08 Haziran 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Abdullah ŞAHİN

Isparta’dan âleme yayılan ıtr-ı Muhammedî: Risâle-i Nur


A+ | A-

Isparta, âlem çarşısında taşıyla toprağıyla mübarek bir belde, Nur’un ilk menzili. İnsanlık, fitne ve fesat asrının küfür, dalâlet ve sefahat karanlıklarında boğulmak üzereyken; Kur’ân Güneşinin parlak Nuru ve Itr-ı Muhammedî (Muhammedi koku) mânâsındaki Risâle-i Nurların alem-i İslâmiyet ve âlem-i insaniyetin imdadına gönderildiği güller şehri.

Risâle-i Nur, İlâhî Hitap Kur’ân ve Gül-ü Muhammediyenin 14 asır öncesinden işaret ettiği, iki nurlu kelimeden müteşekkil son tefsir-i Kur’ânî…

Nur: Aydınlık, parıltı, parlaklık. Her çeşit zulmetin zıddı. Işık. Kur’ân-ı Kerim. İslâmiyet. Hz. Peygamber (asm). Zulmeti def eden şûle, ışık.

Risâle: mektup, bir mevzuda muhtelif meseleleri muhtevî evrak, bir ilme ait yazılmış küçük kitap, haber göndermek, elçinin hâmil olduğu mektup, nâme, bir kimsenin sözünü veya emrini başka birisine tebliğ etmek.

Risâle-i Nur: Nur’un risâlesi, Kur’ân’dan alınan âyetlerle, Hz. Peygamber’in (asm) hadislerinin tefsiri ve tahlili mânâsında tahkikî iman dersleri veren nurlu kitap. Ahir zamanda Peygamber varisi ve vazifedar büyük mücahit ve müfessir Bediüzzaman’ın 130 parça eserden teşekkül eden Nurlu Külliyatı’nın adı. Birbirine yakışan, birbirini tamamlayan bu Nurlu terkipten, durmaksızın nurlu iksirler akıtan muhteşem bir pınar…

Risâle-i Nur: Nurlu bir yol, başta Hz. Muhammed (asm) olmak üzere, peygamberlerin yolu, kısacası bu fitne ve fesat asrında Kur’ân’ın cadde-i kübrâsı.

Ona “Risâletü’n-Nur” da derler. Vazifesi, hayat-ı ebediyeyi mahveden ve hayat-ı dünyeviyeyi de dehşetli bir zehre çeviren küfr-ü mutlaka karşı, imânî olan hakikatlerle, gayet kat’î ve en mütemerrid zındık feylesofları ve inkârcıları dahi ikna ve ilzam ederek, imana getirip, kuvvetli bürhanlarla Kur’ân’a hizmet etmek ve ehl-i İslâmiyet ve insaniyetin imanını kurtarıp, onları Cehennem hapsinden azade edip, rıza-yı İlâhiyeye ve saadet-i ebediyeye ulaştırmaktır.

Risâle-i Nur, Kur’ân ve Hz. Resûlullah’tan (asm) aldığı ilham ve feyizle, Cenâb-ı Hakk’ın muhteşem bir kitabı, hitabı ve mektubu olan kâinat kitabının esrarını, yediden yetmişe herkesin anlayacağı bir îcâz, i’câz ve belağatla tercüme eder. Zerreden galaksilere her mevcudun kendi lisanı ve lisân-ı haliyle Rab’lerini tesbih ve zikredişlerini, onlar adına izah ve tercüme eder. Âlem-i şehadet ve âlem-i gaybın esrarından, Kur’ân ve hadislerden aldığı ilhama göre haber verir.

Bu konuda geniş bir anket yapılmış mıdır, bilmiyorum; fakat gerçek anlamda, dünya ve ahiret hayatını, Kur’ân’ın bu asra bakan elmas hakikatleri olan Risâle-i Nurları tanıyarak kurtaran dünyanın çeşitli ülkelerindeki milyonlarca bahtiyar insanla, “Yaşadığınız ve unutamadığınız sizi en çok etkileyen hatıranız hangisidir?” sorulu bir anket yapılsa, belki de bu anketin neticesi % 100’e yakın bir oranda, “Yaşadığım ve unutamadığım en önemli hatıram, Risâle-i Nur’u tanıdığım andır” şeklinde olacaktır.

Din görevlisi olarak çalıştığım 1976’lı yıllarda, görev yaptığım camide Adana’nın Nur’un saff-ı evvel ağabeylerinden bir kısmıyla tanışmamız sonucu, ısrarla beni sohbete çağırmalarıyla başlayan bir süreçte kendilerine “İnşâallah müsait bir günde gelirim” mânâsında verdiğim söz ve haftalar geçmesine rağmen, o zamanda, toplumda var olan, sohbetlere karşı mevcut telâkkilerin de etkisiyle bir türlü verdiğim sözün gereğini yerine getiremeyişim…

Haftalarca derse gelmeyenin arayıp sorulmadığı günümüzle, o zamandaki dâvâ erleri arasında bulunan müfritane irtibat noktasındaki mesafe, maalesef, dağlar büyüklüğünde. Bu muhabbet ve irtibatın gereği olarak, tabiî ki ağabeyler davet konusunda asla peşimi bırakıp pes etmediler. Bir Cuma günü yatsı namazı sonunda, bahanelerimin tükendiği bir anda, tekrar eden sohbet davetine, ”Tamam sizinle sohbete geleceğim, fakat Nurculuk falan olursa kalkar giderim, kusura bakmayın” diye mukabele ettim. Sonrası, hep birlikte sohbet için, Allah rahmet eylesin, rahmetlik Kalaycı İzzettin Gürbüz Ağabeyin mütevazı evine vardık. İçeriye girdiğimde, bir anda orta sehpası üzerinde tertiple dizilen ve üzerinde “Risâle-i Nur Külliyatı” yazan kırmızı kitaplarla karşılaşınca, şoke oldum. Dışarı çıkmayı kendime yediremediğimden, bir müddet de olsa oturmayı tercih ettim. 15-20 kişi toplanmıştı ki genç üniversitelilerden biri, oradaki kitapların en kalınından bir mevzu açarak okumaya başladı, konu Cenab-ı Hakk’ın esmâsının kâinat memleketindeki tecellileri ve bu azamet karşısında insanoğlunun mutlak yerine getirmesi gereken kulluk vazifesiydi.

Sohbet arasında, okunan mevzûun Bediüzzaman’ın Sözler isimli eserinin 11. Söz’ü olduğunu öğrendim. Hayatımda hiçbir konuşmayı ve sohbeti o kadar mest olarak ve kendimden geçerek dinlediğimi hatırlamıyorum. Hikâye çok uzun, eline en kıymetli bir oyuncak verilen çocuk misâli, o gece sevincimden sabaha kadar uyuyamadım. Eski malumatlarımın taklidî olduğunu, bu muazzam Nur Hakikatlerini tanıdıkça daha çok anladım, kafamdaki şüpheler ve karmaşalar bir anda kaybolmuştu. Kendimi dünyanın en bahtiyar insanı olarak hissediyordum. Artık Nurları sürekli okuyor, ders günlerini iple çekiyordum. Aradan 35 yıla yakın bir sürere geçti, bizi seçerek bu Nur ummanının damlalarından nasipdâr eden Rabbimize zerrât ordusunun tesbihatıyla, Hz. Resulullah’ın (asm) mübarek ağızlarından çıkan hurufat, kelimat, ibadet ve ezkârının esir sahifesindeki intişarının çarpımı adedince şükrediyoruz.

