Yeryüzünde Hz. Adem’in (as) gelişinden şu ana kadar geçen bütün zamanlar için saadet sıfatı sadece o malûm zaman dilimi için kullanılmıştır. Hakikattir de... Nasıl saadet asrı olmasın o zaman dilimi? İki cihan güneşi Efendimiz’in (asm) varlığı başlı başına yeterlidir, bir de vahyin aydınlığı... İkisi zaten aynı Nûr’un, aynı Nûr ismiyle müsemma zat-ı Ehad’in insanlığa en büyük hediyesi değil midir?
Gelin görün ki, ahirzaman insanı olan ben, geçenlerde, Asr-ı Saadeti okurken bile bir yanlış anlaşılmanın içinden çok kez çıkamadığımı fark ettim. Nasıl çıkayım ki? Saadeti, mutluluğu, huzuru rahatta arayan (meylü’r-rahatının esiri olmuş bir insan olarak) ben nasıl hakikatı tam anlamıyla çözebilirim ki?
Asr-ı Saadet denince, şahsen aklıma, zihnime gelen görüntü çok kez aldatıcıdır. Toz pembe, insanların rahatla yatıp kalktığı, mutluluktan etrafın-–maddî anlamda da—güllük gülistanlık olduğu bir görüntüdür zihnime gelen.
Asr-ı Saadeti daha doğru okuyabilmem için galiba saadet anlayışımın biraz değişmesi gerekiyor. En azından “saadet”le “rahat” arasındaki bağlantının sandığım ya da daha doğru tabirle nefsimin bana dayattığı gibi olmadığını düşünmem gerekiyor.
Çünkü Asr-ı Saadet, Asr-ı Rahat değildir!
FİTNELERDEN İSTİKAMETİ MUHAFAZAYA...
Rahat mı dediniz! Hz. Ebû Bekir’in (ra) 2 senelik hilâfetinde bile rahat yoktur. Yalancı peygamberler, dünyalık için yoldan dönenler, savaşlar, mücadeleler... Hz. Ömer (ra) devrinde yapılan fetihler her halde rahat döşeğinde yatan sahabelerin eseri olamaz.
Ama işin asıl rahatsız edici kısmı Hz. Osman’ın (ra) devrinde başlar. Çünkü hadisin belirttiği gibi “Ebu Bekir ve Ömer aranızda olduğu müddetçe fitneler aranıza giremeyecektir.” Evet Asr-ı Saadet dehşetli fitnelerin olduğu bir devirdir aynı zamanda. Hatta Peygamberimizin (asm) iki torununun her ikisinin de yürek dayanmaz (ciğersûz) dehşetli bir biçimde şehid edildiği bir vasattır Asr-ı Saadet! Peygamber-i Zîşan’ın (asm) vefatından sadece otuz sene sonra İslâm coğrafyasında olan keşmekeşin, sosyal ve siyasî çalkantının haddi hesabı yoktur.
Peki nasıl olmuştur da ümmet-i Muhammed (asm) bu keşmekeşin içinden istikametini muhafaza ederek çıkabilmiştir? Nasıl olmuştur da yine de o asır Asr-ı Saadet olabilmiştir? Bu sorunun cevabını bir çırpıda vermek pek mümkün değildir. (Üç aşağı beş yukarı bütün İslâm tarihi kitapları ümmetin yaşayacağı bütün fitnelerin prototiplerini barındıran, bütün kırılma noktalarını, fay hatlarını barındıran bu devri anlatmıştır. İlgisi, vakti olanları bu eserler beklemektedir. Risalelerin arasında ise 15. Mektub ve 4. Lem’a’nın tamamını ve 19. Mektub’da geçen ilgili bahisleri bu gözle okumak ufuk açıcı olabilir.)
Ancak burada bir noktayı beyan etmekte bir sakınca yoktur. Çünkü bu fitnelerden istikameti muhafaza ederek çıkmanın temelinde hiç şüphesiz o dönemi yaşamış sahabelerin ve Âl-i Beytin mümtaz ferdlerinin rahatlarını ve bir bakıma herşeylerini dinin yolunda feda etmiş olmalarının payı büyüktür.
HZ. HASAN’IN (RA) VAZGEÇTİĞİ ASLINDA NEDİR?
Asr-ı Saadet’te fedakârlık denilince bir güzel isim ayrı bir yere koyulmayı sonuna kadar hak eder: Hz. Hasan! (ra)
Çok kısaca anlatacak olursak, Hakem olayı ve Sıffîn Savaşından sonra Hz. Ali Efendimiz (ra) Kûfe’de Peygamberimizin (asm) çok önceden haber verdiği gibi Abdurrahman b. Mülcem-i Haricî tarafından şehid edilir. O zamanki Kûfe ahalisi olan Iraklılar Hz. Ali’nin (ra) oğlu Hz. Hasan’ı halife olarak seçerler ve ona biat ederler. Hz. Hasan (ra) böylece “dört halifenin beşincisi”, “beşinci reşîd halife” olacaktır. Lâkin sadece altı aylık bir hilâfeti olacaktır.
