Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 06 Haziran 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ

Ona kavuştukları gün Allah'ın mü'minlere hediyesi selâmdır, her türlü korkudan emniyet ve selâmet müjdesidir. Bir de onlar için hoş ve ardı arkası kesilmeyecek bir mükâfat hazırlamıştır.

Ahzâb Sûresi: 44

06.06.2006


HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ

Kime yumuşaklıktan nasibi verilmişse, hayırdan nasibi verilmiştir. Yumuşaklıktan nasipsiz bırakılan da hayırdan nasipsiz bırakılmıştır.

Câmiü’s-Sağir, c. 3, No: 3583

06.06.2006


Yaz mevsiminde dünya gafleti ziyade hükmeder

Biliniz ki, şu zamanda şu vazife-i imaniye çok mühimdir. Benim gibi zayıf, fikri çok cihetlerle inkisam etmiş bir bîçareye yükletmemeli, elden geldiği kadar yardım etmeli. Evet, mücmel ve mutlak hakaik, biz zahirî vesile olup çıkıyor. Tanzim ve tasfiye, tasvir ise, kıymettar, muktedir ders arkadaşlarıma aittir. Bazan onlara vekâleten tafsilâta, tanzimata girişiyorum, noksan kalıyor.

Bilirsiniz ki, yaz mevsiminde dünya gafleti ziyade hükmeder. Ders arkadaşlarımızın çoğu fütûra düşüp tâtil-i eşgâle mecbur oluyor. Ciddî hakaikle tam meşgûl olamıyor. Cenâb-ı Hak, kemal-i rahmetinden, iki senedir ciddî hakaike nisbeten yemişler, fâkiheler nev’inden tevafukat-ı latîfeyle ezhânımızı taltif etti, zihnimizi neş’elendirdi. Kemal-i merhametinden o tevafukat-ı lâtîfe meyveleriyle, ciddî bir hakikat-i Kur’âniyeye zihnimizi sevk etti ve ruhumuza, o meyveleri gıda ve kut yaptı. Hurma gibi, hem fâkihe, hem kut oldu. Hem hakikat, hem ziynet ve meziyet birleşti.

Kardeşlerim, bu zamanda dalâlet ve gaflete karşı pek çok mânevî kuvvete muhtacız. Maatteessüf, ben şahsım itibarıyla çok zayıf ve müflisim. Harika kerâmâtım yok ki, bu hakâiki onunla ispat edeyim. Ve kudsî bir himmetim yok ki, onunla kulûbu celb edeyim. Ulvî bir deham yok ki, onunla ukulü teshir edeyim. Belki, Kur’ân-ı Hakîm’in dergâhında, bir dilenci hâdim hükmündeyim. Bu muannid ehl-i dalâletin inadını kırmak ve insafa getirmek için, Kur’ân-ı Hakîmin esrarından bazan istimdad ederim. Kerâmât-ı Kur’âniye olarak, tevafukatta bir ikram-ı İlâhî hissettim, iki elimle sarıldım.

Evet, Kur’ân’dan tereşşuh eden İşârâtü’l-İ’câz ve Risâle-i Haşirde kat’î bir işaret hissettim. Emsalleri bulunsun bulunmasın, bence bir kerâmet-i Kur’âniyedir. İşârâtü’l-İ’câz’ın bir sayfasına dikkat ettik; satırların başında bütün hurûfât ikişer ikişer olup, harika bir intizamla hurufatın vaz edildiğini gördük. Onuncu Sözde medâr-ı tevafuk 3, 4, 5, 6 rakamları, herbirisi 13’te ittifakları; o 13’ün de, Altıncı ve Sekizinci, mahrem Dördüncü Remizlerde mühim bir esrar anahtarı olduğunu gördük. Bunda şüphemiz kalmadı ki, kâğıt üzerinde daima kalacak bir kerâmet-i Kur’âniyedir, bir ikram-ı İlâhîdir ve doğrudan doğruya, risâlenin ve iman-ı haşrin tasdikine bir imza telâkki ettik.

Havada uçmak, su üzerinde yürümeye benzemiyor; onlar muvakkat... Hem şahsın kemaline ve ihtiyarına, belki istidrâca verilebilir. Doğrudan doğruya hakikate—hususan bu zamanda—hizmet edemiyor.