Risâle-i Nur, nasıl bir nur? İçi nur, dışı nur, kendisi bizatihî Nur; Müellifi Bediüzzaman’ın ifadesiyle “Atom bombasından daha tesirli olan Nur”. Bu Nur, dünyanın her tarafına ve kararan gönüllere kısa zamanda yayıldı (R. Nurlar 50’ye yakın dünya diline tercüme edilmiştir.) Bu Nur’dan korkan yarasa tiynetliler, onu söndürmek istediler, Kur’ân Güneşinden lemean eden bu Nur’u üflemekle söndüreceklerini zannettiler, alabildiğince üflediler, fakat nefesleri yetmedi, onun nuru onları boğdu. Zincire vurmak istediler, o Nur ateşiyle zincirler eridi. Bu Nur, kendisine vurulmak istenen zincirleri, Guinness Rekorlar Kitabı’na girecek sayıda binlerce kez kırarak, hapishane zindanlarını ve kararan bîçare gönülleri gülşene çevirdi. (R.Nurlar dünya adalet tarihinde görülmedik şekilde aynı iddiâ ve dâvâlardan 2000’in üzerinde berat kararı almıştır.) O Nur’u tadan azılı katiller birer munis Müslüman ve Nurun fedaisi olup, tahta biti ve karıncayı bile öldüremez bir ruh ulviyetine yükseldiler…

Şimdi, Nur’un, taşıyla ve toprağıyla mübarek Isparta ve Urfa’sında ve Medresetüzzehrası Van’da îfâ edilen nurlu mevlid meclislerinde, Nur ve Gül fabrikasının çelik iradeli, sarsılmaz saff-ı evvel talebeleri, kendilerini ziyarete gelen saff-ı hâzır Nur talebelerine kabirlerinden gülümseyerek bakarak, her an bizimle birlikteler. Çünkü şahs-ı manevî olan nur halkaları ve hâleleri, dünyevî perdeler ve manilerle mahdut olamaz.

Nurun hakikatlerinden ilhamen yazdığım şiirimi bu gönül erlerine ithaf ederken, Cenâb-ı Hakk’a, bizleri, ebediyen Nurlardan ayırmaması ve Nurlara hizmetkâr kılması için duâ ve niyazlarımızı arz ederiz.

RİSÂLE-İ NUR

Bir damla su idim dünyaya geldim

Rahmet sofrasını karşımda buldum

Beşikten mezara hep hasret kaldım

Annemin busesi Risâle-i Nur

Esmayı okudum senin gözünle

İpeği dokudum içten özünle

Balları akıttın tatlı sözünle

Balımdaki sırsın Risâle-i Nur

Dünya ticaretgâh, insansa tâcir

Bu âlemde herkes daim misafir

Ya Rab müflis etme, eyleme facir

Ömür sermayem ol Risâle-i Nur

Nimet deryasına şükreden ey kul!

Şefaat eylesin ol Yüce Resûl

Hasenat ekerek rızaya nail

Taleben olalım Risâle-i Nur!

Elsiz bir böcekken ipeği dokur

Kudret kitabının harfini okur

Kimi altın çıkar, kimisi bakır

Kömürden elmasa Risâle-i Nur

Bir gün gelir mutlak dünya dürülür

Hesap günü gelir herkes dirilir

Günahlar sevaplar bir bir derilir

Mizanımda bir nur Risâle-i Nur

Münker Nekir gelip sual soracak

Kiminin hesabı çok zor olacak

Kimi Nurlar ile cevap verecek

Kabir lisanım ol Risâle-i Nur

Mizan sonu ince Sırat kurulur

Mü’min ayağına atlas serilir

Mücrim yollarına ateş yayılır

Sıratta Buraksın Risâle-i Nur

Her an âlem gelir gider her zaman

Cehennem ateşi Rabbim “El Aman!”

“Ümmeti!” diyerek söylesin Canan

Resul’ün vârisi Risâle-i Nur

Şahin’im senin de gülün solacak

Akan gözyaşını kimler silecek?

Dünya akıbeti toprak olacak

Kabirimde açan gül Risâle-i Nur

(A.Şahin)

08.06.2010

E-Posta: [email protected]



Muzaffer KARAHİSAR

Dost acı söyler


A+ | A-

“Güzel bir bahar gününde bahçede huzurevi sakinleri arkadaşlarla oturuyorduk. Gece vefat etmiş olan arkadaşımız Lütfi Bey’e üzülüyorduk. Geçirdiği felç rahatsızlığından dolayı tedavi gördüğü hastanede, Hakkın rahmetine kavuşmuştu. Kendi aramızda sohbetlerini, hatıralarını ve insanî davranışlarını konuşuyorduk. Rahmetli on üç sene burasını kendine mekân yapmış, burada yaşamış bir insandı. İnancı, ibadeti kavi birisiydi. Onunla beraber camiyi ve cemaati hiç kaçırmazdık. O devamlı Kur’ân okurdu. En önemli vasfı da gündüzleri çay ocağında fahrî olarak çalışır, demlediği nefis çaylardan bizlere ikram ederdi. Çok konuşmayan, gıybet etmeyen ve başkasına zararı dokunmayan, geçim ehli bir insandı. İşte böyle bir faninin ölümüne huzurevinde bulunan herkes gibi bizler de üzüldük. Onun bu vasıflarını konuşup, yâd ederken, bir vefa borcu olarak son görev olan cenaze merasimine katılmak üzere, cenazenin kalkacağı saati bekliyorduk. Zaten arkasından duâdan başka da yapabileceğimiz başka bir şeyde yoktu.

Biz bahçede beklerken yabancı üç bayanla iki erkek geldiler. Arabalarından inince bizlere doğru baktılar ve ağlayıp üzülerek içeriye, idarenin olduğu tarafa yöneldiler. Bizler cenaze yakınları olduğunu tahmin ettik. Onlar içeride idari işleri, muameleleri yaptırdıktan sonra; gelecek olan kardeşlerini beklemek üzere bahçeye çıktılar ve yanımıza gelip, selâm verip oturdular. Bizler de kendilerine başsağlığı diledik. Onlar kendi aralarında konuştular, yaşlı kadın hariç, ayak ayak üstüne atarak sigaralarını yaktılar. Geldiklerindeki ağlama, sızlama ve üzüntüden eser kalmamıştı. Bir de onları babalarının vefatına gelirken giyim kuşamlarına itina göstermemeleri, saçı başı açık vaziyette gezmeye gider gibi gelmelerini yadırgamıştım. Yanımıza oturduktan biraz sonra, orada en yaşlı ben olduğum için, içinden bir bayan bana dönerek lafı açtı:

- Amca nerelisin?

- Kütahyalıyım.

- Kaç senedir buradasın?

- Üç senedir?

- Memnun musun buradan, iyi bakıyorlar mı?

- Memnunum, burası çok iyi ama!..

-Çocukların var mı?

Baktım sorular devam edip gidiyor. Artık söylemem gereken bir şeyler olduğu için, onların sorularını bekledim biraz. Ama sabrım da kalmamıştı. Var, dedim.

-Sizin gibi çocuklarım var, malım, mülküm her şeyim var. Ama neye yarar? Çocuk dediğin atasına saygısı, sevgisi olmayınca neye yarar. Sizin babanız benim arkadaşımdı. Burada onunla paylaştık kaderimizi. O bana derdini döktü, ben ona. Günleri hep keder, üzüntü içinde geçti. Hiç sordunuz mu ona? Baba nedir derdin sıkıntın, diye? Hiç halini hatırını sordunuz mu? Onun gönlünü edip buralardan alıp götürseniz ne olurdu sanki? Hep ruh sıkıntısı içersindeydi. İki damla gözyaşıyla bitiyor mu her şey?

-Babam bizle kalmak istemedi. Durmadı bizimle. Evimizi bırakıp buralara geldi.

-Benim de malım, mülküm, çocuklarım var. Onlara da sorsanız, onlar da siz gibi bütün suçu, kabahati bana atarlar. Onlarda aynısını söyler. Babam kendi gitti huzurevine, biz razı olmadık, derler. Elbette kendim geleceğim, biri tutup zorla getirecek değil ya. Ama bir de gelip bana sorun, neden geldim? İnsan durduğu yerde evini, mülkünü, yurdunu, yuvasını terk edip buralara gelir mi? Zaten sizi babanız terk etmek zorunda kalmış, bana hepsini anlattı. Şu anda sizlerin şu haliniz, onun neden buralara geldiğini anlatmaya yetiyor.

-O bizle durmak istemedi.

-Olabilir. Onun sizle durmasını sizler sağlayacaktınız. O adam her ay maaşından bir miktarını yemiyor, içmiyor sizlere gönderiyordu. Onun parasını harcarken, onun da sofranıza oturup beraber yemek yemesini arzu etmez miydiniz? Hastanede yattı günlerce, ziyaretine geldiğinizi duydum. Hiçbir gün, bir gece ona hastanede refakat edip beklediniz mi? Sildiniz mi gözlerinden süzülen gözyaşlarını, bir yudum su verdiniz mi?

Onlar bana soru sorduklarına pişman oldular. Daha çok ben onlara sorular sordum. Cevapsız kalan sorulardan sonra sessizlik oldu. Sözlerimi baba nasihati yerine geçecek tavsiyelerle bitirdim.

