazdır. Mâlî ibâdetlerin kutbu, zekâttır.5 İnsan taşkınlık ve azgınlıktan ancak takvâ yörüngesinde bulunursa kurtulabilir. Çünkü, insandaki “şehvet gücünü” meşrû çizgiye, takvâ çeker. Bediüzzaman bu noktayı da şöyle aydınlatır:

Kuvve-i şeheviye ile arzda fesat meydana gelir. Gadap gücünün tecavüzüyle de cinayet ve savaşlar olur. Halbuki arz, takva üzerine tesis edilmiş bir mescid hükmündedir.6

Ebedî yolculukta da en mükemmel binek takvâdır: İnsan, mezara, haşre/diriliş meydanına, ebede olan yolculuğunda amele (ibadete) takvâ kuvvetine göre o uzun yolu farklı derecelerde alır. Bir kısım takvâ sahipleri, şimşek gibi; bin senelik yolu bir günde keser. Bir kısmı da, hayal gibi, elli bin senelik bir mesafeyi bir günde kat’ eder.7

Dini görevleri/farzları bilen ve işleyen ve kebâiri (büyük günahları) terk ve günahları işlememek için nefis ve şeytanla mücâhede eden takva üzere ibadet etmesi gerektiği âyetle ortaya konmaktadır:

“Ey insanlar! Sizi ve sizden evvelkileri yaratan Rabbinize ibadet ediniz ki, takva mertebesine vasıl olasınız. Ve yine Rabbinize ibadet ediniz ki, arzı size döşek, semayı binanıza dam yapmış ve semadan suları indirmiş ki, sizlere rızık olmak üzere yerden meyve ve sair gıdaları çıkartsın. Öyleyse, Allah’a misil ve şerik yapmayınız. Bilirsiniz ki, Allah’tan başka mabud ve hâlıkınız yoktur.” 8

Dipnotlar:

1- İşârâtü’l-İ’câz, s. 152-154 Name=371; HotwordStyle=BookDefault;

2- Kur’ân, A’râf, 201.

3- Kur’ân, A’râf, s. 202.

4- Agk, Nahl, 128.

5- İşârâtü’l-İ’câz, s. 45.

6- Age, s. 252.

7- Sözler, s. 27.

8- Kur’ân, Bakara, 21-22.

30.12.2009

E-Posta: [email protected] [email protected]



Süleyman KÖSMENE

İslâmın haramları ve cihanşümul niteliği


A+ | A-

Osman Bey: “Daha önceki peygamberler döneminde içki yasağı var mıydı? İslâmiyet’in evrensel yapısıyla bu haramı nasıl îzah edebiliriz?”

Hayat kısadır, ömür azdır, ecel ansızın gelmektedir, dünya hayatı yerini âhiret hayatına çabuk bırakmaktadır, ebedî hayat bu kısa hayatta kazanılacaktır, bu kısa hayat o uzun ve sonsuz hayatın çekirdeği hükmündedir ve burada kaybeden,—Allah bağışlamadığı takdirde—artık daha kazanma imkânına sahip değildir.

Peygamberler insanları ısrarla bunun için uyarmışlar ve nazarlarını âhirete yönlendirmişlerdir. Fakat insanoğlu tarih boyunca kısalığına rağmen hayatında zevkinden ve sefasından geri durmamış; imkân buldukça –genelde— haram-helâl demeden yemeyi, içmeyi ve eğlenmeyi seçmiştir.

Peygamberlerin getirdikleri İlâhî mesajlar, hep şu beş değeri korumayı hedeflemiştir: Dîn, can, akıl, nesil ve mal. Nitekim sağlıklı bir inanç ve ibâdet hayatı için “dîni”, kullukta kemâl dereceye ulaşmak için “canı”, tutarlı düşünmek ve müstakim karar vermek için “aklı”, maddî mânevî dengeli ve edepli bir gelişim kazanmak ve insanlığın devamlılığını temin için “nesli” ve geçimi, iâşeyi ve helâl yollara sarfı sağlamak için “malı” korumaya her zaman ihtiyaç vardır. İlâhî dinlerde bu beş kıymet hep korunmuş ve bu beş kıymete zarar verecek davranışlardan insanlar uzak tutulmuşlardır. Fakat toplumların inanç, ahlâk, kemâl, kültür, medeniyet ve görgü seviyelerinin farklılığı, kendileri için sakındırma şiddetinin ve hükmünün de farklı oranlarda tecellî etmesini netice vermiştir.