Her neyse, bir küçük mesele münasebetiyle çok konuştum ve çok da israf ettim. Ahbapla fazla konuşmak mergub olduğundan, inşaallah bu israf affolur.

Kardeşiniz Said Nursî

Barla Lâhikası, s. 97

Lügatçe:

mücmel: Özet, öz, kısa.

fütûr: Usanç, gevşeklik.

tâtil-i eşgâl: Meşguliyetlere ara verme.

fâkihe: Meyve.

ezhân: Zihinler.

kulûb: Kalbler.

ukul: Akıllar.

tereşşuh: Reşhalanma, sızıntı.

hurufat: Harfler.

istidrâc: Derece derece Allah’ın rahmetinden uzaklaşıp, azabına yaklaşması için azgın ve günahkâr kişilere verilen bir takım olağanüstü haller ve bir takım dünyevî üstün makam ve mevkiler.

06.06.2006


Kazanırken kaybetmek

Kazanmak kaybetmeyi, kaybetmek kazanmayı içinde barındırır… Kazanmak da kaybetmek de kalıcı değil, zira zaman değirmeni her şeyi öğütüyor.

Kaygan zeminde nasıl kalıcı olunur? Dünyanın durmadan dönüşü değişkenliğin açık bir görüntüsü değil mi? Kazanmalar ve kaybetmelerin sabit olması demek böylesi bir dönüşün olmaması, hayatın durması demek. Bu değişim ve dönüşüm zamanın sonuna kadar devam edecek.

Yarınları kazanma adına bugünleri ziyan ederiz de haberimiz olmaz, “rahat yarınlar” gelmez bir türlü, hazır zamanlar üzüntü ile erir gider. Tam elde etmek için son darbeyi vurmak üzere olduğumuzu zannederken bir de bakarız eldekiler de çıkmış.

Kazanmanın ve kaybetmenin kararsızlığını kabullenen çok şeyleri kazanmış demektir. En kârlı kazanç, kişinin kendini bulması ve bilmesi… İçinin aydınlık noktasıyla kâinatı kazanabilecek bir kabiliyette olduğunu fark etmesi… Eşyanın, hadiselerin hatırlattığı hakikati kavramak için yerde yer ettiğini anlaması… Dünya havuzunda kalmak için değil, melekût denizlerden ötelere yüzmeye yönelmesi…

Mülkü kazanmak yetmez, melekûtunu kavramadıkça… Terazinin bir kefesinin dolması dengesizlik hali olduğu gibi, mânâ ciheti dolmayan mal istifleme de dengesizliktir. Kazanmanın ve harcamanın şekli melekûtî kazanımın göstergesidir. Malla kendini gösterme görgüsüzlüğü eşyanın ardındaki melekûtu görmeme körlülüğü, basiretsiz bir bakış hali… Bir taraftan kazanıyor görülürken hakikatte kaybetmesi…

Mülk doyurmaz, melekût olmadıkça…Deniz suyu gibi içtikçe içilesi gelinir. Mülk perdelerinin ardındaki mânâ burçlarından bakan, izafîliğin izinden kalbî kazanımlara yönelir. Mide kadar kalp de doymak ister, beden rahatı istediği gibi ruh da hiffet hissetmek ister… Vicdan dengesizliğe razı değildir, adaletli olmak ister.

Mülk ciheti ne kadar dardır, melekût ne kadar geniş… Oturduğumuz evler, bindiğimiz arabalar, yürüdüğümüz yollar, gezdiğimiz mesire yerleri bazen ne de sıkar, melekûtun serinletici rüzgârı esmese dayanılası gibi değildir… Kuşun kanadına, balığın kulacına takar, ayın yörüngesine, galaksilerin göğsüne çıkarır melekût… Sıkmadan sürükler kâinatın rüzgârında.

Mülk ve melekûtun kanatlarında uçar insan… Mülkte mahcup olmamak, melekûtta zenginleşmek… Mülkte kanaat, melekûtta ziyadesiyle zenginleşmek.... Kalbi kanatlandırır…

Mülk kazanımların azgınlığında kaybedişleri yaşıyoruz… Toprak kirlendi, su bulandı, hava kararıyor, buzullar ısınıyor. Ayağa kalkamayan insanlık neyi kazandı, neyi kaybetti? Kaybettiği kazandığına değer mi? Melekût küskünlüğü bırakmadıkça kâinatla barışamayız.