Çünkü Hz. Muaviye çoktandır Şam’da kendisini halife olarak ilân etmiştir. Kûfeliler Hz. Hasan’ın (ra) böyle bir niyeti olmamasına rağmen-–fitne biraz da budur—Hz. Hasan’ı Hz. Muaviye’ye karşı kışkırtarak savaş yapmak üzere yola çıkartırlar. Arada bir sürü siyasî hadiseler, fitneler yaşanacaktır. Sonunda Hz. Hasan (ra) savaş olmaksızın hilâfetten feragat ettiğini açıklayacaktır.
Hiç şüphesiz Hz. Hasan’ın (ra) feragat ettiği şey, basit bir şey değildir. Dikkatinizi çekerim; Hz. Hasan’ın mü’minlerin kanının daha fazla dökülmemesi için vazgeçtiği şey koca bir devletin, saltanatın tam da kendisidir. Bugün bile nicemizin uğrunda bir çok şeyi feda ettiği güçten, iktidardan vazgeçer Hz. Hasan! Üstelik hakkı ve haklı olduğu halde! Zaten fedakârlık, hakkı olduğu halde hakkından vazgeçmek değil midir?
Hz. Hasan’ın (ra) bu seçimi bilinçli bir tercihtir. Bunu onun hilâfeti bıraktığını açıkladığı hutbesindeki şu ifadelerinden anlamaktayız:
“Akıllıların en akıllısı, muttakî olandır; ahmakların en ahmağı da fâcir olandır. Muaviye ile benim aramda anlaşmazlık konusu olan bu iş, ya benden daha lâyık birisinin hakkı idi; ya da benim hakkımdı. Ben ümmetin sulh içinde olması, birliğinin bozulmaması ve kan dökülmesine mani olunması için hilâfeti ona bıraktım.” (Hılye, 11, 37)
İKTİDARDAN VAZGEÇMENİN NETİCESİ...
Hz. Hasan (ra) görünürde değil, ama görünen hilâfetten vazgeçmiştir. Görünen hilâfet çünkü maddî hilâfet, maddî saltanattır. Bunu en güzel şekilde ifade eden eserlerden biri hiç şüphesiz Risale-i Nur’dur:
“Onların elleri muvakkat ve surî bir saltanattan çekildi; fakat parlak ve daimî bir saltanat-ı mâneviyeye tayin edildiler. Âdi valiler yerine, evliya aktablarına merci oldular.” (15. Mektub 2. Sualin sonu)
Hz. Hasan’ın (ra) bilinçli tercihi işte budur! Âl-i Beytin saltanat-ı manevîsi, hilâfetin asıl manevî boyutu tam da Hz. Hasan’ın fedakârlığından sonra, artık maddî saltanattan ayrılacaktır. Artık hilâfetin maddî temsilcileri ile, manevî liderleri ayrı kulvarlardadır.
İlginçtir ve esef vericidir, çoğu defa iktidarı elinde tutan maddî saltanatın sahipleri bu manevî sultanlara sürekli bir şüphe içinde yaklaşacaklar ve zulüm yapacaklardır. Bizzat Hz. Hasan’ın (ra) kendisi, kuvvetli rivayete göre şiddetli bir zehirle zehirlenerek şehid edilecektir. Ondan sonra olanlar ise maalesef bu hükmün bir ispatıdır. Kerbelâ, Âl-i Beytin mühim şahsiyetlerinin Emevî ve Abbasî halifelerinin elinden çektikleri sıkıntılar, İmam-ı Azam, İmam-ı Ahmed b. Hanbel’in işkenceli şekilde hapsedilmeleri... “Isırıcı bir saltanatın” manevî hilâfeti devam ettirenlere verdiği sıkıntı da had ve hesaba gelmeyecektir.
Hz. Hasan’ın (ra) bilinçli tercihinin çok önemli neticesi olarak Efendimizin (asm) neslinden gelen “Âl-i Beyt” bundan böyle “hakaik-ı İslâmiyeyi ve ahkâm-ı Kur’âniyeyi muhafazaya memur” olduklarının bilinciyle bu yolda çalışacaklardır. Hiç şüphesiz fitnelerle dolu zamanlarda İslâm dininin muhafazasında en büyük pay sahibi hep onlar olmuşlardır.