Meselâ içki, insanlık tarihi kadar eski bir din, akıl, can, nesil ve mal düşmanıdır. Yani beş kıymete karşı da zararlıdır. Önce işe aklı zaafiyete uğratmak ve tahrip etmekle başlamakta, sonraları bünyede kalıcı illetlere yol açmakla cana ve nesle zarar vermekte, gereksiz bir fahiş gider olması hasebî ile malî bütçeyi sarsmakta ve bütün bu zararlar dinî hayata negatif, yani olumsuz değer olarak yansımaktadır. Yeni dünya insanını ve modern toplumları bilumum kötülüklerden arındırmak isteyen Kur’ân, hemen her kötülüğün anası hükmünde bulunan içkiyi bu hikmetle haram kılmıştır. Fakat önceki Peygamberler döneminde ayrıntıda nelerin haram kılındığı konusunda sıhhatli bir bilgiye ulaşmamız bir hayli zordur. Şu kadar söyleyebiliriz ki; insanlara seviyelerince hitap eden ve kaldırabildikleri kadar mükellefiyet yükleyen Cenâb-ı Hak, teklif ve tebliğinde “tevhid” esasını ve temel iman esaslarını önemle bildirmiş; peygamber gönderdiği kavmin aşırı boyutta hangi tür kötü huy ve alışkanlıkları varsa o kavmi onlardan sakındırmış; fakat o kavim için zaaf ve aşırı düşkünlük konusu olmayan sâir kötülükler hakkında —sırf şefkati ve merhameti gereği— bir hüküm indirmemiştir. Unutulmamalıdır ki, İslâmiyet’ten önceki dinler mahallî muhtevâlı idi ve nazil olduğu mahallin ihtiyaçlarına cevap niteliği taşıyordu.

Fakat İslâm dini cihanşümuldur, evrenseldir; bütün cihana ve bütün zamanlara şâmildir. Cenâb-ı Hak İslâm dininin hükümlerini yalnız bir kavmin zaaflarına veya alışkanlıklarına göre değil; bütün kavimlerin, bütün zamanlarda, bütün ihtiyaçlarını, bütün ahlâkî zaaflarını ve bütün kötü alışkanlıklarını ihâta edecek ve cevap verecek derecede teşrî kılmıştır. Nitekim İslâmiyet sonrası dönemlerde, Müslüman olsun olmasın, İslâm’ın emir ve yasaklarının faydaları ve maslahatları beşeriyet tarafından aklen ve ilmen teslim edilmiştir. Bu gün hemen her dünya toplumu meselâ temizliğin, doğruluğun, dürüstlüğün, nezâketin, çalışkan olmanın, hakkın ve adâletin üstünlüğünde hemfikir; zinânın, içkinin, kumarın, hırsızlığın, yolsuzluğun, yalan söylemenin, adam öldürmenin, iftirânın, zulmün, kirliliğin, hilekârlığın ve tembelliğin zararlarında da birleşmiştir. İçkiyle ve uyuşturucuyla hemen bütün toplumlar savaş halindedir. Oysa bütün bu değerler teşrî bakımından İslâm’a dayanmaktadırlar. Yani bu gün artık medenî dünya tarafından çoğunlukla paylaşılan helâller ve haramlar İslâm’ın öz malıdırlar.