-Bak kızım! Ben babanızın arkadaşıydım. Burada kader birliği yaptık, günlerimiz beraber geçti. O sebeble sizlere bir dost olarak tavsiyelerim olacak: Hayatta gördüğün her şey geçici. Gençlik, güzellik, para, servet... Önemli olan bunları iyi yolda, Allah’ın emrettiği şekilde kullanmak lazım. İyilikler ve kötülükler karşılıksız kalmayacaktır. O’nun rızasına uygun hareket etmek, O’nun emirlerini dinlemek lazım. Rahmetli babanıza da benim anlattıklarım sorulacak. Münker-Nekir’in suallerine hakkıyla cevap verir, Cennete kuş gibi uçar gider inşallah.

Daha sonra cenazenin hazır olduğu haberi geldi. Cenaze yakınları, personel ve yaşlılarla birlikte Merhum Lütfi Bey’in cenaze namazını kıldık ve ebedi istirahat yerine götürüp, kabre defnettik, duâ ettik, ayrıldık. Allah rahmet eylesin, mekânı cennet olsun.”1

Dipnot:

1. Osman Olçun’un anlatımı. (Yorumsuz)

08.06.2010

E-Posta: [email protected]



Ahmet DURSUN

Türkiye’nin Filistin meselesi


A+ | A-

“Türkiye’nin Filistin meselesi var mıdır?” sorusunun cevabı, Türkiye’nin kimlik sorununu da deşifre edecek niteliktedir. Türkiye’nin dinî, tarihî ve kültürel aidiyetini temsil eden bu kutlu topraklarda yaşananlara bigâne kalmak, kendi kimliğini ve varlığını inkâr anlamına gelmektedir. Bugün Filistin meselesinde aşırı hassasiyeti sorgulayan tavırlar, bu bağlamda, Türkiye’nin her alanda yaşadığı kimlik bunalımının dışa vurumudur.

Bir İslâm toprağı olan ve haksız bir şekilde gaspa uğrayan Filistin’de yaşananlara duyarlı olmak İslâmî ve insanî bir tavır olmakla birlikte tarihî bir sorumluluğun da gereğidir. Merhum Abdülhamid’in kapısını Yahudiler için toprak talebi ile defalarca aşındıran Siyonizmin kurucusu Theodor Herzl’in her seferinde kapıdan döndürülme gerekçeleri, bugün bizi de bağlayıcı özelliğe sahiptir. Başbakan’ın konuşmalarında öne çıkan üslup bu bağlayıcılık üzerine kurulu gibidir; ancak “Kudüs’ün kaderi İstanbul’un kaderinden ayrı değildir” gibi sözler kader birliğini ifade etmesi bakımından önemli olmakla birlikte, sosyal ve siyasî realiteler ve özellikle fiilen uygulanmakta olan politikalar açısından açısından sorgulanmayı gerektirmektedir.

Kudüs, İslâm’ın ilk kıblesi olan Mescid-i Aksa’nın statüsü dolayısıyla Filistin’in ve İslâm âleminin kalbi gibidir. “Gine’den Endenozya’ya kadar dünyanın bir çok yerinde zor durumda olan Müslümanlar var, Filistin’i neden abartıyorsunuz?” gibi soru ve eleştiriler, günde beş kez Kâbe’ye yönelen mü’minlerin aklını çelemeyecek geçersiz yaklaşımlardır. Yine Filistinlilerin topraklarını kendi elleriyle Yahudilere sattıklarından dolayı bu belâya maruz kaldıkları ve bu yüzden de kendi elleriyle başlarına belâ hazırladıkları, Arapların Osmanlı’ya ihanet ettikleri ve bu yüzden İsrail’in başlarına musallat olduğu, Filistin’in bir Arap-İsrail meselesi olup bizi ilgilendirmediği gibi seslendirmeler de mü’min duyarlılığını yansıtmamaktadır.

Kur’ân’da sık sık yüceltilen, İsra ve Mirac hadisesiyle İslâm’ın kalbine yerleşen ve nihayetinde Hz. Peygamber’in vasiyetiyle tüm Müslümanlara zimmetlenen peygamberler diyarı bu topraklar, asırlar geçse de İslam âleminin bir imtihanıdır. Bu imtihan Filistin’e destek zorunluluğunu beraberinde getirmektedir. Meselenin temel noktası, bu desteğin hangi zeminlerde nasıl yürütüleceği ile ilgilidir.

Yaser Arafat’ın Birleşmiş Milletler’de yaptığı bir konuşmada “Bir elimde zeytin dalı, diğer elimde silâh olduğu halde size geldim; zeytin dalını düşürmeyin” dediğini hatırlıyorum. Bu sözler Filistin meselesinin çözümündeki zorlu ikilemi ortaya koymaktadır. Mavi Marmara’yı kızıla boyayan İsrail’in katakulli ile sahip olduğu bu kutsal topraklardan barışçıl yollarla vazgeçeceğini sanmak elbette safdillik olur; ancak bu, barış için tek yolun savaş olduğu anlamını da taşımamaktadır. İnsanlığın ortak vicdanını arkasına alan bir uluslararası desteğe dayalı etkin bir diplomasi taarruzu, Filistin ve İslâm âleminin önünde hâlâ başarılmayı bekleyen bir alternatif olarak durmaktadır.

Benim kısaca dikkat çekmek istediğim husus ise farklı bir tehlikeye işaret eden genel bir tavırla ilgili olacaktır. İsrail’in yardım gemilerini kanlı bir şekilde durdurmasının ardından uyanan infialin aldığı pozisyon, siyasal İslâm’ın saldırgan, çatışmacı, İslâm’ın özdeğerlerinden uzaklaştırıcı, “radikal İslâmcılıkla” özdeşleştirilen halidir. Gerçek şu ki, siyasal İslâm on yıllardır yalnız Türkiye’nin değil, tüm İslâm toplumlarının enerjisini tüketmiş, kendi iç dinamiklerini kuru iktidar mücadeleleri yolunda çatıştırmış; Filistin gibi genel meseleleri politize ederek sathîleştirmiştir. Bu meselenin de siyasallaştırılması faydadan çok zarar getiren farklı tehlikeleri beraberinde getirecektir. İnsanî duyarlılığı ön plana çıkararak var olan zulmü “dünyanın meselesi” haline getirebilmek daha akılcı ve insancıl olacaktır. Filistinlilerin, şu vaziyette bile devam eden dahilî ihtilâflarını artık bitirmeleri de çözümün olmazsa olmaz en önemli ve öncelikli şartlarından biridir.

08.06.2010

E-Posta: [email protected]



Ali FERŞADOĞLU

İnsanın hakiki kıymeti


A+ | A-

İnsanın kıymeti, ihtivâ ettiği yüksek sanatla (varlıkta tecellî eden) Esma-i Hüsnâ’dan yansıyan cilvelerin nakışlarını anlaması, okuması oranındadır. Eğer insana, vahyin ışığına gözünü kapamış olan felsefenin dediği gibi, mâna-yı ismiyle, yani hiçbir fail, Halık’la bağlı olmayıp bizzat kendi kendisine var olan nazarıyla bakılırsa kıymeti; donuk, değişken, ölü maddeden ibaret kalır. Meselâ, bir resim, Ahmed Hamdi veya Picasso’ya isnat edilse; değeri milyarlarla ifade edilir. Eğer, bir ressama isnat edilmezse, kıymeti hiç hükmündedir. Altın, değerini, aynı zamanda kuyumculuk sanatının inceliklerinin işlenmesinden de alır. İmânlı insanın kıymeti, Esma-i Hüsna’dan (Allah’ın güzel isimlerinden) yansıyan yüksek san’atın, cilvelerin nakışları nisbetindedir. Değersizleştirici bakışla, insanın kıymeti ise, et, kemikten ibaret fâni ve düşük maddesinin kıymetiyle ölçülür. Bu âleme, eğer Kur’ân’ın tarif ettiği gibi mânâ-yı harfiyle, yani Cenâb-ı Hakk’ın azametine bir âlet olduğu nazarıyla bakılırsa, o nisbette kıymettar olur. Eğer felsefenin dediği gibi mânâ-yı ismiyle, yani hiçbir fail, Halıkla bağlı olmayıp müstakil-i bizzat nazarıyla bakılırsa, kıymeti, donmuş ve değişken maddesine mahsus kalır.1

