30 Haziran 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Saliha FERŞADOĞLU

Umut toplayıcısı


A+ | A-

Soğuk bir kış günüydü; rüzgârın acımasızca estiği… İnsanlar çoktan palto ve atkılarına bürünmüş, bacalar tütmeye başlamıştı. Sabırsızlıkla evimizin karşısındaki durakta bekliyordum. Otobüsler hıncahınç doluydu; her biri durmadan geçip gidiyordu. Yine geç kalmıştım derse; hoca çoktan imza almış olmalıydı. Can sıkıntısıyla bir o yana bir bu yana yürüyor, oyalanmak için etrafıma bakınıyordum.

Sonra onu gördüm orada.

Durdu ayaklarım, kulaklarım uğuldadı; çakır ayazın tam ortasında cayır cayır yanmaya başladım. Gördüklerim gerçek olamaz değil mi?

Hayat filminin dramatik sahnelerinden biriydi. Durağın biraz ötesinde eğilmekten beli kırılacakmış gibi duran yaşlı mı yaşlı bir nine yerde bir şeyler arıyordu. Bütün dikkat ve tecessüsümle teyzenin ne aradığına baktım. Arkası bana dönük; onu seyrettiğimden habersiz, bir önceki günden kalan pazar artıklarını eski püskü bir torbaya dolduruyor. Arada yekinir gibi oluyor; sonra umarsızca işine devam ediyor. Eline pörsümüş bir havuç geçiyor, sevinçle atıyor torbasına; sararmış bir pırasa demetini ıslak sulardan çıkarıp havucun yanına koyuyor; sokağın kenar taşları arasına sıkışmış birkaç çürük soğanı tek tek topluyor. Sanki umut toplar gibi…

Her birimizin hayata dair ne kadar farklı ve yüksek umutları var! Ninenin zorlukla uzandığı sebzeye burun kıvırıp geçerken; buzdolabında günlerce bekleterek çürüttüğümüz meyveyi basket potasına atar gibi çöpe fırlatırken; başka bir yerde zavallı birinin umutlarını mı yakıp yıkıyorduk? “Unutma umuda kurşun işlemez gülüm” dese de Nazım Hikmet, arsız bir eda takınıp hiç tanımadığımız insanların umut dolu hayallerini şuh kahkahalarımız eşliğinde yok eden zalim bir katile dönüştürmüyor muyduk?

Sadece bir meyveyi çürütürken, öldürmüyorduk beklentileri, umutları. Anne baba olarak çocuğumuza sarf ettiğimiz kırıcı birkaç söz, amir olarak işçilerden çaldığımız dakikalar, arkadaşımıza hasetle bakan gözlerimiz; onlardan ne çok şey alıp götürüyordu aslında…

Sorularla kuşatma altına alınmış zihnim, umutsuzca beyaz bayrağı ararken; cebimdeki beş lirayı yaşlı kadına verme niyetiyle gelgitler yaşıyorum. Derken kampüs otobüsü geliyor; geç kaldığım dersi hatırlayıp kadıncağızı arkamda bırakarak otobüse atlıyorum. Belki de kaçıyorum!?

Hızla hareket eden otobüsün kirli camından, küçülüp kaybolan ihtiyarı izliyor ve kendi kendime esefle mırıldanıyorum: Her şey bitti ve ben hiçbir şey yapamadım. Eğer bir an için hayatımızı geriye sarma şansı verilseydi; bu sahneyi yeniden oynamayı, o güne ait pişmanlığı yok etmeyi isterdim. En çok da o ninenin kırışık yüzünde bir tebessüm çizgisi olabilmeyi…

30.06.2010

E-Posta: [email protected]



Banu YAŞAR

İnsan kaybettiğini, kaybettiği yerde bulur


A+ | A-

NASREDDİN Hoca’yı pazar yerinde bir şeyler ararken gören tanıdıkları ne kaybettiğini sorarlar. O da “anahtarımı kaybettim, onu arıyorum” diye karşılık verir. Yanındakilerde onunla birlikte aramaya koyulurlar. Bir süre aradıktan sonra içlerinden biri, “Hocam anahtarını tam olarak nerede kaybettin?” diye sorar. Hoca’da “evde kaybettim” diye cevap verir. Yanındakiler sinirlenip, “Hocam iyide evde kaybettiğin anahtarı pazar yerinde niye arıyorsun?” dediklerinde Hoca hiç beklemeden cevap veri: “Burası daha aydınlık, o yüzden burada arıyorum” diye karşılık verir…

Bazen sayfalar dolusu bilgi yığınıyla anlatılamayacak konular birkaç cümlelik bir Nasreddin Hoca fıkrasıyla en çarpıcı şekilde ifade edilir. Bu fıkralarda hayata, insana, insanın zaaflarına ve kalıplanmış bakış açısına dair birçok göndermeler yapılır. İnsanın hayatı yorumlayışını, sorunlara çözüm bulma şeklini ve takıntılarını sade ve tatlı bir dille hicveder. Burada da aynı özellik, dikkatli bir bakış açısıyla kolaylıkla fark edilebilir.

İnsan kaybettiğini her zaman doğru yerlerde mi arar? Yoksa bütün yorgunluğumuz ve bıkkınlığımız kaybettiklerimizi yanlış yerlerde arama zaafiyetimizden mi kaynaklanıyor? Yaşadığımız sorunlarda sebepleri hep diğerinde ve dış faktörlerde mi arıyoruz? Kendimize düşen sorumluluk payını neden hep göz ardı ediyoruz? Çözümü ve cevabı kendi içimizde aramaktan neden bu kadar korkuyoruz?

Kendi hatalarımızla ve büyümemiş taraflarımızla yüzleşmek, benliğimize yakıştıramadığımız hallerimizle tanışmak ne kadar da zor geliyor nefislerimize… İşte bu yüzdendir ki, ne zaman içimiz sıkılsa ve ne zaman kendimizi mutsuz ve huzursuz hissetsek, hep dışarılarda arıyoruz sebepleri… Beklediğimiz şeyler olmadığı, hayallerimiz yeterince ve istediğimiz kadar gerçekleşmediği için, bu sıkıntıları yaşadığımızı düşünüyoruz. İçimizde tatmin olmayan, sürekli şikâyet eden ve bunalımlı bir şekilde ortalıkta dolaşan tarafımızın bizden değil de, doğrudan yaşadığımız olaylardan kaynaklandığını düşünüyoruz. Bu yüzden de, mutlak mutluluk arayışlarıyla, yanlış yerlerde, yanlış zamanlarda ve yanlış insanlarla harcıyoruz ömrümüzü… Hep bir balans ayarı modunda, kafası karışık, ne aradığını ve ne istediğini tam olarak bilmeyen, içindeki boşluğun şifasını yanlış yerlerde arayan insanlar olarak harcıyoruz enerjimizi…