Öyle ki, İslâmiyet bugün dünya milletleri tarafından hâlâ anlaşılamayan veya geç anlaşılan bir din ise; Bedîüzzaman Said Nursî Hazretlerinin bir asırdan beri dile getirdiği gibi; bunda biz Müslümanların doğru İslâmiyet’i ve İslâmiyet’e lâyık doğruluğu yaşamakta ve model olmakta gösterdiğimiz şiddetli zaafın ve aşırı kötü örneğin büyük rolü vardır. Biz Müslümanlar elimizdeki hakkı yaşamakta aşırı zaaf gösterdiğimiz için; ecnebiler davranışlarımıza bakıp elimizde bulunan din hakkında karar vermişler ve maalesef İslâmiyet’i tanımakta yetersiz ve geç kalmışlardır.

Demek, diğer kötülükler gibi, bütün kötülüklerin anası ve besleyicisi hükmünde olan içkinin haram kılınması da, İslâmiyet’in cihanşümul niteliğinin bir gereğidir.

30.12.2009

E-Posta: [email protected]



M. Latif SALİHOĞLU

Sır dolu kasalar


A+ | A-

Her ülkenin, her devletin gizli tuttuğu birtakım mahrem meselesi vardır. Bunlar kısaca "devlet sırrı" şeklinde ifade edilir.

Bazı devletler, bu sırların açıklanmasını belirli takvimlere bağlamışlardır: 30 sene, 50 sene, 70 sene, 100 sene gibi...

Tamamı olmasa bile, bazı sırların açıklanması konusunda İngiltere'nin önemli adımlar attığı biliniyor.

Özellikle, vatandaşlara tanınan "Bilgi edinme hakkı" çerçevesinde açıklanan bazı sırların, 20–30 yıl gibi çok yakın tarihlere kadar çekilmiş olması, son derece dikkat çekici bir örneklik teşkil ediyor.

Meselâ, yakın zamanda açıklanan bir bilgiye göre, Prens Charles'in Diana'dan boşandığı sırada, devletin birimleri tarafından kendisine "Camilla ile evlenmesinin yanlış olacağı" yönünde gizlice bir uyarı yapılmış.

Ayrıca, İngiltere'nin İsrail'e gizliden bazı yardımlarda (nükleer bomba yapımında kullanılan 40 ton sıvı vs...) bulunduğu da, yine yakın zamanda açıklanan bilgiler arasında yer alıyor.

Kısaca, bu ülkenin vatandaşları, 30 ilâ 50 yıl arasındaki birçok "devlet sırrı"nı öğrenme hakkına sahip bulunuyor.

Başka ülkelerde de, vatandaşlara buna benzer bazı haklar sağlanmış durumda.

Diyebiliriz ki, Türkiye, dünyadaki bütün ülkeler arasında bir istisna teşkil ediyor. Aradan yüz sene de geçse, devlet sırları bir türlü açıklanmıyor, açıklanmak istenmiyor.

Oysa, Türkiye'de de kâğıt üstünde bir "bilgi edinme hakkı" vardır. Ancak, bu hakkın uygulama safhasında vatandaşın önüne bin bir türlü engel çıkıyor.

Alın size İstiklâl Mahkemelerinin durumu, konumu, karar ve infaz bilgileri konusu... Siz istediğiniz kadar uğraşıp didinin, bu konuda istediğiniz bilgilere yine de ulaşamazsınız.

Esasında, Mart 1924'ten sonraki resmî vesikaların çoğuna ulaşamadığınız gibi, söz konusu vesikaların bulunduğu resmî arşivlere de giremiyor ve serbestçe bir araştırmada bulunamıyorsunuz.

En ileri adımda, ancak bir dilekçe verebiliyor ve bir konu hakkında bilgi talebinde bulunabiliyorsunuz. O kadar.

Talep ettiğiniz bilgi veya belgenin size verilip verilmeyeceği ise, tamamiyle meçhûl bir husus.

Dolayısıyla, 1920'li yıllarda sayısız vatandaşın yargılandığı İstiklâl Mahkemelerinde, toplam kaç kişiye ceza verildiği ve kaç vatandaşın idam edildiği hakkında şimdiye kadar resmî hiçbir açıklama yapılmış değil. Aynı şekilde, meselâ 1924–1950 yılları arasında yaşanmış olan pekçok hadise üzerindeki esrar perdesi henüz aralanabilmiş değil.