“Mahlûkatı yarattım ki, Bana bir ayna olsun ve o aynada Cemalimi göreyim”2 hakikatince; Allah, kâinatı yaratmış ve kâinatın küçük bir örneği, modeli olarak da insanı yaratmıştır. “Andolsun ki, biz insanı ahsen-i takvîmde (en güzel kıvamda) yarattık”3 buyurmuştur. Varlık boyutunda bulunan bütün elementler, çekim/sevgi, itme/öfke/savunma kanunları, elektro-biyo/manyetik enerji boyutları, canlılar ve bitkilerin özellikleriyle her şey insanın rûh ve bedeninde özetlenmiştir. Bediüzzaman’ın tabiriyle; insan, şu kâinat ağacının en son ve en cemiyetli (derli toplu) meyvesi; Muhammedî (asm) yönüyle kâinatın asıl çekirdeği; kâinat Kur’ân’ının en büyük âyeti/belgesi; kâinat Sultanının, Yaratıcısının bütün isimlerine mazhar olmuş bir ayna; hârika bir kudret mu’cizesi;4 kâinatın en önemli varlığı; zeminin sultanı; kâinattaki âlemlerin bir ölçüsü; büyük bir listesi; bir haritası; şu en büyük kitap olan kâinatın özü ve küçük bir nümûnesi;5 Cenâb-ı Hakkın bütün isim ve sıfatlarına ayna ve Onun antika bir sanatı; nazik ve nazenin kudret mucizesidir.6

Cenâb-ı Hakk, gizli hazinelerinin ve bazı sırlı hakikatların bilinmesi için bir ölçü/gösterge olsun diye beşere akıl, kalb gibi birçok duygu, duyu, hür irade, yani “ene, benlik” vermiş. Kur’ân kâinatın yazılı şekli; kâinat Kur’ân’ın tecessüm etmiş (cisimleşmiş) hâli; insanı kâinatın küçük bir misâli ve Kur’ân’ı, insanın plan ve programı yapmış. Kâinatı karış karış İlâhî sanatlarla bezeyerek “Hikmet” müzesi yaparak insanın tefekkürüne sunmuş. Kâinat ile insan arasında muazzam bir irtibat, ahenk, denge koymuş. İnsanın değeri de, “Yaratıcı-insan-kâinat-Kur’ân” denklemini çözdüğü nisbettedir.

Dipnotlar:

1- Mesnevî-i Nûriye, s. 193

2- Keşfü’l-Hafa, 2:13

3- Kur’ân, Tîn, 4

4- Şuâlar, s. 218

5- Sözler, s. 101, 118

6- Age, s. 282

08.06.2010

E-Posta: [email protected] [email protected]



Nimetullah AKAY

Kur’ân her asra hitap ediyor


A+ | A-

Muhakemât okumaları-2

Akıl ve nakil karşı karşıya geldiği, yani çatıştığı takdirde, hakikatı arama meyline sahip olan aklın asıl kabul edilmesi, nakilin ise tevil olunması yani yorumlanması genelde kabul edilen bir görüştür, bir kaidedir. Fakat o akıl, âkıl (düşüncesi sağlam, hüşyâr) olmalıdır.

Bununla birlikte bilinmektedir ki, Kur’ân’da dört esas maksat vardır: Bunlar, Allah’ın varlığının ve birliğinin ortaya konulması, Peygamberlik müessesesinin anlaşılması, insanların ahirette cisimleriyle dirilmesinin ispatı ve Allah’ın adaletinin anlaşılmasıdır.

Akıllara gelen “Ey mevcudât! Nereden ve kimin emriyle geliyorsunuz? Sultanınız kimdir? Deliliniz ve hatibiniz (adınıza konuşanınız) kimdir? Ne edeceksiniz ve nereye gideceksiniz?” şeklindeki suallere ancak Kur’ân cevap verebilir. Bu sualler sadece insan aklıyla cevaplandırılamaz. Kur’ân teferruata dair şeyleri içinde bulundurmaz. Tâ ki, görünen nizam ve intizamla Kâinatın Sanatkârına deliller gösterilsin. Yani Kur’ân varlıklara, kendileri için değil, sadece Yaratıcıları için bakar. Bu sebeple Kur’ân muhataplarını teferruatta (ayrıntıda) boğmamıştır.

Evet, intizam (düzen) büyük bir açıklıkla kendini gösteriyor. Büyük Sanatkâr olan Allah’ın varlığına, iradesine ve eşyayı niçin yarattığına kat’î bir şekilde şehadet eden intizamlı sanat, kâinatın her tarafında yaratılışın güzelliklerini akıl sahipleri için ortaya koymaktadır. Güya her bir varlık, kendine mahsus bir dille Büyük Sanatkâr’ı tesbih ederek, yaratıcıları olan Allah’ın varlığına şehadet ve işaret ediyorlar. Madem yaratılıştaki maksat budur ve madem kâinatın kitabından nizam ve intizamı öğreniyoruz, o halde kâinatın meydana gelmesi ile ilgili ayrıntılar bizi birinci derecede ilgilendirmemelidir.

Kur’ân’da adı geçen varlıklar yani Kur’ân’ın yüksek meclisine girmiş olan kâinatın her bir ferdi dört vazifeyi yerine getirmektedir:

Birincisi: Mükemmel bir şekilde, intizam ve ittifakla ve hep birlikte Sultan-ı Ezelî olan Allah’ın saltanatını ilân etmek.

İkincisi: Her biri kâinattaki fenlerin, ilimlerin birer temsilcileri olduklarından, İslâmiyetin, hakiki fenlerin (ilimlerin) özü olduğunu ortaya koymak.

Üçüncüsü: Her biri birer varlığın nümunesi olduklarından, yaratılışta geçerli olan İlâhî kanunların İslâmiyetle mutabık olduklarını ispat etmektir. Tâ ki, yaratılış kanunlarının yardımıyla İslâmiyet neşv-ü nemâ bulsun, yayılsın. Böylece İslâm dininin, hevâ ve heves içinde yardımsız, bazen ışık, bazen de karanlık veren ve çabuk değişmeye yüz tutan dinlerden imtiyazlı, seçkin ve başı dik ve yüksek hakikatlere sahip olduğu anlaşılmaktadır.

Dördüncüsü: Kur’ân’da zikredilen varlıkların her biri birer hakikatın nümunesi olduklarından, fikir sahiplerini, insanların ihtiyaç duyduğu hakikatlere yönlendirmekte, teşvik etmekte ve onları uyardırmaktır.

Böylece, Kur’ân’da yeminle zikredilen büyük ve küçük varlıklar insanları daima düşünceye teşvik edecektir. Evet Kur’ân’daki yeminler gaflet uykusunda olanlar için birer ikâz edicidir.

Öyleyse şüphe edilmemeli ki, mucize olan ve en yüksek belâğat makamında bulunan ve mürşidimiz olan Kur’ân, Arap lisanındaki üsluplara en uygun olan, en güzel delil gösterici, en istikametli olan ve en açık anlaşılabilecek olan kısa ifadeleri kullanacaktır. Hakikatlerini bütün insanların anlayışlarına sunmak ve onları irşad etmek için bu şekilde olması gerekirdi. Demek Allah’ın varlığına ve birliğine delil olup kâinatta bulunan düzenden öyle bir şekilde bahsedecek ki, herkes kabiliyeti nisbetinde rahat bir şekilde anlayabilsin. Yoksa delil, ifade edilmek istenen hakikatlerden daha gizli olacaktı. Böyle olsaydı, bu durum irşad prensiplerine, belâğat mesleğine ve Kur’ân’ın mu’cizeliğine aykırı olacaktı.

Eğer Kur’ân, bugün ancak anlaşılabilen güneşin ve yıldızların harika hallerinden bahsetmiş olsaydı ve bugün ancak mikroskop ile görülebilen, çıplak gözle görülemeyecek kadar küçük mikroplardan bahsedip, insanları imana davet etmiş olsaydı, asırlar öncesindeki insanlar için delil, anlatmak istenenden daha gizli, daha anlaşılmaz olurdu. Bu durum onları Kur’ân’ı değil anlamaya, inkâra sürükleyecekti. Halbuki Kur’ân mucizeliğine yakışır bir şekilde her asırdaki insanların fehmine, anlayışına hitap etmiş ve hiç kimseyi şaşırtmamıştır.

Hülâsa, Kur’ân kendini her asırdaki insanların fehmine anlatmış, hiçbir asırdaki insanlar, mânâlarını garip ve anlaşılamaz bulmamıştır. Günümüzün sanat harikalarından bahsederken, geçmiş asırları şaşırtmamıştır. Bu durum ancak İlahî kelâm olan Kur’ân’a mahsus mu’cizevî bir durumdur.