İnsan kaybettiğini, ancak kaybettiği yerde bulabilir. İçimizde derin bir boşluk ve huzursuzluk hissediyorsak, hayat ve içindekiler bizi eskisi kadar heyecanlandırmıyorsa, enerjimizin tükendiğini, coşkulu ve mutlu olamadığımızı düşünüyorsak eğer, cevabını da içimizde aramalıyız diye düşünüyorum… İnsanın bakış açısıdır, yorumlayış tarzıdır onu mutlu ve huzurlu kılan. Düşüncelerimizin olumsuzluğu, kirlenmişliği yorar yüreğimizi… En yakın olandan uzaklaştıkça, O’nunla olan iletişimimiz, O’na olan ilgimiz ve mesaimiz azaldıkça, içimizdeki sıkıntı ve huzursuzluk da büyür. Çünkü anlamsızmış gibi görünen her şeye gerçek anlamını veren ve bütün soruların cevaplarını Bilenden uzaklaştıkça insanın güveni azaldığı gibi, korkuları da artar. Kocaman bir dünyada yalnız, kimsesiz ve korumasız hisseder kendini… Her şey tehlikeli görünür gözüne…. Huzurunu ve neşesini de kaybeder zamanla…

İşte bu yüzden kaybettiğimiz ve artık hissetmek de güçlük çektiğimiz duygularımızı tekrar kazanmak için, bütün duyguların Sahibiyle yeniden konuşalım, yeniden yakınlık kuralım…

Kaybettiklerimizi, bütün kayıpları bulanın yanında arayalım...

30.06.2010

E-Posta: [email protected]



Ahmet ÖZDEMİR

Barla, yine Barla...


A+ | A-

Geçtiğimiz hafta sonu bir grup arkadaşla Barla’ya gittik. Yeni Asya Sosyal Tesislerinde konakladık. İki güne çok şeyi sığdırmaya çalıştık. Büyük ölçüde maksadımız hâsıl oldu. Bizim gibi zamanlarını değerlendirmeye çalışan pek çok kimse ile de karşılaştık ve tanışmaya çalıştık. Onlar da Türkiye’nin değişik yerlerinden gelmişler, zamanla yarışıyorlardı.

Bu köşede daha önce Barla ile ilgili pek çok hatıra yazısı yazdım. Gazetemizde Barla ile ilgili eminim pek çok yazı okumuşsunuzdur. Belki içinizden Barla’ya defalarca giden ve kalanlarınız da vardır. Ben Barla’ya doyamadım. Siz doyduysanız bilemem. Gerçi dünyada Üstadın tâbiriyle “tatmaya izin var, doymaya izin yok”tu.

Her gün her gün ekmek yiyoruz, su içiyoruz, havayı teneffüs ediyoruz. Onlar bize usanç veriyor mu? Mâdem usanç vermiyor; çünkü ihtiyaç tekerrür ettiğinden usanç değil, belki lezzet alıyoruz. Öyle ise, hâne-i cismimizde arkadaşlarımız olan kalbimizin gıdâya, ruhumuzun âb-ı hayata ve lâtîfelerimizin de nesîmi bir havaya ihtiyacı vardır.

Eğirdir Gölü’ne arkanızı verip Barla yokuşunu tırmanırken az yukarıda bir cami ile karşılaşırsınız. Caminin yanından bir yol sağa döner. Yolun köşesinde “Yeni Asya Sosyal Tesislerine Gider” levhasını okursunuz. Karşı yolun köşesinde de “Bediüzzaman Said Nursî’nin Evine Gider” levhasını görürsünüz. Zannediyorum, Barla’da insan ve araba trafiğinin yoğun olduğu yer burasıdır. Nur cemaatlerinin ev ve tesislerinin çoğu bu iki yol üzerinde dağılmıştır. Uzun süre kalacaklar dünyevî ağırlıklarını buralara bırakıp uhrevî ve manevî şarj olmak için “Cennet Bahçesi”ne, Üstadın kaldığı evlerine, kabristana ve Çam Dağı’na yönelirler; Risâle-i Nurların yazıldığı mekânlara koşarlar. Ellerinde Risâleler hayalen yazıldığı zamana giderler. Isparta kahramanlarını vazife başında görürler. Üstadın söyleyip onların yazdıkları manzarayı seyrederler. Sonra “Nur Postaları”nın peşine takılırlar, “Santral Sabri”yi ziyaret ederler. Yazılan risâlelerin kayıklarla karşıya geçişlerini yaşlı gözlerle takip ederler. İslamköylü “Nur Fabrikası” sahibi Hafız Ali’nin Santral Sabri’ye “muvasalat kesildi” dediğini işitirler. Yüzbaşı Hulusi Beyi Eğirdir’de bölük komutanı olarak görürler. Sav’a geçip “Bin kalemli” Nurculara selâm vermek isterler. “Gül Fabrikası”nın etrafa yaydığı güzel kokuları teneffüs ederler. Şimdi bize hayal gibi gelen şeyler yıllar önce hakikatti. Onlara hayal gelen şeyler şimdi hakikat oldu.

Tarihçe-i Hayat’ta yer alan şu sözler benim hep dikkatimi çekmiştir:

“Ey eski çağların cihangir Asya ordularının kahraman askerlerinin torunları olan muhterem din kardeşlerim! Beş yüz senedir yattığınız yeter; artık Kur’ân’ın sabahında uyanınız. Yoksa Kur’ân-ı Kerîm’in güneşinden gözlerinizi kapatarak gaflet sahrasında yatmakla, vahşet ve gaflet sizi yağma edip perişan edecektir. Kur’ân’ın mecrasından ayrılarak, birleşmeyen su damlaları gibi, toprağa düşmeyiniz. Yoksa toprak gibi, sefahet ve şehvet-i medeniye sizi emerek yutacaktır. Birleşen su damlaları gibi, Kur’ân-ı Kerîm’in saadet ve selâmet mecrasında ittihad ederek, sefahet ve rezalet-i medeniyeyi süpürüp, bu vatana âb-ı hayat olan hakîkat-i İslâmiye sularını akıtınız. O hakîkat-i İslâmiye suları ile bu topraklarda îman ziyası altında hakîki medeniyetin fen ve san’at çiçekleri açacak, bu vatan maddî ve manevî saadetler içinde gül ve gülistana dönecektir, İnşâallah.” 1

Nurun ilk kahramanlarının “Bunları biz yazıyoruz, kim okuyacak?” diye hayal kokan sözlerine karşılık Nur Üstad’ın “Nurlar, zaman gelecek dünyanın kanun-ı esasisi olacak” veya “Bütün dünya okuyacak” sözleri hiç de hayal olmadığını anlatmaktadır. Aslında Bediüzzaman, yıllar öncesinden istikbali okuyor veya istikbale ait müjdeler veriyordu.

Barla mübarek bir yerdi. Çünkü mübarek insanlar doldurmuştu. Bediüzzaman’ın evi ile Cennet Bahçesi arasında günün hemen her saatinde değişik insan grupları ile karşılaşırsınız. Kimisi gider, kimisi gelir; kimisi iner, kimisi çıkar. Bir bayram havası eser oralarda. Nurlu yüzlerle karşılaşırsınız her adımda. Bazıları oraları belgelendirmeye çalışırlar; ellerindeki kameralarla, fotoğraf makineleri veya cep telefonları ile.