Bu sebeple, camilerin, medrese binalarının niçin haraç–mezat satıldığını, bu mâbetlerden kaçının satılıp kaçının yıktırıldığını, üzerlerindeki tuğra ve kitabelerin niçin kırılıp tahrip edildiğini, başta toplanan Kur'ân–ı Kerimler olmak üzere, kütüphanelerdeki milyonlarca resmî vesika ve yazma eserin niçin hurda kâğıt fiyatına ihaleye çıkarıldığını, bunların tonlarcasının Bulgaristan'a niçin vagonlarla gönderildiğini bir türlü öğrenemiyorsunuz.

Hatta, 1975'te vefat eden Latife Hanımın TTK kasalarına kilitlenen notlarına ulaşmak bile neredeyse imkânsız hale geldi. Üstelik "Niçin?" sorusunun inandırcı bir cevabı da yok.

Şu sıralar, Ankara'da bazı devlet sırlarını da içinde barındıran "kozmik odalar"da yapılan aramaların neticesi ne olur, henüz bilemiyoruz.

Temenni edelim ki, hayırlı gelişmelere bir kapı açılır da, zaman zaman iddia edildiği gibi "Devlet adına işlenen cinayetler"in olup olmadığı hususu, bir nebze de olsa aydınlığa kavuşmuş olur.

Tarihin yorumu 30 Aralık 1517

Osmanlı Ordusu Kudüs'e girdi

Tarih seyri içinde defalarca fetih ve işgal vak'alarına sahne olan Kudüs, en uzun süren huzur ve sükûn devresini 1517–1917 tarihleri arasında yaşadı.

Dünyada İslâm Birliğinin mimarlarından olan Yavuz Sultan Selim, Kahire'den sonra Filistin'e yöneldi ve 30 Aralık 1517'de Kudüs'e girerek burayı yeniden fethetti.

Bu mübarek fetih, tam dört asırlık bir ömür sürdü.

Kudüs'e yönelik ilk fetih tecrübesi, 633 Milâdî senesinde Hz. Ebûbekir'in hilafeti zamanında yaşandı. O tarihte yapılan fetih seferi, tam olarak başarıya ulaşamadı. Filistin toprakları alındı, ancak Kudüs'e girilemedi.

İkinci fetih harekâtı, 637 senesinde Hz. Ömer zamanında gerçekleştirildi. Kudüs'ün fethi müyesser oldu.

Üçüncü fetih, 1187'de Şark'ın sevgili sultanı Selahaddin–i Eyyûbî'nin emir ve kumandası altındaki İslâm ordusunun üstün gayretiyle tahakkuk etti.

Moğolların 1250'li yıllarda Bağdat'ı istilâ etmesiyle (Hülagû fitnesi) birlikte Küdûs'ün statüsü değiştiği gibi Filistin'deki asayiş de bozuldu. Bölgedeki idare sık sık el değiştirdi. Araplar ve Müslümanlar birbirine düştü. Bu dehşetli fitne ve kargaşa hali, Sultan Selim'in Kudüs'ü yeniden fethettiği 30 Aralık 1517 tarihine kadar devam etti.

Uzun bir huzur devresini yaşayan Kudüs, Birinci Dünya Savaşının sonlarına doğru 1917 yılı sonlarında İngilizler'in işgaline uğradı. İngilizler de, diğer Filistin toprakları gibi Kudüs'ün idaresini de kademeli şekilde Yahudiler'e transfer ettirecek sinsî bir politika izledi.

Doksan yıldır devam edegelen "Filistin sorunu", bölgedeki İngiliz politikaları sayesinde, bugün itibariyle kangrene dönüşmüş vaziyette.