08.06.2010

E-Posta: [email protected]



Ahmet ÖZDEMİR

Mevlid-i Nebevî’den Bediüzzaman Mevlidlerine


A+ | A-

Mevlid okuma/okutma geleneğinin merhum Süleyman Çelebi ile başladığı kabul edilir. Hâlbuki mevlid olayı Resûl-i Ekrem’in (asm) doğumuna dayanır. Çünkü “mevlid” kelime olarak velâdet, doğum, doğma, doğulan yer, doğulan zaman anlamlarına gelirken ıstılahta Hz. Muhammed’in (asm) doğumu, Hz. Muhammed’in (asm) doğumu menkıbesi ve hayatı ile ilgili eser, Süleyman Çelebi’nin bu konudaki meşhur ve yaygın eseri ve bu eserin okunduğu dinî tören olarak geçer.

İnsanlık için mevlid, yeniden doğuş, kendini okuma, günahlardan arınmak olsa gerektir. 571 yılına doğru hayalen bir yolculuk yapalım:

Yeryüzü zifiri karanlığa bürünmüş, göz gözü görmüyordu. İnsanlık yolunu kaybetmiş, kurtuluş yolunu arıyordu. Rehber olarak kabul edilenler de yollarını şaşırmıştı. Babalar kızlarını diri diri toprağa gömecek kadar vahşileşmişti.

İnsanlar vahşileşmiş, cehalet ve dalalet bataklığında boğulmaya yüz tutmuşlardı. İnsanlar vahşilikte, birbirlerini yemede aslanları, sırtlanları bile geride bırakmıştı.

Dünya adeta zalimindi, mazlumun hayat hakkı bile yoktu. Zalimin zulüm kamçısı altında mazlum inim inim inliyordu. Zalim izzetinde, mazlum zilletinde bu dünyadan göçüp gidiyordu.

Varlıklar, insanlığın işlediği zulüm ve vahşetten mâteme bürünmüştü. Gözyaşları kurumuş, artık kalpler ve ruhlar ağlıyordu. Kalplerin ve ruhların üzüntülerine dünyalar da ortak olmuştu. Adeta dünya bir mâtemhâneye dönmüştü. Dünyaya gönderiliş gayesini unutmuş olan insanlık; “Allah’ı tanımak ve ibadet etmek”ten uzaklaşmıştı.

“Tevhid” inancından mahrum olan insanlık adeta küfür ve şirk derelerinde at koşturuyordu. Gönüllerde, kalplerde “tek ilah”ın yerini, sayısız putlar doldurmuştu.

İnsanlık hakiki sahibini arıyordu…

Kâinatı yoktan var eden, varlığından haberdar eden Zat, elbette bunlara bir çare bulacaktır. Çünkü o, sonsuz merhamet sahibidir. Küfür devam etse de zulüm devam edemezdi.

O, yolunu şaşıran insanlığa bir rehber göndermeyi ihmal etmeyecektir. Karanlık gecelerin nurlu sabahı yakındı. Nurlu sabahlar güzel günlerin müjdecisidir.

İşte, insanlığın asırlardır beklediği o zât (asm) geliyordu. Zira onun ismi göklerde Ahmed, yerde Muhammed’di. Âlemler onun yüzü suyu hürmetine yaratılmıştı.

O, Allah’ın son peygamberi ve bütün insanlığın baş tacı olacaktı.

O, beraberinde getirdiği nur ile dünyanın manevî şeklini değiştirecek eşsiz insandı.

O, cinlere ve insanlara ebedî mutluluğun yollarını gösterecekti.

O, yaratılışın sırlarını çözecekti.

O, âlemlere rahmet olarak gönderiliyordu.

O, gönüllerin efendisi, kalblerin sevgilisi, akılların öğretmeni, nefislerin terbiyecisi ve ruhların sultanı olacaktı.

Âlemler hürmet ve heyecan içinde efendisini beklemekteydi. Her varlık kendine mahsus dilleriyle, hâl ve hareketleriyle bu eşsiz insana “Hoş geldin! Safa geldin!” demek üzere sevinç ve neşe içinde hazır bekliyordu.

Onunla dünya tarihinde yeni ve bembeyaz bir sayfa açılıyordu…

Meşhur Fil olayından 52 gün sonra,12 Rebiülevvel…

Miladi takvimler 20 Nisan 571 yılını gösteriyordu.

…ve Nurlu bir pazartesi gecesi. Sabaha karşı, seher vakti, Mekke’nin doğusunda bulunan “Hâşimoğulları Mahallesi”nde muazzam bir olay gerçekleşti:

Kâinatın Efendisi Hz. Muhammed (asm) dünyaya teşrif etti.

Bununla birlikte âlem, asırların elemini unutarak sevinçlere gark oldu. Karanlıklar yırtıldı, her yer nurla doldu. Kâinat sevincinden adeta Süleyman Çelebi gibi haykırıyordu:

“Âmine Hatun Muhammed annesi

Ol sadeften doğdu ol dürdanesi

Çünkü Abdullah’tan oldu hâmile,

Vakt erişti hefte vü eyyam ile.

Hem Muhammed gelmesi oldu yakîn,

Çok alâmetler belirdi gelmedin.

……………………..

Bu gece şadan olur erbab-ı dil,

Bu geceye can verir ashab-ı dil.

Rahmeten lil-âlemindir Mustafa,

Hem şefiu’l-müznibindir Mustafa.

Vasfını bu resme tertip ettiler,

Ol mübarek nuru terğib ettiler.

……………

Geldi bir ak kuş kanadıyla revan,

Arkamı sıvadı kuvvetli heman.

Doğdu ol saatte, ol Sultan-ı Dîn

Nura gark oldu semâvât u zemîn.”

***

Ahmed b. Hanbel, Müsned’inde İbn-i Abbas’tan şöyle bir rivayete yer verir:

“Peygamber (asm) pazartesi günü doğdu. Pazartesi günü peygamber oldu. Pazartesi günü vefat etti. Mekke’den Medine’ye hicret için Pazartesi günü yola çıktı. Medine’ye Pazartesi günü geldi. Hacerü’l-Esved’i Pazartesi günü kaldırdı.”

Peygamber Efendimiz’in (asm) doğduğu yerde bugün bir kütüphane bulunmaktadır. Günümüzde hacılar Resûl-i Ekrem’in (asm) doğumuna şahitlik eden bu yeri ziyaret ederler.

Ebelik hizmetlerini Abdurrahman b. Avf’ın annesi Şifa Hatun ve Osman b. Ebu’l-As’ın annesi Fâtıma Hatun yerine getirmiş, evin baba yadigârı cariyesi olan Ümmü Eymen de (Bereke) yardımcı olmuştu.

Kutlu doğum olayı daha sonra İslâm tarihinde “Mevlid” olarak yâd edilecek, bu gece kandiller zincirine eklenecek ve “Mevlid Kandili” olarak ihyâ edilecektir. Peygamber Efendimiz’in (asm) hayatını ele alan manzum eserlere de “mevlid” adı verilecektir. Buradan hareketle Müslümanlar bu manzumeleri okumak veya okutmak sûretiyle, başta Peygamber Efendimiz (asm) olmak üzere hâsıl olan duâsını âhirete göç etmiş yakınlarına ve dostlarına hediye etmek âdetini başlatacaklardır.

İşte onlarda biri de başta Peygamber Efendimiz (asm) olmak üzere, bütün peygamberler, Ashab-ı Kiram ve Bediüzzaman Said Nursî ve diğer ahirete intikal eden Risale-i Nur talebeleri ile ehl-i imanın ruhlarına ithafen okutulan “Bediüzzaman Mevlidleri”dir. Bediüzzaman mevlidleri değişik tarihlerde başta Said Nursi’nin hayatının geçtiği özellikle Isparta, Van ve Urfa gibi yerlerde okutulmaktadır. Bu merkezlere son zamanlarda yeni yerler de eklenmiştir. Bunların yerleri ve tarihleri gazetemizde ilân edilmektedir.

Bu güzel manevi havaya gıpta ile kimlerin baktığına Bediüzzaman, şu sözleriyle işaret etmektedir:

“Semâvât zemine gıpta eder ki, zeminde hâlisen lillâh sohbet ve zikir ve tefekkür için, bir-iki adam, bir-iki nefes, yani bir-iki dakika beraber otururlar, kendi Sâni-i Zülcelâlinin çok güzel âsâr-ı rahmetini ve çok hikmetli ve süslü âsâr-ı san’atını birbirine göstererek Sânilerini sevip sevdirirler, düşünüp düşündürürler.”1

Mevlidler aynı zamanda uzak-yakın gönül dostlarını da bir araya getirmekte ve hasretliklerin giderilmesine vesile olmaktadır.