Unutmayalım ki bütün bunlar Hz. Hasan’ın (ra) dünya saltanatından, güçten ve iktidardan vazgeçmesinin meyvesidir!
(Bu hususu da en güzel şekilde ifade eden Risaleler olacaktır: “...saltanat-ı dünyeviye, Âl-i Beyte yaramaz; vazife-i asliyesi olan hıfz-ı dini ve hizmet-i İslâmiyeti onlara unutturur. Halbuki saltanatı terk ettikleri zaman, parlak ve yüksek bir surette İslâmiyete ve Kur’âna hizmet etmişler.” (19. Mektub)
ALLAH’IN RIZASI İÇİN BİATIMIZI YENİLEYELİM
Hz. Hasan’ın (ra) iktidardan bu şekilde vazgeçmesinin sadece Âl-i Beyt’le sınırlı bir ders olduğunu sanmıyorum. Bilâkis, vazifesinin İslâmiyete ve Kur’ân’a hizmet olduğunu belirten bütün şahıslar, cemaatler, tarikatler, ekoller için geçerli bir ölçü burada yer almaktadır. Zaten hedefi İslâmiyete ve Kur’ân’a hizmet yoluyla Allah’ın rızasını kazanmak olanlar neslen olmasa bile manevî Âl-i Beyt’ten sayılabilirler. Çünkü bu zor ve ağır vazifede Âl-i Beyt’e yardım etmiş olacaklardır.
Gelgelelim ahirzaman hadiseleri içinde hizmet-i iman ve Kur’ân dâvâsında olanların bile Hz. Hasan’ın (ra) fedakârlığını anlamakta sıkıntılı olduğunu görürüz. Zihinlerimiz, kalplerimiz, ruhumuz ne yazık ki, gücün ve iktidarın esiridir çünkü! Sadece bir yerde değil, bütün İslâm âleminde yaşanan sıkıntılar biraz da buradan kaynaklanmaktadır. Hz. Hasan’ın (ra) barışa sebep olan fedakârlığını tam sindiremediğimiz için birbirimizle de barış içinde olamıyoruz. Çünkü güç ve iktidar, yapısı itibariyle, paylaşılmayı değil, üzerinde mücadeleyi getiriyor.
Biraz da, en başta bahsettiğim, nefisimizin oyununa geliyoruz. Rahatın da esiriyizdir. Zannederiz ki, iktidarı ele geçirince daha rahat (!) hizmet edeceğiz. Hem hizmet edeceğimiz, hem rahat edeceğimiz bir vasat ararız. Oysa yoktur böyle bir yer bu dünyada... Bu dünya hizmet yeridir, ücret yeri değildir!
Başta Resûl-i Kibriya Efendimiz’den (asm) itibaren iman ve Kur’ân dâvâsında çalışan insanlar şu dünyada rahat yüzü görmemiş, bilâkis sıkıntıların en büyüklerini onlar çekmişlerdir. Hz. Hasan (ra), yaptığı fedakârlıktan on sene sonra 47 yaşında şehid olmuştur, tekrar hatırlatırız.
Nefsimiz bizi kandırmasın. Hz. Hasan’ın (ra) bu fedakârlığını yapınca sıkıntılarımızın biteceğinin iddiasında değilim. İddia ettiğim, hiç değilse sıkıntılarımızın neticesinin rıza-i İlâhî olması gerektiğidir. Hz. Hasan’ın (ra) yolunu ahsen yol yapan, yolun maksadının, maksûdunun arada başka birşey olmaksızın Allah’ın rızası olduğudur!
Hz. Hasan’ın (ra) terk ettiği şeyin dünya saltanatı olduğunu bir kez daha anlamamız lâzımdır. Hizmetin “hizmet-i imaniye” olmasının en birinci şartının iman dâvâsını hiçbir şeye âlet etmemek yani ihlâs olduğunu, bunu sağlamanın yolunun da “dünya”ya hizmetkârlıktan vazgeçmek olduğunu anlamamız lâzımdır.
Çünkü “Dünya saltanatı ile mânevî saltanatın cem’i gayet müşküldür.” Gücün ve iktidarın esiri olduğunuzda çünkü, ilginç bir biçimde artık bu dünyanın hizmetkârı olmuş oluyorsunuz. Hizmet-i imaniye adına hizmet-i dünya etmek... Bu olsa olsa “âdi valiler”in işidir.
Hz. Hasan’ın (ra) yolu bu değildir. Efendimiz’in (asm) yolu bu değildir. Hem hizmet-i imaniye ve Kur’âniye’nin, hem bütün İslâm âleminin ve bütün insanlığın geleceği için Hz. Hasan’a (ra) biatımızı tazelememiz gerekmektedir.
Daha da önemlisi Allah’ın rızası için...