30.12.2009

E-Posta: [email protected]



Mehmet KAPLAN

“Âşıklar”


A+ | A-

Dilleri baldan tatlıdır…

Gerçekten de;

Bu âlim ve ruhaniyetli büyüklerimizin ağızlarından bal damlar.

Mısralarından da…

Asıl adı Mehmet Niyazi...

İkinci Osman devrinde 1617-1618 yıllarında Malatya’da doğmuştur.

Şimdiki adı Soğanlı olan “İşpozi” kasabasında…

20 yaşında medrese tahsilini tamamlayarak icazet alır.

Bilhassa;

Tefsir, hadis, fıkıh ve tasavvuf alanlarında yavaş yavaş adını çevresine duyurmaya başlar.

**

Çok derin ifâdeleri vardır.

Şöyle der;

Bir beyitinde:

“Hakkı seven âşıkların eğlencesi Tevhîd olur,

Aşk oduna yanıkların eğlencesi Tevhîd olur.”

Allah’ım bu ne güzel mânâ:

Âşıkın eğlencesi ne?

Tevhid…

Bir olan Allah’a muhabbet.

Sonra ne diyor Mehmet Niyazi?

Yani:

Bağdat’tan başlayarak bütün Arap Yarımadası'nı dolaşmış olan ve artık çevresinde son derece tanınan;

Bildiğimiz:

Niyazi-i Mısrî…

Şöyle buyuruyor:

“Halkın arasından çıkar Tevhîdî görmeye can atar,

Bülbül gibi dâim öter eğlencesi Tevhîd olur.”

Bu günkü Nur Talebeleri gibi…

Halk arasından çıkarlar.

Nur bülbülleri tevhidi söylerler.

En derin eğlencelerin kıyısından geçemeyeceği bir lezzet içinde!..

Hizmet ederler..

Allah rızasıdır tek emelleri.

**

Yaptığı vaazları o derece etkili olur..

Ki;

Malatyalı Halvetî Hüseyin Efendi ona kapılarını ebede kadar açar ve intisap ettiği bu yolda vefatına kadar kalarak coşkun bir sofi olur.

Sonraları;

Divan sahibi olur ve güçlü bir şiir külliyatı oluşturur.

Bir yandan Gayb ilmi tahsiline devam ederken, bir yandan da Ezher Camii’nde vaazlar verir…

Anadolu yoluyla İstanbul’a gelir.

Niyazi Mısrî;

İrşada başlar(1646)…

**

İstanbul’dan Bursa’ya gidip orada Veled-i Enbiya Camii kayyımı Ali Dede’nin evinde ve Ulu Cami yakınındaki medresede oturur.

Edirne’ye gider…

Döner.

Bursa’da yeni kaplıca civarındaki Bademli Bahçe’de bir süre yaşar.

Allah rızası için o ara öğrencileri ile gazaya gider.

1693’te Edirne’ye gelip vazetmek üzere Selimiye Camiine indiği zaman, halk caminin etrafını almış, kalabalıktan içeriye girilemez olmuştur…

16 Mart 1694’te bir Çarşamba günü Limni Adası’nda irtihal-i beka eyler.

Çünkü:

O gün de Habil-Kabil kavgası vardır!

Ancak;

Niyazi Mısrî’de hedef bellidir:

“Dünyâ vü ukbâ perdesin ardına atar cümlesin,

Ko mâsivâ eğlencesin, eğlencesi Tevhîd olur.”

Tarihçe-i Hayat’ta Bediüzzaman şöyle buyuruyor:

“…ruhum dahi vatanımdaki eski dostları düşünüp o gurbette vefatımı tahayyül ederek, Niyazi-i Mısrî gibi dedim: Dünya gamından geçip,/ Yokluğa kanat açıp,/ Şevk ile her dem uçup,/ Çağırırım: Dost.. Dost….”

“Masiva”dan geçmiş bu erenler…

Gerçeğe ermişler.

“Masiva” şudur:

“Nefsin arzularından geçip, varlığını Allah için görmektir. Kulun bu makamlarda kendinden ve sıfatlarından fani olarak vazgeçip Hakk’ın sıfatlarıyla beka bulma arzusudur.”