Dipnotlar:

1- Bediüzzaman Said Nursi, Barla Lahikası, s. 419

08.06.2010

E-Posta: [email protected]



Süleyman KÖSMENE

Kavram ve hüküm olarak vacip ve sünnet


A+ | A-

Mehmet Güler: “On Birinci Lem’a’nın Altıncı Nüktesi’nde ‘Sünnet-i Seniyyenin meratibi var: Bir kısmı vaciptir; terk edilmez’ deniyor. Vacipler sünnet midir? Bu nasıl oluyor? İslâm’da vacip ne demektir?”

Dinin bütün emirleri, farz da olsa, vacip de olsa, sünnet de olsa, ilk ve mükemmel olarak Peygamber Efendimiz (asm) tarafından, hemen ardından sahabeler tarafından, hemen ardından da takip eden hayırlı nesiller tarafından uygulanmıştır.

Sahabelerden sonraki ilk şerefli nesil (mezhep imamları), uygulama alanında bulunan bütün vahiy emirlerini almış; farz, vacip ve sünnet olarak sınıflara ayırmıştır. Mezheplerin sınıflandırmasında “sünnet” her ne kadar kendisine dar bir terim manası alarak, Peygamber Efendimiz’in (asm) nafile olarak yapa geldiği davranışlarla sınırlandırılmış ve bu haliyle farz ve vacipten soyutlanmışsa da; Bediüzzaman’ın dilinde “sünnet” ifadesi, “İlâhî yol/Peygamber yolu” manasında farzları ve vacipleri de kapsamaktadır. (Hiç şüphesiz mezheplerin, İlâhî emirlerin derecelerini belirlemek için Peygamber Efendimiz’in (asm) nafile olarak yaptığı davranışlara sünnet, mecburi bir Allah emri olarak yaptığı davranışlara da farz veya vacip diyerek; ümmete emir değerleri tespit edilmiş bir din bırakmaları bakımından sarf ettikleri olağan üstü gayretin değeri tartışılamaz. Bediüzzaman bu bakımdan mezhepleri takdir eder. Bu ayrı bir konudur.)

Bediüzzaman, “Peygamber Efendimiz’in (asm) birer Allah emri olarak uygulaya geldiği davranışları” mânâsında algıladığı sünnet-i seniyyeyi üç kısımda incelemiştir: 1-Farzlar ve vacipler, 2-Nafileler, 3- Peygamber Efendimiz’in (asm) sair amelleri, güzel âdet ve davranışları.

Sünnet-i seniyyenin farz ve vacip kısmına uyma mecburiyeti vardır. Terkinde azap ve ceza vardır. Herkes bu kısma uymakla yükümlüdür.1 Çünkü bu kısım muhkemâttır. Yani dinin sağlam kaleleri ve temel direkleri hükmündedirler. Namaz gibi, Ramazan orucu gibi, zengin olan için zekât gibi, hac gibi emirler bu nev'îdendirler. Bu emirler hiçbir şekilde değişmez ve değiştirilemezler.2

Burada, bir Allah emri olarak uymakla yükümlü bulunduğumuz farzlar ve vacipler, İlâhî yolun “zorunlu uyulmayı gerektiren” emirleri olarak Peygamber Efendimiz’in (asm) fiillerinden alındığı için sünnet çerçevesinde incelenmiştir. Fakat bu tür sünnetler, hiç şüphesiz, mezheplerin tespit ettikleri şekilde hüküm olarak farz veya vaciptirler. Sünnet-i müekkede ve sünnet-i gayr-i müekkede olarak bilinen sünnetler ise, dereceleri farklı farklı da olsa, (sünnet-i müekkede daha kuvvetli olmakla beraber) hükmen nafile nevinden olan sünnetlerdendir.

Dipnotlar:

1- Lem’alar, s. 64 (11. Lem’a, 11. Nükte)

2- Lem’alar, s. 58 (11. Lem’a, 6. Nükte)

08.06.2010

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

İtiraflardan ibret alınsın


A+ | A-

Kamuoyu, zaman zaman değişik ‘itiraf’lara sahne oluyor. Bu itiraflar kimi zaman siyasetçiler, kimi zaman iş adamları, kimi zaman da tarihçilerden geliyor.

12 Eylül öncesi cinayetler işleyen ve bu sebeple hapis yatan bir isimden de ‘taze itiraflar’ geldi. Bir gazetecinin sorularını cevaplandıran Haluk Kırcı, “Yeni kuşakların benim bu çığlığımı duymasını istiyorum. Benim yaşadıklarımı gözönüne alıp, pişmanlık duyacakları işlere girmesinler diye konuşuyorum” demek suretiyle ibret alınması gereken itiraflarda bulunmuş.

Kırcı, 1978’de Ankara Bahçelievler’de 7 Türkiye İşçi Partili (TİP) genci öldürmek suçundan hapis yatmış. Konuyla ilgili soruları cevaplandırırken (özetle) şöyle konuşmuş: “Bahçelievler olayı olduğunda 20 yaşındaydım. Şimdi 52 yaşındayım. Ben 20 yaşındayken Türkiye bir kardeş kavgasının içindeydi. Soğuk savaş operasyonları can alıyordu. (...) Adalete hesap verdim. Asıl şimdi Cenâb-ı Allah’a vereceğim bir hesap var. Şiddetle, vurarak, kırarak bir şeyleri çözmek mümkün değil. Şiddet şiddeti doğuruyor. Şiddet sadece dışarıdan bu ülkeyi seyredenlerin işine geliyor. (Soru: Niye öldürdünüz?) Bu bir cinnet hâli. Toplumsal cinnet hâli. Ben ülkemin komünist işgal tehdidi ile karşı karşıya olduğuna inanmıştım. Bu tehdidi yapanlar şiddet uyguluyordu. Ellerinde silâhlar kurtarılmış bölgeler ilân ediyor ve halk mahkemelerinde idam cezaları veriyorlardı. (...) Oyuna geldiğimizi anlayabilmek için 12 Eylül darbesinin yapıldığını görmemiz lazımdı. Sanal bir âlemde yaşıyorduk ve çok kıyıcı olmuştuk. (...) Bu oyunun ne kadar çapraşık bir oyun olduğunu o dönemi yaşayanlar bilir. Çorum’u, Maraş’ı kim azmettirdi? 1 Mayıs 1977’yi kim planladı? O dönem Türkiye’yi yönetenlere bakın. Sokakta oluk oluk kan akıyor, parlamento aylarca Cumhurbaşkanı seçemiyor. İkisi de aynı işe hizmet ediyor. Darbeye!” (Sevilay Yükselir’in röportajı, Sabah, 6 ve 7 Haziran 2010)

“Türkiye’de maalesef çok ciddî boyutta özel harp operasyonları yapılmıştır. Bu operasyonlardan birebir bildiklerim var. Bunu da çok açık şekilde söyleyeyim. Mesela Haziran 1979’da MHP Genel Merkezi’ni kimler kurşunladı? 1980’de Ziraat Mühendisleri Birliği’ne kimler saldırdı? Kimler oradaki insanları öldürdü?” diye de soran Kırcı, “Provokasyon mu diyorsunuz?” sorusuna da şu cevabı vermiş: “Evet provokasyondur. Bir tane değil ki; yüzlerce var. (...) Ben size bir şey söyleyeyim. 1974’den sonra Kürt vatandaşlarımızın yoğun olarak yaşadığı bölgelerde Ülkü Ocakları kurulmuştur. Kimler kurdurtmuştur o ocakları? Oradaki arkadaşlarımıza kimler yardımcı olmuştur? Kimler bu arkadaşlarımıza silâh ve mermi getirmiştir?” (agg.)

12 Eylül öncesi anarşi olaylarının ‘darbe’ye zemin hazırlamak için ‘ilgililerce’ önlenmediği, aksine teşvik edildiği pek çok kişi tarafından dile getirilen bir konu. O dönemde cinayete bulaşan ve bunu itiraf eden bir ismin bunları söylemiş olması her halde dikkate alınmayı hak ediyor. “1974’den sonra Kürt vatandaşlarımızın yoğun olarak yaşadığı bölgelerde Ülkü Ocakları kurulmuştur. Kimler kurdurtmuştur o ocakları?” sorusu her halde en dikkat çekici soru olsa gerek.