Mülk kazanma uğruna melekûtun nice latifelerini kaybediyoruz. Değer mi değmez mi diye düşünce duraklarında durmayı düşünmüyoruz. Kâinat mülkü melekût zenginliğimiz için ayaklarımıza serilmişken, kalp tıkanıklığını açacak mülkü aşamıyoruz.

Kaybedişleri ve kazanımları mülk ve melekûtun terazisinde yeniden tartmak yarınki kaybedişlerimizi azaltacaktır. Durumumuzu ve duruşumuzu düzeltmedikçe mülkün altında ezilmekten kurtulmamız güçleşecek. Melekût zenginliğe üç-beş mülkü değişmek büyük bir fakirlik olsa gerek.

Bakışlarımız, nazarlarımız, düşüncelerimiz mülkü delecek derinliğe erişmedikçe mülk boğmaya devam edecektir. Kâinat bize melekûtuyla bakarken biz de bayağı ve basit mülk bakışlarını bırakmalıyız.

Dünya büyüklüğünde sonsuz bir mülkü kazanma kabiliyeti yerinde kullanılmazsa kaybediş çok büyük olacaktır. Her an kaybettiğimiz “zaman”, en büyük kaybımız… Hiçbir mülk bunu geri getiremez… İyisi mi zamanımızı melekût kazanımlarda yoğunlaştıralım…

Hakim olan Mâlikü’l-Mülk eşyanın künhünü göstersin, mülk muhtaçlığından kurtarsın, kazanıyorken kaybetmekten korusun, melekût zenginliğine eriştirsin inşaallah.

Hüseyin EREN

06.06.2006


Kaasım

Allah (c.c.), Kaasım’dır. Yani hakkı bâtıldan ayırır, hak ile adâleti taksim eder, kullarına hak ettiğini verir. Allah Teâlâ, yaratıklarının haklarını kâmilen ihsân eder, mahlûkatına hak ile muâmele yapar. Hayat sahiplerine istek ve ihtiyaçları olan nîmetleri gereği gibi taksim eder ve paylaştırır.

Peygamber Efendimizin (a.s.m.) bildirdiği1 Kaasım ismi, Kur’ân’da fiil sîgasıyla gelmiştir. Cenab-ı Hak şöyle buyurur: “Rabbinin rahmetini onlar mı taksim ediyorlar? Onların dünya hayatındaki geçim vâsıtalarını biz taksim ettik. Bir birlerine iş gördürmeleri için bazısını bazısına derecelerle üstün kıldık. Rabbinin rahmeti, onların biriktirdikleri şeylerden daha hayırlıdır.”2

Bedîüzzaman’a göre, varlıkların yaratılmalarında çokluk ile beraber çabukluk; san’at ve intizam ile beraber kolaylık; ucuzluk ve karışıklık ile beraber kıymet ve ayırma iç içedir. Yani yaratılışta ne çokluk, kaliteyi bozar; ne çabukluk, kıymetsizliğe neden olur; ne kolaylık, intizamsızlık ve san’atsızlık getirir; ne de ucuzluk, kıymeti düşürür. Bir birine karışmış tohumları ve çekirdekleri bir birine bulaşmadan, bulaştırmadan, bulandırmadan ayırmak ve yeni bir hayat îcat etmek, ancak ve ancak bir tek Vâhid Zât olan Cenâb-ı Hakkın emriyle ve kudretiyle olabilir. O kudrete hiçbir şey ağır gelmez. O kudrete nisbeten yıldızlar, zerreler kadar; en büyük şey, en küçük şey kadar; azametli ve her şeyi kuşatmış bir bütün, basit ve küçük bir parça kadar; koca yeryüzüne hayat verilmesi, bir ağaca hayat vermek kadar; dağ gibi bir ağacın yaratılması, tırnak gibi bir çekirdeğin yaratılması kadar kolaydır. Bütün bu işler, Onun tarafından sonsuz rahatlıkta gerçekleştirilir; yapılan, yaratılan her şey mükemmel bir san’atlılıkla icat edilir.3