Allah’ımız bu “Aşıklar” ile haşretsin bizleri…

Ve bir istirham daha:

Allah’ımızın izni ile yepyeni “Çerez”ler toplamak ve tazelerini sunmak için bir süre müsaadeleriniz ile Allah’a emanet...

30.12.2009

E-Posta: [email protected]



Sami CEBECİ

Bartın ve Kastamonu ziyaretleri


A+ | A-

Bartın vilâyeti, Karadeniz sahiline kurulmuş şirin bir yerleşim yeridir. Yaklaşık elli bin nüfusa sahiptir. Önceden Zonguldak iline bağlı bir ilçeyken, daha sonra il olmuştur.

Birkaç defa gittiğim Bartın’dan bir dâvet gelince hemen icâbet ettim. Son gittiğim tarihte, Başçavuş Nazmi Çelik Ağabey de oradaydı ve hizmete aktif bir şekilde sahip çıkıyordu. Sonra emekli olup Isparta’ya yerleşti ve şimdi yine ihlâsla Nur hizmetlerine sahip çıkmaya devam ediyor. Allah onu da, bizleri de son nefese kadar bu kudsî hizmette ihlâs ve istikamet dairesinde istihdam etsin.

Dört buçuk saat sonra Bartın’a ulaştık. Şehir merkezinde Mehmet Güneş Ağabeyle buluştuk. İkindi namazını onun evinde edâ ettik. Bu arada Nazmi Çelik Ağabeyle telefonlaştık. Meğer bana dün gibi gelen yılların üzerinden on seneden fazla bir zaman geçmiş.

Çünkü, Nazmi Ağabeyin emekliliğinin üzerinden on yıl geçmiş. Müfritâne irtibat prensibimizin bu kadar geciktirilmesine cidden çok hayıflandım. Gerçi boş durduğumuz yok Allah’a şükür. Ancak, şu hizmet bu hizmet derken Anadolu’nun ihmal edilmesi hiç münasip değildi. Nereden dâvet gelse gidiyoruz, ama, bunun bir plân dahilinde yapılmasının mutlaka zarurî olduğunu daha iyi anlıyordum.

Gelemediğim yıllar içinde, Ereğli’nin de katkılarıyla Bartınlı kardeşler geniş salonlu bir dershane satın almışlar. Cumartesi akşamı, Zonguldak, Çaycuma, Ulus ve Amasra’dan gelenlerin de katılımıyla geniş salon iyice doldu. Dört saate yaklaşan ders ve sohbet, âdetâ birikmiş yılların kazasını edâ etmek gibiydi. Aynı dâvâya gönül vermiş insanların hasretle kucaklaşmaları, âhiret âlemlerine geçen sermedî manzaralar olarak ebediyet kazandı. Aynı gece bir otobüsüyle Ankara’ya döndük.

Bartın’a giderken yanımdaki koltuk boştu. Cevşen ve birikmiş gazetelerimi okuyarak gitmiştim. Dönüşte, yanımda genç sayılabilecek bir yolcu vardı. Mola yerinden sonra bir hayli sohbet ettik. Kırk yaşlarında bir öğretmendi. Kalbinin temiz olmasını önemsiyor, namazın da bir şekilden ibâret olduğunu söylüyordu. Sohbetin sonunda “Her halde namaza başlasam iyi olacak” dedi. Günübirlik Bartın yolculuğu, 2009 Aralık ayının bir ziyareti olarak hatıralarıma geçti.