Yolunuz Çamdağı’na düşerse, kendinizi açık bir sarayda hissedersiniz. Yukarıda yıldızları, aşağıda dağları ve üzerinde yemyeşil çam, katran ağaçlarını, çimenleri ve çeşit çeşit hayvanları görürsünüz. Adeta Üstadın tabiriyle “Yıldız Sarayı”na değişmediği bir yerdir orası. İçinizden değil, belki bütün gücünüzle, “Dinle de yıldızları, şu hutbe-i şirinine, / Nâme-i nurunu hikmet bak ne takrir eylemiş” 2 diye başlayan “Yıldızname”yi okumak istersiniz.

Dağın altında otobüslerin, özel arabaların sıralandığını görürsünüz. İnsanların grup grup zirveye heyecanla tırmandığına şahit olursunuz. Genç-ihtiyar, kadın-erkek demeden her yaştan, her cinsten insanları seyredersiniz nurlar âleminden. Kış mevsiminin geçtiğini, bahar çiçeklerinin açtığını görüp seyrine dalarsınız.

Burada merhum O. Yüksel’in yıllar önce söylediği şu sözleri hatırlarsınız:

“Bahtiyar bir ihtiyar var. Etrafı, sekiz yaşından seksen yaşına kadar bütün nesiller tarafından sarılmış. Yaşlar ayrı, başlar ayrı, işler ayrı... Fakat bu ayrılıkta gayrılık yok! Hepsi bir şeye inanmış: Allah’a, Âlemlerin Rabbi olan Allah’a, O’nun ulu Peygamberine, O’nun büyük kitabına. Kur’ân henüz yeni nâzil olmuş gibi, herkes aradığını bulmuş gibi bir hâl var onlarda. Said Nur ve talebelerini seyrederken, insan kendini âdetâ Asr-ı Saadet’te hissediyor. Yüzleri nur, içleri nur, dışları nur... Hepsi huzur içindeler. Temiz, ulvî, sonsuz bir şeye bağlanmak; her yerde hâzır, nâzır olana, Âlemlerin Yaratıcısına bağlanmak; o yolda yürümek, o yolun kara sevdâlısı olmak... Evet, ne büyük saadet!” 3

Bediüzzaman’ı hayatta iken defalarca zehirlediler. Zehirler ona panzehir oldu. Ölüm yatağında rahat bırakmadılar. Onun hayatından korktular, her türlü eza cefayı vermekten çekinmediler. Mezarından bile rahatsız oldular. İhtilâlciler bir gece mezarından çıkarıp bilinmeyen bir yerlere kaçırdılar. Sonra bunu övünerek anlattılar ve “Said Nursî olayını kapattık artık” dediler. Bunlar yetmedi. Yıllar sonra onun hatırası olarak yaşayan çam ve katran ağaçlarını bir kış gününde vahşice kestiler. Akılları sıra Nur âşıklarının yollarını keseceklerini zannettiler. Ama olmadı, düşündükleri tutmadı ve tutmayacak da. “Said Nursî” olayı daha da büyüdü, artık dünyanın gündemine oturdu.

Yolunuz bir gün Barla’ya, Çam Dağı’na düştüğünde bu düşüncelerime ve sözlerime siz de hak vereceksiniz.

Dipnotlar:

1- Bediüzzaman Said Nursî Tarihçe-i Hayatı, s. 248-249.

2- Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat, s. 37.

3- Bediüzzaman Said Nursî Tarihçe-i Hayatı, s. 963.

30.06.2010

E-Posta: [email protected]



Ali FERŞADOĞLU

İmtihan, evlilik ve çocuk


A+ | A-

Her halimizle imtihandayız. Allah, mal verir imtihan eder, malı alır imtihan eder, çocuk vermez imtihan eder, çocuk verir imtihan eder, verdiği çocuğu alır imtihan eder. Evlilik hayatı ile, eşimizle, işimizle, çocuklarla imtihan ediliriz.

“Sizi birbiriniz için imtihan aracı kıldık. Bakalım sabredecek misiniz?” (Furkan Suresi: 20)

Nasıl bir çocuk yetiştireceğiz, nasıl bir çocuk olacağız?

Bu dünyaya “nefsî arzuları tatmin ile zevk ve lezzet” almak için değil, insanî ve ulvî duyguları yüceltmek, mükemmelleştirmek, potansiyel yeteneklerimizi ortaya çırmak için gönderilmişiz.

Evlilik, yalnızca nefsî arzuları, “kuvve-i şeheviyeyi” tatmin için meşrû kılınan bir müessese değildir. Zaten yalnız nefsî, behimî, hayvanî duygulara yönelik bir faaliyet, insaniyetin iflâsıdır.

Ki, böyle bir anlayış, hedonizmi, yani zevkkolikliği getirir. Bu da, zahmet ve acılardan kaçmayı; çocuk bakımı, eğitimi ve geçim gibi sıkıntılara katlanmamayı; bu da aile müessesesini toplum hayatından silmeyi netice verecektir.

Aynı şekilde, “özgürlük ve serbest hayat” düşüncesi, kişileri çoluk-çocuk, aile bağları ile bağlanma meylinden uzaklaştıracak ve dolayısı ile gayr-i meşrû hayatı palazlandıracaktır. Gayr-i meşrû hayatın, başta fertleri, aile müessesesini ve sosyal hayatı perişan ettiği, kasıp-kavurduğu, çökerttiği apaçık görülüyor.

Eğer temelleri hayâ ve iffete dayalı aile müessesesi kurulamazsa, şu korkunç sonuçların doğacağı muhakkak:

* Gayr-i meşrû, tamamen başıboş bir hayatta düzen, dolayısıyla huzur ve mutluluk yoktur.

* Doğan çocukların babası belli olmaz. Soylar karışır, nesiller tanınmaz olur. İnsanî ilişkiler ve akrabalık bağları tamamen kopar. Babası belli olmayan çocuklar korumasız, aile şefkatinden mahrum, nafakasız, ruh ve beden sağlığı bakımından zayıf yetişir. Çocukların kime ait olduğu belli olmadığından, miras meselesinde karışıklıklar çıkar. Hukuklar zayi olur.

* Kadınla erkeğin ortak mahsulü olan çocuğa, sadece anne bakmak zorunda kalır. Veya onu bir mabedin avlusuna terk edecek veya bir yuvaya verecektir. Şu halde, çocuk, anne-baba şefkatinden, aile eğitimi ve terbiyesinden mahrum kalır. Aile kurumu olmayınca, sosyal hayat çöker. Akrabalar arası, sevgi, saygı, hürmet, yardımlaşma hayal bile edilemeyecektir.

* Sınırsız hürriyet mânâsındaki serbest hayat, kıskançlıkların azmasına; kavga, yaralama, hatta cinayetlere kadar varan hâdiselere sebebiyet verecektir.