Acaba bu itiraflardan yola çıkarak, bugün yaşanan ve yarın da yaşanması muhtemel olan ‘provokasyonlar’ için uyanık olmak ve tedbir almak gerekmez mi? Biz ibret alalım, ‘yetkililer’ de tedbir alsın! Tâ ki, millet olarak yeni tuzaklara düşmeyelim.

08.06.2010

E-Posta: [email protected]



H.İbrahim CAN

İsrail dünyaya karşı inadını sürdürecek mi?


A+ | A-

İsrail, bütün dünyaya rağmen abluka inadını sürdürebilir mi? Adli tıp raporuna, görüntülere, geminin Türk olmayan yolcularının anlatımlarına rağmen, dünya kamuoyunda kendisini aklama çabalarında başarılı olabilir mi? Ardı ardına gelecek Gazze konvoylarını yine zorbalıkla durdurmaya devam edebilir mi?

Dünya bu soruların cevabını merak ediyor. Bu cevaplar, İsrail’in dünya kamuoyundan çok Amerika’dan göreceği baskıya bağlı. Örneğin; İsrail’i BM’nin öngördüğü araştırma komisyonuna üye vermeye ve bu araştırmayı kabul etmeye ancak ABD ikna edebilir.

Peki ABD İsrail’e baskı yapabilir mi?

Canlı yayında İsrail’i kınamaya cesaret edemeyen Obama, sözcüleri aracılığıyla bu ablukanın artık sürdürülemez olduğunu ilan etti. Doğu Kudüs’te yeni yerleşimler kurma kararından bu yana, İsrail’e karşı kızgınlığını gizleyemeyen Obama yönetiminin Gazze Konvoyuna saldırmama, ölçülü davranma konusunda İsrail yönetimini defalarca uyardığı ortaya çıktı. Bir Amerikan Dışişleri sözcüsü; “İsrail ile konvoy konusunda bir çok kanaldan iletişim kurduk. Gemilerde Amerikan vatandaşları dahil, sivillerin varlığı nedeniyle, ihtiyatlı ve kontrollü olmalarını vurguladık” ifadelerini kullandı. Ama İsrail’in gözükaralığı, bu uyarıları dikkate almasını engellemişti. Öbür yandan İsrail kamuoyu dünyanın bunca tepkisine rağmen, hâlâ İsrail askerlerinin haklı ve başarılı olduğuna, dünyanın İsrail’i anlamadığına inanıyor. Netanyahu da “Altı Türk’ü ben öldürdüm” diyen askere madalya vermeyi kararlaştırıyor. Düşünebiliyor musunuz? Altısı doğrudan başına ateş edilerek öldürülen dokuz sivilin katiline madalya verilecek. İsrail Milletvekili Einat Wilf Parlamentodaki konuşmada, dünyanın eleştirilerinin İsraillilerin vatan hakkına saldırı niteliğinde olduğunu iddia ediyor.

Öte yandan İsrail kara propaganda yoluyla, İHH’nın terör örgütleriyle bağlantılı olduğu haberlerini yayarak, yaptığını haklı çıkarmaya çalışıyor. Gemide Türkler dışında bir çok ülkenin vatandaşı, hatta bir İsrail milletvekili bulunduğunu, organizasyonun yalnızca İHH tarafından yapılmadığını ve ikinci konvoyun da yine zorbalıkla durdurulduğunu unutturmaya çalışıyor. Ne yazık ki; ülkemizde de bazıları bu propagandanın borazanlığını yapmaya devam ediyor. Hem de insanî yardım konvoyuna katılanların çoğunluğunun dindar olmasını bahane edip, çirkin bir şekilde İslâm’a saldırarak.

Ama Ortadoğu’da artık geri dönülmeyecek bir noktaya gelindi. İsrail dünya kamuoyunda tecrit edildi. ABD açısından da bir karar vermenin zamanı. Artık İsrail’i kayıtsız şartsız desteklemeye devam edemezler. Bölgeye ilişkin hesaplarda, Türkiye –eğer haklılık sınırında durmayı başarabilirsek—önemli bir belirleyici unsur olarak yer alacak ve Amerika’nın yalnızca Filistin-İsrail sorununda değil, Irak, Suriye ve İran’la ilgili politikalarında da Türkiye’yi dikkate alarak politika üretmesi ve Türkiye ile iletişim halinde kararlar vermesi zorunlu hale gelecek. Kısacası; Ortadoğu’da diplomasi ve güç dengeleri asla eskisi gibi olmayacak.

Bunlar bizim olmasını umduklarımız. Eğer 1,5 milyon Filistinli ablukadan kurtarılabilirse, eğer İsrail aklını başına toplayıp, zulümle değil adaletle varlığını sürdürebileceğini anlarsa, hayatını İsrail kurşunlarıyla kaybeden insanlarımızın yaptıkları boşa gitmeyecek.

08.06.2010

E-Posta: [email protected]



Cevher İLHAN

Bu mu “başarılı diplomasi”? (2)


A+ | A-

Tablo ortada. İsrail saldırısını “kınama kararı” alamayan BM’nin cılız “bildirisi”ni bile “önyargılı” ve “taraflı” olarak eleştirip soğuk karşılayan ABD, uluslararası sularda silâhsız sivil bir gemiye düzenlenen saldırıyı “şiddetli bir hareket” nitelemesiyle kalmakta. Bir “kınama”da dahi bulunmayıp, üstelik “eylemi düzenleyenleri suçlu” bulmakta!

İki buçuk saat süren Davutoğlu-Clinton görüşmesi ve yine Erdoğan’ın uzun telefon konuşması sonucu Obama’nın İsrail’i ikna edip gözaltındakileri serbest bıraktırması; tutuklu yolcuların, yaralıların, cenazelerin üç gün sonra iâdesi “büyük bir başarı” olarak sunulmakta!

Oysa pompalanan “olumlu” havanın aksine ABD’nin İsrail’i kayıran tutumunda bir değişiklik yok. Ankara hâlâ alttan alıyor.

Başta Türk bayraklı “Mavi Marmara” olmak üzere yardım gemileri hâlen İsrail’in elinde tutulurken AKP hükûmeti, BM’nin “uluslararası komisyonu” kurmasını büyük bir başarı olarak propaganda ediyor. Başbakan miting meydanlarında bu “başarı”yı büyük bir heyecanla ilân ediyor. Ne var ki İsrail, “uluslararası komisyon”un araştırmasını peşinen reddediyor. Açık açık izin vermeyeceğini bütün dünyaya karşı ilân ediyor.

Bu arada Millî Savunma Bakanı Gönül, İsrail’le askerî anlaşmaların Dışişleri Bakanlığının yetkisinde olduğunu belirterek, “Bize şimdiye kadar bu konuda herhangi bir şey gelmedi” deyip meseleyi Dışişleri’ne havale ediyor.

Buna mukabil Davutoğlu, “Sayın Başbakan’la birlikte askerî anlaşmaları değerlendirmeye devam ediyoruz; bu tamamen İsrail’in tutumuna bağlı” deyip topu tâca atıyor…

ABD, SALDIRIYI “İSRAİL’İN HAKKI” SAYIYOR!

Keza gemi saldırısında katledilen New York doğumlu Furkan Doğan’ın aynı zamanda Amerikan vatandaşı olmasına ve bir Amerikan vatandaşının denizaşırı bölgede hayatını kaybettiği durumlarda Amerikan yönetiminin soruşturma açma opsiyonunun bulunmasına rağmen, Washington, “tarafsız kalma” perdesinde soruşturma açmaya yanaşmıyor. FBI, vâhim bir kayıtsızlıkla duruma müdâhil olmuyor. İsrail’in soruşturma açmasını yeterli buluyor. Dâvâyı katil İsrail’in insafına bırakıyor…

Türkiye’nin “stratejik müttefiki” ABD’nin İsrail’i resmen tercihi ve Ankara-Washington hattındaki kırılganlık bununla da kalmıyor.

İsrail’i kınamayan Obama, yardım filosuna saldırıyı “trajik bir durum” nitelemesiyle yetiniyor. “Orta Doğu barış çabalarının ilerletilmesi için bir fırsat da sunabileceği” cümlesi ise evlere şenlik!