Bir hafta sonra 25 Aralık Cuma günü İnebolu yolcusuyum. Biletimi, Pursaklar yazıhanesinden almış, Cuma namazını da üst taraftaki camide kılmıştım. Farzdan sonra yazıhaneye geldim. Görevliye “Son sünnet ve diğerlerini burada kılacağım beni unutma!” dedim. Zuhru âhiri kıldım ve içeri giren diğer görevliye “On iki arabası geldi mi?” diye sordum. “O araba yeni gitti” deyince bilet kesen arkadaşı çağırarak “Kardeşim! Ben biletli yolcuyum. Neden arabayı durdurmadın?” diye çıkıştım. “Ben seni Kastamonu’ya gidecek sandım” demesin mi? Kastamonu da olsa aynı arabaydı. İyice tepem attı. “Çabuk merkeze telefon et, arabayı durdursunlar. Bir taksi çağır beni yetiştirsin” dedim. Öyle yaparak otobüse yetiştim. Başka çârem de yoktu. Çünkü, o gün İnebolu’ya giden tek otobüstü. Böyle bir olay da ilk defa başıma geliyordu. Allah’tan vasıta uçak değildi. Yoksa “Sağa çeksin beni beklesin” diyemezdim. Bu da bir mâcera olmuştu.

Beş katlı Yeni Asya İnebolu Temsilciliğinin geniş salonu seksen kişi civarında insanla doluydu. Çoğunluğunu gençler oluşturuyordu. Gençlik hizmetleri hârikaydı. Hayatını bu dâvâya vakfeden Burhan kardeş aktif olarak çalışıyordu. Üç saat boyunca ders ve sohbet ilgiyle dinlendi. Sorular soruldu cevaplar verildi.

Cumartesi günü, öğle namazını müteâkip bir saat boyunca kalabalık bir gençlik grubuna, Üstadın hayatını ve dâvâsını hülâsa ettik. Herkes memnundu. Bediüzzaman’ın Küçük Isparta nâmını verdiği İnebolu kahramanlarına çok duâ ettiğini gözlerimle görüyordum. İbrahim Vapur kardeşimle birlikte on dört minibüsüyle Kastamonu’ya hareket ettik. Umumî dersleri Cumartesi akşamı yapılıyordu. İnebolu’dan Rasim Ağabeyle birlikte gelenler de derse katılmıştı. Dershanede kalabalık bir üniversiteli genç grup kalıyordu. Üstadın mânevî şahsiyetini ve üstlendiği kudsî vazifeyi nazara veren dersimiz yirmi üç otuza kadar sürdü. Ertesi günü, mülkiyeti satın alınan geniş dershaneyi de gösteren İbrahim Vapur şevk içindeydi. Bakiye kalan az bir borcu için duâ ettik.

Pursaklar’a döndüğümde ikindi namazı daralmıştı. Edâ ettiğim zaman ruhumun rahatladığını hissettim. Aynı akşam, Pazar seminerleri çerçevesinde Abdülmecit Demirci kardeşim muhtevası yoğun olan seminerini Asya Nur Kültür Merkezinde takdim ediyordu. Plânlı çalışmalar meyvesini veriyordu.

30.12.2009

E-Posta: [email protected]



Ahmet ÖZDEMİR

Bu asrı kurtaracak bir mu'cize-i Kur’âniye


A+ | A-

1399 yıl önce Hıra/Nur Dağı'ndan doğan Kur’ân nuru dünyayı aydınlatmaya başlamıştı. Bir kişi ile başlayan İslâm dini, artık dünyanın yarısını ve nüfusunun da dörtte birini kucakladı ve kucaklamaya da devam ediyor. Acaba bu nasıl oldu?

Peygamber Efendimiz (asm) daha hayatta iken Bizans’tan Habeşistan’a; İran’dan Mısır’a kadar o günün devlet başkanlarına İslâm’a dâvet mektupları göndermiş.

Resûl-i Ekrem’in (asm) hayatını okursanız, veda haccında sözü edilen 120 bin sahabenin 100 bini Hicaz dışına gitmiş; İspanya’dan Çin’e, Habeşistan’dan İstanbul’a kadar. Her türlü dünya meşakkatini göze alarak, Kur’ân hakikatlerini taşımışlar o yerlere.