30.06.2010

E-Posta: [email protected] [email protected]



M. Latif SALİHOĞLU

Lokantalar çoğaldı, obezite arttı


A+ | A-

Obezite derdi, yani vücuttaki yağ miktarının insan sağlığını tehdit edecek derecede artması, maalesef giderek yaygınlaşıyor.

Üstelik, bu derdin modernite ile paralel şekilde arttığını görmekteyiz.

Süper ülke Amerika'da, insanların yüzde elliden fazlası bu dertten muztarip. Onu, Avrupa'nın en gelişmiş ülkeleri takip ediyor.

Yedi–sekiz sene arayla gittiğimiz Almanya'da, obezitenin tehlikeli şekilde artış gösterdiğini bâriz şekilde gözlemledik.

Genç yaştaki birçok erkek ve kadının kilolarını taşımada çektikleri eziyeti görünce üzülmemek, acımamak elde değil.

Obezite salgını, ne yazık ki Türkiye'yi de etkisi altına almış durumda.

Büyük şehirler başta olmak üzere, ülkenin hemen her yerinde aşırı yağlardan, fazla kilolardan büyük ıztırap çekenler var.

Bu müzmin derdin, bir değil, birçok sebebi var, şüphesiz.

Kimi insanlarda hormonal dengesizlik var. Bazı kimseler ise, mecburen kullandığı ilâçların etkisiyle yağ depolayan hücre faaliyetlerini durduramıyor.

Bunların dışında, bilhassa kötü yemek alışkanlığının veya aşırı yemek düşkünlüğünün fazla kilolara sebebiyet verdiğini itiraf etmek durumundayız.

Aciptir. İnsanlar, eskiden açlıktan, gıdasızlıktan dolayı hastalanırlardı. Şimdi ise tokluktan ve bilhassa aşırı yemek alışkanlığı sebebiyle hastahanelere düşüp tedâviye muhtaç hale geliyor.

İki dükkândan biri yemekhane

İstanbul'un bazı işlek caddelerinde şaşılacak derece bir değişiklik gözlemekteyiz.

Son yıllarda yaşanan maddî krizin de etkisiyle, dükkân ve mağazaların bir kısmı sıklıkla el değiştiriyor.

Her el değiştirmede ise, mideye hitap eden çeşitlemelerde bir artış meydana geliyor.

Son zamanlarda, bazı semtlerde neredeyse iki dükkândan biri yemekhane oldu. Hatta, yanyana birkaç lokantanın dizildiği yerler de var.

Bunlar, birbiriyle yarışırcasına, hem göze, hem buruna hitap ederek, mideleri kendilerine abone olacak hale getiriyor.

Son iki sene içinde bizzat şu tarz manzaralar gözlemledik:

* Nalbur dükkânı kapandı, yerine pide–lahmacun dükkânı açıldı.

* Elektrikçi dükkânı kapandı, onun yerine dürümcü açıldı.

* Telefon şubesi kapandı, onun yeri çiğköfteci oldu.

* Tuhafiyeci kapandı, dönerci açıldı.

* Beyaz eşya mağazası kapandı, onun yerine simit sarayı açıldı.

* Ayakkabı mağazasının yeri kokoreççiye döndü.

Listeyi, hiç abartmadan daha da uzatmak mümkün.

Sektörlerin bir kısmı zayıflar veya adım adım piyasadan çekilirken, yiyecek türleri ise her tarafı istilâ ediyor.

Bunun ise, ne ekonomiye bir faydası var, ne de insan sağlığına.

İnsanların midesini bir öğütme makinasına çevirmesinin ve ülke genelinde bir tüketim toplumu haline dönüşmenin, ne gibi bir faydası olabilir ki...

* * *

Bu büyük ve kronik derdin (obezitenin) kısa ve pratik bir çaresi şu olsa gerektir: Evvelâ nefsine, iradesine hakim olmak. Özellikle, dil kapıcısını baştan çıkarmamaya ve mide efendisini şımartmamaya dikkat etmek. Günde iki öğüne tâlim etmek. Acıkmadan ve öncekini tam hazmetmeden tekraren yememek. Aç karnına, yahut yemekten en az iki saat sonra bol su içmek. Günde bir saatten az olmamak şartıyla bol bol yürüyüş yapmak. Yemeklerde çörekotu kullanmak veya sabah–akşam çörekotu yağını birer kaşık içmek.

Tarihin yorumu 30 Haziran 1948

Prens'in ölümü; Ahrar'ın dirilişi

Osmanlı Ahrar Fırkasının öncü şahsiyetlerinden biri olan Prens Sabahaddin Bey (1878–1948), İsviçre'de vefat etti.

Cenazesi ise, vefatından ancak dört sene sonra (1952, DP hükûmeti zamanında) Türkiye'ye getirtilerek Eyüpsultan Kabristanına tevdi edildi.

Sabapaddin Beyin "Prens"liği, onun Sultan II. Abdülhamid'in kızkardeşi Seniha Sultanın oğlu olmasından dolayıdır. Yani, anne tarafından Osmanoğlu sayılırdı.

Bununla beraber, hem babası Damat M. Celalettin Paşa, hem de kendisi istibdada karşı olup kâmil mânâda hürriyet taraftarıydı.

Bundan dolayı da, aynı zamanda dayısı olan Sultan II. Abdülhamid ile hiç uzlaşamadı, daima ters düştü.

Osmanlı'da uyanan hürriyet ve meşrûtiyet hareketinin öncüleri arasına giren Sabahaddin Bey, ömrünün çoğunu yurt dışında, bilhassa Avrupa'nın şehirlerinde geçirmek zorunda kaldı.

II. Meşrûtiyetin ilânıyla (1908) birlikte İstanbul'a gelerek, sürgünde altyapısını teşkil etmiş olduğu Ahrar Fırkasını canlandırmaya çalıştı.

Aynı süreçte "Teşebbüs–i Şahsî ve Adem–i Merkeziyet Cemiyeti"ni kurarak, Osmanlı toplumunda liberalizmin (serbestlik, özel teşebbüs) gelişmesine katkıda bulundu.

Ne var ki, karşılarında rakip görmek istemeyen ve muhalefet cephesine zerrece tahammül göstermeyen İttihatçılar, Ahrarcı Sabahaddin Bey ve arkadaşlarını kuvvet yoluyla, komplo ve cinayet metoduyla bertaraf etmeye koyuldu.

Önce, Ahrar'a yakın olan gazeteci ve yazarları gizli tetikçilere öldürtme cihetine gittiler.

Ardından 31 Mart komplosuyla, Ahrar ve müttefiklerini darağaçlarında sallandırdılar. Geri kalanlarını da Sinop Cezaevine göndererek, Ahrar hareketini adeta toprağa gömdüler. (İdam sehpasına gitmekten kılpayı kurtulan Sabahaddin Bey, bir müddet sonra yurdu terk etmek zorunda kaldı.)