Bediüzzaman Saîd Nursî, her şeyin bir birinden eşsiz bir ilim ve benzersiz bir hikmetle nasıl ayrıldığını görmek için ağaç, çiçek ve otların bir birine benzeyen muhtelif tohumlarından bir avuç alınıp bir biriyle karıştırılarak karanlıkta karanlık, basit ve cansız toprak içinde defnedilmesini salık verir. Bu tohumların ve çekirdeklerin ölçüsüz, eşyayı fark etmeyen ve nereye yüzünü çevirsen oraya giden basit su ile sulanması halinde, bahar mevsiminde her tohumun hassas bir ilimle ayrıldığının görüleceğini, her çekirdeğin özel bir itinâ ile tanındığının izleneceğini, her filizin sonsuz bir hikmetle büyütüleceğinin gözden kaçmayacağını beyan eder.4

Her tohuma ayrı bir taksimât içinde sünbüllenme ve ağaç olma emrini veren Cenâb-ı Haktır. Cenâb-ı Hak hikmet ve adâletiyle, haklıyı haksızdan ayıracak biçimde, mahşerde büyük bir mahkeme kuracağını vaat etmiştir. Vaadini yerine getirmesi, Allah’ın adâletinin bir gereğidir.5

(Risale-i Nur’da Esma-i Hüsnâ)

Dipnotlar:

1- Mecmuatü’l-Ahzab, 2:239

2- Zuhruf Sûresi: 32

3- Şuâlar, s. 145

4- Lem’alar, s. 189-190

5- Sözler, s. 67

06.06.2006


Nurdan Bir Kelime

İbadet

Akaidî ve imanî hükümleri kavî ve sabit kılmakla meleke haline getiren, ancak ibadettir. Evet, Allah’ın emirlerini yapmaktan ve nehiylerinden sakınmaktan ibaret olan ibadetle, vicdanî ve aklî olan imanî hükümler terbiye ve takviye edilmezse, eserleri ve tesirleri zayıf kalır. Bu hale, âlem-i İslamın hal-i hazırdaki vaziyeti şahittir.

Ve keza, ibadet, dünya ve ahiret saadetlerine vesile olduğu gibi, maaş ve maade, yani dünya ve ahiret işlerini tanzime sebeptir ve şahsî ve nev’î kemâlâta vasıtadır ve Halıkla abd arasında pek yüksek bir nisbet ve şerefli bir rabıtadır.

İşârâtü’l-İcâz, s. 140

06.06.2006


Cevşenü'l Kebir'den

1. Ey bir işitme, kendisini diğer bir işitmeden alıkoymayan,

2. Ey kendisi için bir iş diğer bir işe mâni olmayan,

3. Ey bir söz, kendisini diğer bir sözden oyalamayan,

4. Ey kullarının bir isteği diğerine cevap vermekte kendisini karışıklığa sevk etmeyen,

5. Ey ısrarla istekte bulunanların ısrarı kendisini usandırmayan,

6. Ey mü’minlerin kalblerini İslâmla genişleten,

7. Ey zikriyle mütevâzi ve huşû sahiplerinin kalblerini hoş eden,

8. Ey kendisine iştiyak duyanların kalblerinden kaybolmayan,

9. Ey kendisini arzulayanların son arzusu,

10. Ey âlemde hiçbir şey kendisine gizli olmayan,

Sen bütün kusur ve noksan sıfatlardan münezzehsin. Senden başka ilâh yok ki, bize imdâd etsin. Emân ver bize, emân diliyoruz. Bizi Cehennemden kurtar.

06.06.2006


Zübeyir Gündüzalp'in Kaleminden

Hizmette bulunanlar hürmete lâyıktır

Böyle bir zamanda, böyle bir kudsî iman hizmetinde çalışanlara karşı durumumuz şudur: Bir zerre hizmet bir dağ, bir dirhem hizmet bir batmandır. Bu Nur hizmetinde az dahi olsa bulunanlar, çok hürmet, muhabbet ve şefkate lâyıktır. “Dane taşıyan bir karıncayı bile incitme.”

Halk nazarında nice itibarsız, hakîr görünen Müslümanlar ve İslâma hizmet edenler vardır ki, onlar insanlardan takdir, hürmet ve muhabbet beklemezler. Onlar ehl-i imana hürmetkâr ve merhametli olurlar. Onlara Allah’ın rızası kâfi gelir.