Kur’ân artık dünyanın her tarafında okunuyor. Kur’ân sevdalıları o nurun doğduğu mekânlara koşuyor, tekbirler getirerek hep bir ağızdan: Allahu Ekber, Allahu Ekber…

Dünya bir zikirhâne oldu adeta. Telbiye sesleri yükseliyor Mekke’den hacıların ağızlarıyla: Lebbeyk, Allahümme lebbeyk…

Bugün dünyanın kalbi Hicaz’da atıyor, gümbür gümbür…

Mekke bir mihrab, Medine bir minber ve yeryüzü bir mescid oldu.

Türkiye’de geçen asrın başlarında Kur’ân’ın mânevî bir mu'cizesi doğdu; Barla bahçelerinde, bağlarında, dağlarında…

Risâle-i Nur dendi adına: Bazıları Türkçe, bazıları Arapça yazıldı; önce sadırlara, defterlere, kese kâğıtlarına, kibrit kutularına…

Her şey aleyhlerine olmasına rağmen Nur Talebeleri 600 bin nüsha risâleyi elle çoğalttılar. Sonra elden ele, ilden ile dağıttılar; Nur postalarıyla. Yani 600 bin insanın imanının kurtulmasına vesile oldu. Şimdi ise…

Nurlar artık Türkiye sınırlarını aştı, milyonların gönlünde taht kurdu; onların imanını kurtarıyor, Allah’ın izni ve yardımıyla…

Dünya dillerine tercüme ediliyor; matbaalarda gürül gürül basılıyor. Kütüphane rafları, kitap fuarları artık onlarsız olmuyor.

Nur müellifi, son dersinde bu duygularını şu sözleriyle özetliyordu:

“Cenâb-ı Hakka şükür, Kur’ân-ı Hakîmin işârât-ı gaybiyesi ile kahraman Türk ve Arap milletleri içinde lisan-ı Türkî ve Arabî ile bu asrı kurtaracak bir mu'cize-i Kur’âniyenin Risâle-i Nur namıyla bir dersi intişara başlamış. Ve on altı sene evvel 600 bin adamın imanını kurtardığı gibi, şimdi milyonlardan geçtiği sabit olmuş.” 1

Kur’ân-ı Kerim’in otuz üç âyetinin gaybî işaretlerini merak ediyorsanız, Birinci Şuâ’yı okuyabilirsiniz. Asırlarca İslâm’a bayraktarlık eden iki kahraman millet olan Türk ve Arapların dilleriyle yayınlanması hiç tesadüfe benziyor mu?

Gaybî işaretler ve gelecek için nice müjdeler var, o satırlarda!

Dünyanın dört köşesinden müjdeli haberler geliyor. Geçtiğimiz günlerde gazetemizde Şemsettin Türkan’la yapılan mülâkatı ve 19. dönem milletvekili Mehmet Özkan’ın haberini okuyunca heyecanlandım. Nur hizmetinde nereden nereye geldiğimizi ve ne yapmamız gerektiğini düşündüm. Belki bir zamanlar hayal gibi düşündüğümüz ve gördüğümüz şeyler artık gerçekleşiyordu.

Risâle-i Nurlar, artık pek çok dünya kütüphanesinde ve liderlerin başuçlarında yerini aldı. Vesile olanlara binlerce teşekkürler, tebrikler. Allah onlardan razı olsun.

Peki, biz bu hizmetin neresindeyiz?

Önünde miyiz, yanında mıyız, yoksa arkasında mıyız?

Dipnotlar:

1- Bediüzzaman Said Nursî, Emirdağ Lâhikası, s. 875.

30.12.2009

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Ali Rıza AYDIN

  Atike ÖZER

  Baki ÇİMİÇ

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Ekrem KILIÇ

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H. İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Muzaffer KARAHİSAR

  Nejat EREN

  Nurullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu

Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.
Kurumsal Linkler: Risale-i Nur Kongresi - Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Demokrasi100 - Yeni Asya Gazetesi - YASEM - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat - Yeni Asya Takvim oktay usta yemek tarifleri Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım - Yeni Asya 40. Yıl