Gariptir bir tecellidir ki, Osmanlı'daki Ahrar cereyanı, tam da Sabahaddin Beyin vefat tarihi olan 1948'den sonra, Üstad Bediüzzaman'ın tabiriyle "35 sene sonra yine dirildi, yine uyandı."

Bediüzzaman Hazretleri, Ahrar'ın "Demokratlar" adıyla yeniden diriliş ve uyanış tarihini, kendisi için de "Üçüncü Said devresi"nin başlangıcı olarak kabul ediyor. (Bkz: Tarihçe–i Hayat, s. 525. YAN, 1994.) "Ahrar denilen Demokratlar" tâbiri için ayrıca bakınız: (Emirdağ Lâhikası, s. 271.)

30.06.2010

E-Posta: [email protected]



Süleyman KÖSMENE

Yerkürenin ihtişamlı seyahati


A+ | A-

Mehmet Bey: “33. Sözün 22. Penceresinde bahsi geçen, ‘Hangi tesadüf şu acaib-i masnuat ile dolu sefine-i Rabbaniyeyi bir meşher-i acâib yaparak yirmi dört bin sene bir mesafede, bir senede sür’atle çevirip, onun yüzünde dizilmiş eşyadan hiçbir şey düşürmesin?’ cümlesindeki yirmi dört bin seneden maksat nedir? Bu konuyu biraz açarsanız memnun olurum.”

Otuz Üçüncü Söz’ün Yirmi İkinci Pencere’si yerküredeki tevhid âyetlerini nazara veriyor. Bedîüzzaman Hazretleri bu derse, yerkürenin yüz bin ağzı bulunduğunu, her bir ağızda yüz bin dilin yer aldığını, her bir dilde Allah’ın varlığını, birliğini, kudretini, ilmini, irâdesini ve sâir sıfatlarını gösteren yüz bin zikir, tesbih ve delil bulunduğunu kaydederek başlıyor ve aynı zamanda yerkürenin anatomisini coğrafya ölçüleriyle işliyor.

Bu Pencere’de bildiriliyor ki, yerkürenin yaratılış öncesine baktığımızda, akan bir sudan taş ve o taştan toprak yaratıldığı anlaşılmaktadır. Eğer dünya su olarak kalsaydı mesken edilmeye ve yaşanmaya kabil olmazdı. Eğer taş olduktan sonra demir gibi sert kalsa idi, istifâde edilmezdi. Öyleyse yeryüzünü yaşanıp istifâde edilecek toprakla doldurarak canlıların ihtiyaçlarını gören elbette Sân-i Hakîm’dir.

Toprak tabakasının üzerine; içinden gelen zelzeleler ve sarsıntılar yerküreyi hareketinden ve vazifesinden şaşırtmasın ve yerküre teneffüs etsin, denizin istilâsından karaları kurtarsın, canlılara lâzım olacak hayat maddeleri için birer hazine olsun, havayı tarayarak zehirli gazlardan temizlesin, suları içinde biriktirip depolasın ve canlılar için lâzım olan sair madenlere kaynaklık etsin diye “dağlar” direği dikilmiştir. İşte yerkürenin bu vaziyeti, doğrudan, yüksek hikmet ve sonsuz kudret sahibi Allah’ın varlığına ve birliğine kesin bir delil teşkil etmektedir.

Bu bilgileri verdikten ve bütün dikkatleri hikmetle yaratılmış yerküre üzerine çektikten sonra Üstad Bedîüzzaman Hazretleri soruyor: “Ey coğrafyacı efendi! Bunu ne ile izah edersin? Hangi tesadüf şu acaib-i masnuat ile dolu sefine-i Rabbaniyeyi bir meşher-i acaib yaparak, yirmi dört bin sene bir mesafede, bir senede sür’atle çevirip, onun yüzünde dizilmiş eşyadan hiçbir şey düşürmesin?” 1

Yerküremiz, saniyede otuz kilometrelik (saatte yüz sekiz bin kilometrelik) bir hızla, yaklaşık bir milyar kilometre olan güneş etrafındaki yörüngesini üç yüz altmış beş günde, yani bir yılda alıyor. Demek oluyor ki, yerküremiz üç yüz altmış beş defa kendi ekseni etrafında dönerken, bir defa güneş etrafında dönüyor.

Dünya gezegeninin dört ayrı hareket sergilediği gözleniyor. 1- Kendi ekseni etrafında dönüyor. 2- Diğer gezegenlerin etkisiyle güneşle birlikte yörünge içi hareketlerde bulunuyor. 3- Güneş etrafında dönüyor. 4- Güneşle ve sâir gezegenlerle birlikte saniyede yirmi kilometrelik (saatte yetmiş iki bin kilometrelik) bir hızla Herkül takımyıldızının sınırında bulunan bir noktaya doğru ilerliyor. 2

Yerküre baş döndürücü hızıyla bir Mevlevî gibi raks ede ede dönerken, üzerinde dizilmiş eşyaları dağıtmıyor, sırtında yaşayan canlılara zarar vermiyor, insanları korkutmuyor, hayvanları ürkütmüyor; tam aksine çok rahat bir beşik gibi, müşfik bir ana kucağı gibi hiçbir sarsıntı hissettirmeksizin dönüyor, dönüyor, dönüyor.

Bedîüzzaman Saîd Nursî Hazretleri, yerkürenin güneş etrafında aldığı bu uzun yörüngenin ölçüsünü verirken bir fıkıh terimi kullanarak, yaklaşık bir milyar kilometreyi, yirmi dört bin senelik bir mesafe olarak nazarlara sunuyor.

Bu, şu demektir: Normal bir hızla yaya yürüyen bir insan altı saatte yaklaşık otuz kilometre yol alır, on sekiz saatte (yani dinlenme süreleri ile birlikte üç günde) ise doksan kilometrelik yol alır. Doksan kilometrelik yola çıkan bir insan, bu mesâfe ile seferîlik haklarından yararlanır.

Gelelim hesaplamaya: Bir yılda üç yüz altmış beş gün vardır. Bir gün yirmi dört saat hesabıyla, üç yüz altmış beş gün, sekiz bin yedi yüz altmış saat ediyor. Bu hesaptan yürüdüğümüzde, normal bir hızla yaya yürüyen bir insanın, yerkürenin yaklaşık yörünge uzunluğu olan bir milyar kilometreyi yirmi dört bin senede ancak aldığını buluruz.

Demek yerküremiz insan yürüyüşü hızıyla yol alsaydı, güneşin etrafındaki bir turunu yirmi dört bin senede tamamlayacaktı. Ya da, yirmi dört bin seneye bir sene diyecektik.

Oysa yerküre saatte yüz sekiz bin kilometre hız yaparak, güneş etrafındaki uzun mesâfeyi bir senede alıp geçiyor. Böylece insanın yaya yürüyüşüne göre yirmi dört bin sene tutacak olan bir mesafeyi, yerküre bir senede gezmiş ve üzerinde yaşayan emânet-i kübrâ sahibi halifeleri gezdirmiş oluyor. Üstad Hazretlerinin ifâdesiyle, bir “sefine-i Rabbâniye” olduğunu eksiksiz göstermiş oluyor.