06.06.2006


Çocuğa ölümü anlatmak

Nev-i beşerin hemen yarısını teşkil eden çocuklar, yalnız Cennet fikriyle, onlara dehşetli ve ağlatıcı görünen ölümlere ve vefatlara karşı dayanabilirler. Ve gayet zayıf ve nazik vücutlarında bir kuvve-i mâneviye bulabilirler. Ve herşeyden çabuk ağlayan gayet mukavemetsiz mizaç-ı ruhlarında, o Cennet ile bir ümit bulup mesrurâne yaşayabilirler. Meselâ, Cennet fikriyle der: “Benim küçük kardeşim veya arkadaşım öldü, Cennetin bir kuşu oldu. Cennette gezer, bizden daha güzel yaşar.” Yoksa, her vakit etrafında kendi gibi çocukların ve büyüklerin ölümleri o zayıf biçarelerin endişeli nazarlarına çarpması, mukavemetlerini ve kuvve-i mâneviyelerini zîr ü zeber ederek gözleriyle beraber, ruh, kalb, akıl gibi bütün letaifini dahi öyle ağlattıracak, ya mahvolup veya divâne bir bedbaht hayvan olacaktı.

Şuâlar, s. 166

06.06.2006


BİR KISSA, BİN HİSSE

Bilâl-i Habeşî (r.a.), İslâm düşmanı Ümeyye bin Halef’in kölesiydi. Müslüman olduğunda, eziyet göreceğini bildiği hâlde efendisinden Müslümanlığını gizlemedi.

Ümeyye bin Halef, Hazret-i Bilâl’i (r.a.) hiç affetmedi. Onu yeni girdiği dinden döndürmeye çalıştı. Hazret-i Bilâl (r.a.) dininden dönmeyince ona eziyet etmeye başladı. Onu kimi zaman aç susuz bıraktı, kimi zaman ücretle çocuk tuttu ve boynuna bir ip taktırarak Mekke sokaklarında dolaştırdı.

Fakat Bilâl-i Habeşî dininden asla geri adım atmamakla beraber, her işkence onu dinini haykırmaya itti. Mekke sokaklarında dolaştırıldıkça, müşriklerin yüzlerine yüzlerine, “Ehad! Ehad! Allah birdir! Allah birdir!” diye haykırmaktan geri kalmadı.

Ümeyye bin Halef çileden çıkmıştı. Bilâl-ı Habeşî’yi bir kor parçası hâline gelmiş olan kızgın kumlara yatırdı, göğsüne kocaman bir taş bastırdı ve deli gibi bağırdı:

“And olsun ki sen ölmedikçe yahut Muhammed’i inkâr ederek Lât ve Uzza’ya tapmadıkça bu azabı üstünden kaldırmayacağım!”

Bilâl-ı Habeşî (r.a.) ise hiçbir şey olmamış gibi sakin ve kararlı biçimde, “Lât ve Uzza’yı kabul etmem! Allah birdir! Allah birdir!” demeye devam etti.

Böyle bir işkence anında Hazret-i Ebû Bekir çıka geldi. Bilal’ın dayanılmaz işkence altında inlediğini görünce, Bilal’ın efendisi Ümeyye’ye, “Sen hiç Allah’tan korkmaz mısın? Bu zavallıya daha ne zamana kadar işkence yapacaksın?” diye çıkıştı.

Fakat azılı düşman Ümeyye, hiç sözlerini esirgemeden bağırıp çağırdı:

“Onun inancını sen bozdun!” dedi. Ardından ekledi: “Kurtulmasını istiyorsan onu satın al da kurtar!”

Hazret-i Ebu Bekir (r.a.), “Ey Ümeyye! Benim, senin dininden bir kölem var. Onu sana vereyim de, Bilâl’i bana ver” dedi.

Ümeyye önce, “Tamam, kabul!” dedi. Fakat sonra, “Üstüne iki yüz dirhem vermedikçe olmaz” dedi.

Ebu Bekir (r.a.), “Sen ne utanmaz adamsın! Kabul!” dedi ve Hazret-i Bilâl’i kölelikten kurtardı. Hazret-i Bilâl’i (r.a.) satın aldı ve azat etti.

(İbn-i Hişam, Sîre, 1/340.)

Süleyman KÖSMENE

06.06.2006

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 
 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004