CNN televizyonunda, aynen İsrail Başbakanı Netenyahu ve Filistin halkının toptan imhasını isteyen Siyonist Dışişleri Bakanı Lieberman ağzıyla konuşuyor. İsrail’in Gazze Şeridi’ne dair “meşrû güvenlik kaygıları” olduğunu tekrarlıyor.

Dahası “Ambargonun gereği”ni savunuyor; İsrail’in Gazze’ye yönelik ablukasının, “insanların ekonomik fırsatlar peşinde koşmalarını önlediği” garâbetini ileri sürüyor. İsrail’i kınamanın erken olduğunu söyleyerek, hâlâ “Bütün gerçekleri bilmeye ihtiyacımız var” gerekçesiyle geçiştiriyor.

Ankara’dakiler, hâlâ Gazze saldırısını kınamayan Obama’nın “İsrail’deki yolcuların, yaralıların ve cenâzelerin iâdesini sağladığıyla” övünürken, Yardımcısı Joe Biden’den de Türkiye’ye karşı İsrail’e tam destek geliyor…

PBS televizyonunda ki bir şov programında bütün dünyaya karşı tecâhl-ü ârif yaparak “İsrail’in, kendi güvenlik ve çıkarı için Gazze’ye giden gemileri durdurma ve yardım malzemesini arama hakkı olduğunu söylüyor. İsrail’in tamamen insanî yardım taşıyan gemilere baskın yapıp onlarca sivili katletmesini ve yaralamasını âdeta “meşru” görüyor…

ANKARA, ABD’Yİ KINAMAKTAN KAÇINIYOR…

Bütün dünya ile alay edercesine “şeffaf ve tarafsız bir soruşturma”nın İsrail tarafından yürütülmesi gerektiğini bildiren Biden’e göre, “ABD, İsrail’in insanî yardımların Gazze’ye girişine izin vermesi için, yapabildiği kadar etkili baskı ve ikna yolunu uygulamış”mış!

ABD-İsrail ilişkilerindeki “çatlak” söylentilerini reddeden Biden’in, “Tarihteki hiçbir Amerikan yönetimi, şimdiki yönetim kadar İsrail’in güvenliği konusunda bu derecede olumlu ve destek veren bir tavır içinde olmadı” sözleri, aslında Bush’tan sonra Obama yönetiminin de İsrail’in tam arkasında olduğunu açığa çıkarıyor.

Neticede ABD, “stratejik ortağı” Türkiye’yi bir kalemde harcıyor. Katilleri, korsanları, haydutları, uluslararası hukuku çiğneyenleri değil, insanî yardım taşıyanları suçluyor. AKP iktidarı döneminde, Irak işgaline “destek hâmulesi” kararıyla havaalanlarını, limanlarını, üslerini açan, her türlü lojistik desteği sağlayan Türkiye’yi resmen tukaka ediyor…

Ve bütün bunlara karşı Ankara hâlâ suskun. AKP hükûmeti, ABD’ye hiçbir tepki vermiyor.

Bu mu “başarılı diplomasi?”

08.06.2010

E-Posta: [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

Derslere devam


A+ | A-

Gazze’ye insanî yardım malzemesi götürürken uğradığı İsrail saldırısında dokuz şehit verip çok sayıda yolcusu yaralanan ve içindeki bütün gönüllüler itilip kakılarak, dövülerek, ağır işkencelere maruz bırakılarak gözaltına alınıp hücrelere tıkıldıktan sonra yoğun baskılar neticesinde salıverilen Mavi Marmara ve hadiseyi “ucuz” atlatan diğer yardım gemileri İsrail tarafından hâlâ serbest bırakılmış değil.

Sayısı altı olarak ifade edilen kayıplar için de bir bilgi yok. Söylendiği gibi denize mi atıldılar?

Diğerlerinin dönmesi, onları unutturmamalı.

Şimdi bir yandan soruşturma ve İsrail’den hesap sorma bağlamındaki gelişmeler sürer, ama İsrail hepsini reddeder, değişik ülkelerde İsrail’e dâvâlar açılır, Gazze ambargosunun artık bitmesi gerektiği—ABD dahil—herkesçe seslendirilirken; öte yandan yardım filosuna dair tartışmalar farklı boyutlar kazanarak devam ediyor.

İHH’nın ön safta gözüktüğü, ama 32 ülkeden temsilcilerin, Yahudilerin, gazetecilerin, milletvekillerinin, din adamlarının katıldığı filoya yapılan vahşi saldırı, İsrail hunharlığını yine gözler önüne sererken, Gazze üzerinden Filistin sorununu insanî boyutuyla dünya gündemine taşıdı.

Bu cihetiyle hayırlı neticelere vesile oldu.

Mustafa Özcan’ın dikkat çektiği “yardım gönüllüleri içindeki Müslüman İsevîler” de, İsrail politikalarına karşı çıkan vicdanlı Yahudiler de bu bağlamda işin çok önemli bir boyutunu teşkil ediyordu. Ve olay, zulme karşı ortak vicdan temelinde kurulan uluslararası dayanışmaya, öncesine göre çok daha güçlü bir zemin sağladı.

Daha evvel de İsrail askerleriyle çatışan Filistinli mücahitlere kiliseler kucak açmamış mıydı?

Çözüm, sivil alandaki bu dayanışmanın devlet politikalarını etkileyebilecek güce erişmesinde.

Son yaşananlar, bu süreci hızlandıracak gibi.

Mavi Marmara eksenli tartışmaların Türkiye boyutunda, bir taraftan İslâmî cenahtaki farklılıkları buluştururken, diğer taraftan bazı ayrışmaları da netleştiren çizgiler bulmak mümkün.

Meselâ hadiseyle ilgili hükümet politikalarına yöneltilen eleştirilerde, derinden derine süren AKP-SP çekişmesinin işaretleri fark edilebiliyor.

Dokuz şehitten ikisinin SP’de fiilen aktif görev yapan isimler olması bu bağlamda manidar.

İsrail’le ilişkilerde izlediği politikalar AKP’yi, millî görüşün etki alanına açık olan tabanında zora sokarken, bu olayda tedbir, takip ve tepki noktasında açığa çıkan boşlukları sert ve keskin söylemlerle kapatma stratejisi sonuç verir mi?

Olay günündeki resmî tepkinin “Tel Aviv Büyükelçimizi geri çağırdık, üç askerî tatbikatı ve genç millî takımın maçını iptal ettik” açıklamasıyla sınırlı kalması, bu sualin cevabına ışık tutacak ipuçları taşırken, bilâhare “Bastırdık ve diğer yolcuları bıraktırdık, Güvenlik Konseyinden karar çıkarttırdık, BM’ye soruşturma komisyonu kurdurttuk” şeklinde sunulan gelişmeler, giderek büyüyen tepki birikimini yatıştırabilir mi?

Bu hengâmda bir diğer ilginç gelişme, Fethullah Gülen’in Wall Street Journal gazetesinde çıkıp burada “Gazze’ye yardımlar İsrail’den izin alınarak yapılmalıydı. Otoriteye karşı gelmek fayda getirmez. İHH’nın siyasî tarafı olup olmadığını bilmiyorum” şeklinde yansıtılan beyanları oldu ve bunlar ânında İsrail’in hanesine yazıldı.

Kitlelerdeki Gazze hassasiyetinin ve İsrail’e yönelik tepkilerin zirvede olduğu bir ortamda bu sözler, tam bir “soğuk duş” etkisi uyandırdı.

Bakalım, “Hocaefendi doğru söylüyor” diyen Arınç’ın “Her şartta herşeye rağmen müsbet hareket etmeliyiz” yorumu işi toparlayabilecek mi?

Aslında, radikal çizgiden gelen kadroların ağırlıkta olduğu İHH, dünyanın dört bir yanına hizmet götüren insanî yardım eksenli bir kuruluş niteliğini kazanarak, bu mânâyı teyid ediyor.

Tecrübeler, en zorlu mücadelelerde dahi çıkış yolunun, zulme karşı teslimiyete dönüşmemek şartıyla müsbet hareket olduğunu gösteriyor.

Bu önemli konuya yarın da devam edelim.

08.06.2010

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri




Son Dakika Haberleri

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Abdullah ŞAHİN

  Ahmet ARICAN

  Ahmet BATTAL

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Ali Rıza AYDIN

  Atike ÖZER

  Baki ÇİMİÇ

  Banu YAŞAR

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H.İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Hakan YILMAZ

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehmet YAŞAR

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Muzaffer KARAHİSAR

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Saliha FERŞADOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.