Bu eşsiz uzay gemisinde, bize eşsiz bir uzay seyahati ikrâm eden Allah’a sonsuz hamd olsun. Âmîn.

Dipnot:

1- Sözler, s. 616; 2- Hachette, 12/4711.

30.06.2010

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

‘Şer’lerinden Allah’a sığınırız!


A+ | A-

Acaba, son haftalarda yeniden tırmanışa geçen terör hadiselerinin altında yatan sebeplere doğru teşhis koyabildik mi? Herkes kabul eder ki, bir hastalığın tedavisi için ilk adım, doğru teşhis koymaktır.

“Çok önemli kişiler”in Ergenekon dâvâsı ile ilgili olarak tutuklanmış olması devletin bünyesinde bir problemin olduğunu ortaya koyuyor. Her ne kadar dâvâ devam ediyor ve henüz bir netice çıkmamış olsa da; “Bazı şeylerin şuyûu/duyulması; vukuundan/gerçekleşmesinden daha vahimdir” prensibi gereği bu netice hepimizi ciddî olarak düşündürmelidir.

Aynı şekilde emniyet kuvvetlerine mensup üst düzey yöneticilerin de zaman zaman tutuklanması, soruşturma ve takiplere tâbi tutulması yine bünyedeki probleme işaret ediyor. Yüksek bürokratlar hakkındaki iddiâ ve dâvâlar da bu olumsuz tabloyu pekiştiriyor.

Bütün bunlar bozulmanın her yere sirâyet ettiğini, yaygınlaştığını ve kronikleştiğini gösteriyor. Terörün tırmanmasının ve engellenememesinin bünyedeki bu bozulma ile doğrudan bir ilişkisi olamaz mı?

Bu anlamda tesbitler yapan ‘uzman’ların sayısında da artış var. Güvenlik Uzmanı Prof. İdris Bal, Neşe Düzel’e ‘açık’ konuşmuş: “(...) Birileri, PKK saldırılarını savsaklıyor...”

Bu iddiâ büyük bir iddia ve eğer doğru ise ‘tuz çoktan kokmuş’ diye görmek ve tedbir almak lâzım. İddiâ doğru değil ise, devleti idare edenlerce en üst seviyede açıklama yapılmalı ve reddedilmeli. Şu ana kadar böyle bir red ve açıklama duymadık ve ‘endişe’miz arttı...

Güvenlik Uzmanı Prof. İdris Bal, başka “tuhaflık”lara da dikkat çekmiş: “Bir devletin sadece silâhlı kuvvetleri yoktur. İstihbaratı da, emniyeti de vardır. Burada garabet şudur. Neredeyse otuz yıldır bu konuda ıztırap çeken bir milletiz ve hâlâ dışarıdan gelecek istihbarata muhtacız. Ayrıca savunma sanayii açısından da montajla birlikte yüzde 90’ları aşan bir bağımlılık içindeyiz. Bunlar, affedilecek şeyler değil. (...) Ordunun dizayn ediliş şekli terörle mücadeleye uygun değil. (...) Şöyle şeyler de var. Bizzat askerlik yapmış insanlar anlatıyorlar: ‘Mücadele ettik. 50-100 PKK’lıyı sıkıştırdık. Tam teslim alacağız, bir telefon geldi bıraktık.’ Ben, böyle onlarca hikâye dinledim. Meselâ son baskını yapan PKK’lıları çoban, kaçakçı falan sanmışlar. Demokratik bir ülkede, ‘Böylesine bir şüpheli durum varken niye önlemini almadın ve bu kadar insanın ölümüne yol açtın?’ diye hesap sorulur. Ayrıca bir sürüde bir iki çoban olur. Yirmi çobanın birlikte gezdiği nerede görülmüş? (...) Eğer bunları kaçakçı sandılarsa, durum gene vahim. Kaçakçılara müsaade ettiklerini itiraf ediyorlar. Elini kolunu sallayarak geçmesi normal mi bunların? Kurumlar kendi içlerinde hatalı olanları ayıklarlarsa saygın, verimli ve güçlü olurlar. Ayıklamazlarsa güçlü olamazlar. İhmal var burada!” (Taraf, 28 Haziran 2010)

Anlaşılan terörü tırmandıran sadece ‘dış mihrak’ değil. Elbette onların da büyük dahli var, ama iç bünyede de terörden menfaat uman ve kirli emeller besleyen kişiler var. Şeytandan sığındığımız gibi böyle menfaatperestlerin, tuzak kurucuların ve ‘plan’cıların şerrinden de Allah’a sığınırız!

30.06.2010

E-Posta: [email protected]



H.İbrahim CAN

Amerika’nın sitemi haklı mı?


A+ | A-

Başbakan Erdoğan, Obama uzayan ABD-Gana maçı bittikten sonra, Amerikan lideri ile görüştüğünde neler konuşuldu bilmiyoruz. Ancak bu görüşmeden saatler önce ABD’nin Avrupa ve Avrasya İşlerinden sorumlu Dışişleri Bakan Yardımcısı Philip Gordon’un aba altından sopa gösteren açıklamaları, Başbakanın Amerika’da bugünlerde pek popüler olmadığını gösteriyor.

Gordon, “Türkiye’nin bağlılığını göstermesi gerekiyor. Güvenlik Konseyinde İran’a yaptırım kararına hayır demesini anlayamadık” diyor. Büyükelçimiz Namık Tan ise “Onlara gerekçelerimizi defalarca anlattık” diyor.

Amerika’nın Türkiye’nin oylamada neden hayır dediğini anlamadığına inanıyor musunuz? Yoksa ABD yönetimi son zamanlarda Türkiye’nin kendilerini rahatsız edici politikalarının bedelini mi ödettirmeye hazırlanıyor?

Zaten Gordon da “Bu durum Amerika’nın Türkiye’nin desteklememizi istediği konularda destek vermesini zorlaştırıyor” sözleriyle aba altından sopa gösterip, PKK’ya karşı anlık istihbarat işbirliğini sürdürmeyebilecekleri tehdidini savunuyor. Aslında bu sözlerden, “Madem ki bizim kontrolümüz dışına çıkıyorsunuz, öyleyse biz de üzerinize maşalarımızı salarız” anlamı çıkmıyor mu?

Aslında Amerikalıları asıl rahatsız eden gözdesi İsrail’i zor durumda bırakan Gazze konvoyunu Türkiye’nin gönderdiği ve desteklediğini düşünmeleri. Türkiye’nin saldırı sonrasındaki tepkileri ve uluslar arası soruşturma talepleri, Yahudi sever Amerikan yönetimini kızdırdı.

Öyle anlaşılıyor ki; bundan sonraki dönemde, Türkiye’yi yeniden eski sadık müttefik konumuna getirene kadar, çeşitli yollarla sıkıştırmaya devam edecekler.

Peki, Türkiye ne yapacak?

İran’la nükleer takas anlaşması yapmasının istendiği izlenimi verilerek ABD tarafından Brezilya ile birlikte adeta ‘kandırılan’ hükümetin, bu adımının—sonraki tüm gelişmelere ve ABD’nin bu anlaşmayı yok saymasına rağmen—doğru ve gerekli olduğuna, ülkemizi komşuları nezdinde haklı bir itibara kavuşturduğuna inanıyoruz. İran yönetimi bile bu adımı önemsizleştirici uzlaşmaz tavrını sonrasında sürdürse de, yapılan anlaşma barışa gitme yönünde kaydedilen bir ilerlemeydi. Ancak Amerika’nın oyununu, bölgeye yönelik planlarını bozan bir gelişmeydi.

Yöntemi, zamanlaması, katılımcıları tartışılabilirse de, Gazze konvoyu da önemli bir işlevi yerine getirdi: Gazze’ye uygulanan ablukanın hafifletilmesi.

Öyleyse Amerika’nın bu konudaki olumsuz tutumuna rağmen, bölgesel politikaların Türkiye’nin kendi çıkarları dikkate alınarak sürdürülmelidir. Amerikan yönetimi de, sonunda İran’a saldırı planları ve İsrail’in zulmünü desteklemenin kendi yararına olmadığını anlayacaktır.

Kısacası; Amerika’nın sitemli tavırları ve dolaylı yollardan Türkiye’yi cezalandırma çabaları, uluslar arası toplumun dikkatinden kaçmayacağı gibi, ülkemizin haklı politikalarını da değiştirmeyecektir. Komşunun ve masumun hakkını korumak hiçbir zaman suç olamaz.

30.06.2010

E-Posta: [email protected]



Cevher İLHAN

“Beklentili” diplomasi…


A+ | A-

Kanada’daki “kritik görüşme”de bir sonuç çıkmadığı, Erdoğan ile Obama’nın görüşme sonrası karşılıklı “beklentiler”le dolu demeçlerliyle ortaya çıkmakta.

Erdoğan’ın, karakol saldırılarının ardından özellikle Şemdinli’de 100’e yakın teröristin sınırı geçip askerî birliğe saldırısının, “ABD’nin PKK’ya karşı yeterli desteği vermediği yönünde Türk halkında bir algı oluşturduğu”ndan yakınması, terörle mücadedele hâlâ sağlıklı bir işbirliğine ulaşamadığının açık itirafı. Şu çarpıklığa bakın. Her ne kadar “ABD, Kuzey Irak’ta ve istihbarat alış verişinde terör örgütüne karşı somut adımlar atarsa bu havayı tersine çevirebilir” temennisini iletip, özellikle “anlık istihbarat paylaşımı” konusunda hâlâ umutlu olduğunu söylese de, beyânlarından kendisinin de buna pek inanmadığı intibâını veriyor…

Keza “Türkiye’nin öneminin ABD’de anlatılması, aksi takdirde Washington’da Ankara aleyhine pompalanan kötü havadan ikili ilişkilerin zedelenebileceği” uyarısı, bunun ifâdesi.

Ve bu ifâdeden, her görüşmenin ardından yapılan diplomatik tâbirlerle makyajlanmış açıklamaların aksine, ABD’nin 5 Kasım 2007’de Bush’la başlayan “PKK’yı terör örgütü” ve “ortak düşman” ilân etme ve başta “stratejik müttefik” Türkiye ile “anlık istihbarat paylaşımı” olmak üzere, terörle mücadelede etkin ve samimî davranmadığını ortaya koyuyor…

HÂLÂ “ÜÇLÜ MUTÂBAKAT”

Hâlâ kabak tadı veren “üçlü mutâbakat” çerçevesinde terörle mücadelede destek beklentisi içinde olduğunu kaydeden Erdoğan’ın Obama’ya, “Son saldırılarla kamuoyumuzda terörle mücadeleye karşı uluslar arası işbirliği noktasında müttefiklerimizin desteği sorgulanır hale gelmiştir; ve bu sorgulamayla en çok da ABD’nin karşı karşıya kaldığı malûmunuzdur” siteminin anlamı bu…

Aslında Erdoğan’ın, “ABD’nin PKK’yı ortak düşman ilânının gereğini yerine getireceği beklentisi”ni tekrarlayıp, Obama’nın ilişkilerde “model ortaklık” nitelemesini nazara vermesinin peşinden, “Bu süreçte ABD’ye karşı oluşuna olumsuz algıyı yönetmek için büyük bir çaba harcıyoruz” sözleri, AKP iktidarının ABD ile ilişiklerde ne denli zorlandığının itirafı.

Doğrusu, Obama’nın daha önce verilen randevuya rağmen Toronto’da Amerika-Gana maçını âdeta bir fanatik gibi televizyonda izlemek bahanesiyle göz göre göre bir saat rötara uğratarak Başbakan’ın çokça istimal ettiği futbol diliyle Türkiye’ye “diplomasi golü” atmasıyla başlayan görüşmenin ardındaki açıklamalar, her şeyi su yüzüne çıkarıyor. Washington’un işgalindeki ülkede yuvalanan terör örgütünün terörü ve silâhı bırakması ve lojistik desteğinin kesilmesi için de bir şey yapmadığını bir defa daha deşifre ediyor.

“Terörle mücadelede, model ortağımız ABD’den PKK’ya karşı daha kararlı ve net açıklamalar, adımlar bekliyoruz” diyen Erdoğan’ın, “Kuzey Irak’taki PKK’nın bitirilmesi” beklentisi de bunu te’yid etmekte. Zira Erdoğan’ın defalarca dile getirdiği gibi, Ankara’nın bütün belge ve bilgileriyle listesini vermesine rağmen ABD, hiçbir taahhüdünü yerine getirmiş değil. Terör örgütünü kontrolündeki Kuzey Irak’ta enterne etmeye yanaşmıyor.

Güdümündeki Irak’ta ve Kuzey Irak’ta serbestçe dolaşan yüzlerce terörist elebaşından bir tekini dahi teslim etmemiş. Terör örgütü Irak şehirlerinde legal bir biçimde faaliyet gösteriyor. Kandil, Mahmur ve diğer terörist kamplarına her türlü eğitim, sağlık, malî, lojistik destek devam ediyor. Erdoğan’ın “olumsuz atmosfer” olarak nitelendirdiği PKK’nın finans kaynakları, nüfuz ticareti, uyuşturucu ve kaçakçılığı önlenmiyor…

WASHİNGTON, ANKARA’YA BİGÂNE…

Ankara, Washington’dan en azından bu hususta “açık ve net tavır”la “somut adımlar” bekliyor; ne var ki Obama Erdoğan’a bu konuda da hiçbir vaatte dahi bulunmuyor.

Obama, Amerikan Savunma Bakanlığı Pentagon’a özel tâlimat ilettiğini, Süper Kobra helikopterlerin 2011’in başında Türkiye’ye ulaşacağını söylemekle yetiniyor. Erdoğan da bunun “önemi”ni belirtmekle geçiştiriyor…

Erdoğan’ın Obama’dan “beklentileri”, yalnız “terörle mücadele”yle kalmıyor. İsrail’in katlettiği dokuz vatandaşının cenâzesinin, onlarca yaralının ve yüzlerce mağdur vatandaşın serbest bırakılması çabasına teşekkür ettiği Obama’dan, İsrail’in açıkça özür dileyip tazminat ödemesi ve BM’nin uluslar arası komisyonunu kabulü için baskı yapmasını istiyor. Ne var ki Obama, bu taleplere karşı hiçbir teminatta bulunmuyor. Dahası, hâlâ hiçbir anlaşmanın askıya dahi alınmadığı İsrail’e karşı söylemlerden fevkalâde rahatsız olduğunu belirterek, “Türkiye’nin İsrail’le ilişkilerini düzeltmesini” salık veriyor. Ayrıca İran üzerinde işbirliğinin arttırılmasının öneriyor. Erdoğan’ın Ermenistan’ın protokollere uymaması ve Karabağ işgalini müzâkereye yanaşmaması şikâyetine karşılık yine “protokolleri imzalama” telkininde bulunuyor. Kıbrıs’a kısıtlamaların kaldırılması için devreye girme desteğine bigâne kalıyor…

Ve her fırsatta AB’ye yüklenip veryansın eden Erdoğan, Obama’ın Türkiye’nin bu fevkalâde ehemmiyetleri taleplerine kayıtsız kalmasına sessizce karşılıyor. “Beklentileri” yinelemekle yetiniyor…

Bu mu “başarılı diplomasi”nin kazanımları?

30.06.2010

E-Posta: [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

Şimdi de ''yanlış ateş''


A+ | A-

Mezargediği’nde 9 şehit verdiğimiz terör saldırısı için yapılan açıklamada, “Teröristleri çoban veya kaçakçı zannettik” denilmişti. Hatay-Hassa’daki talihsiz olayda ise, yaylada kekik toplayan köylüler “terörist zannedilerek” açılan asker ateşine hedef oldu ve maalesef iki masum köylü Hakkın rahmetine kavuştu.

İzahları “zannetmek” üzerine bina edilen bu iki trajik hadise, terör bölgesinde görev yapan askerlerimizin sevk ve idaresinde, mutlaka dikkatle üzerinde durulup, düzeltilinceye kadar ısrarla çalışılması gereken ciddî sorunlar bulunduğunu bir kez daha açıkça gözler önüne serdi.

Güvenlik uzmanları, Mezargediği saldırısındaki “zannetme” olayında, kesinlikle mazur görülemeyecek bir güvenlik zaafı ve gaflet halinin söz konusu olduğunu günlerdir ifade ediyorlar.

Karşı tepelerdeki hareketliliğin fark edilmesini takiben, her ihtimale karşı boşluğa ateş açıp bomba attıktan sonra ses gelmeyince, “Herhalde çobanlar ve hayvanları ya da kaçakçılarmış ki karşılık vermediler” diye rehavete kapılmanın ve peşinden terörist baskınına maruz kalmanın askerî mantıkla da açıklanabilecek tarafı var mı?

Birçok yorumcu tarafından seslendirildiği gibi, bir defa o saatte orada çobanların işi ne? Velev çoban bile olsa, çobanlar dağlarda 20-30 kişilik gruplar halinde mi dolaşıyor? Ve yine çoban olup da, Hassa’daki köylüler gibi isabet alarak vurulsalardı, bunun altından nasıl kalkılacaktı?

Keza “kaçakçılar” izahı da son derece problemli. Çünkü hem askerin onlara da dokunmayıp göz yumduğunu ele veriyor, hem de açılan ateş ve atılan mermilerle vurulup ölmeleri halinde doğacak sonuç yine büyük sıkıntı getirirdi.

Ve netice: Karaltıların çobana da, hayvanlarına da, kaçakçılara da ait olmadığı, mevzilere kadar sızan teröristlerin baskınıyla ortaya çıkıyor.

Bu inanılmaz gafletin bedelini 9 şehidin acısıyla ödüyoruz. Sorumlularından hesap sorulup sorulmayacağını ise bilmiyoruz. Zira şu âna kadar o istikamette bir işaret ortaya çıkmış değil.

Hassa’daki trajedide de yine “zannetme” sonucu ölümler oluyor ve bu defa masum insanlara ateş açanlar teröristler değil, maalesef askerlerimiz. Peki, bunun hesabını kim verecek?

Teröristle mücadele edilen yerlerdeki psikolojinin, böyle bir durumun söz konusu olmadığı yerlerden çok farklı olduğu; her an teröristlerin baskınına maruz kalma riski bulunan yerlerde dolaşırken ellerin hep tetikte olması ve hattâ hareket eden herşeye ateş etmeye hazır bulunulmasının, ortamın gereği olduğu söylenebilir.

Ama sonuçta masum canlar gidiyorsa, bunun hiçbir şekilde telâfisi mümkün olmaz. Bölgede senelerce masum halka terörist muamelesi yapıldığı ve terör örgütünün taban bulup terörist faaliyetlerin artmasında bunun da son derece büyük rolü olduğu öteden beri ifade edilegeldi.

Acaba şimdi sivillerin kasten ve bilerek değil, yanlışlıkla öldürüldüğü bir aşamaya mı geçtik?

Gerçi Hassa’daki hadiseyi, daha maktullerin kanı kurumadan ortaya atılıp Mezargediği’ndeki “temkin ve dikkat”in isabetliliğine delil gösterebilen yorumcular da çıktı, o da ayrı bir bahis...

Ama neresinden bakılırsa bakılsın, “Çok üzgünüz” açıklamalarıyla geçiştirilmesi kesinlikle mümkün olmayan son derece talihsiz bir olay.

Peki, bunun faturası kime çıkarılacak? Ve tekrarını önlemek için ne gibi tedbirler alınacak? İşe, açılım kapsamında kaldırılması öngörülen yayla yasağını yeniden ve üstelik daha katı bir şekilde uygulamaya koyarak mı başlanacak?

“İşte yayla yasağını bunun için, teröristlerle çatışırken köylüler arada kalmasın diye koymuştuk. Onun için, terörle mücadele bitmeden bu yasağın kaldırılması yanlıştır” mı denilecek?

Ki, son MGK toplantısında askerin meseleyi bu şekilde gündeme getirdiğine dair bilgiler, medyada yer almaya başladı bile. Bunun anlamı, açılımın önemli başlıklarından biri olarak takdim edilen bu hususun da “kapanım”a dönüştüğü.

30.06.2010

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri




Son Dakika Haberleri

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Abdullah ŞAHİN

  Ahmet ARICAN

  Ahmet BATTAL

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Ali Rıza AYDIN

  Atike ÖZER

  Baki ÇİMİÇ

  Banu YAŞAR

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H.İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Hakan YILMAZ

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehmet YAŞAR

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Muzaffer KARAHİSAR

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Saliha FERŞADOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.