Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 07 Haziran 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Biz ve Batı

Kısmet bugünlereymiş. Trieste’ye bir türlü gelememiştim.

Aylar öncesinden yapılan bir davet sonucu geçen yıl gelecektik, ertelendi. Yaklaşık çeyrek yüzyıl önce, Nobel fizik ödülü kazanmış “ilk Müslüman deha”yı tanımak için, Abdus Salam burada çalıştığı ve yaşadığı için, onu görmek ve görüşmek için gelecektim. Param çıkışmamıştı. Roma’dan buraya uçacak param yoktu. Roma tren istasyonunda dakikalarca bakakaldığım tarifede ise saatler ve günler bir türlü uymamıştı.

Önceki akşam, Körfez’de bu anımı naklettiğim Trieste’li genç adam, gülümsedi; “İtalyanlar için İtalya Venedik’te biter. Venedik’in daha ötesini düşünemezler” dedi. Trieste, İtalya’nın Friuli-Venezia Giulia adlı “özerk bölgesi”nin merkezi. İtalya’da üçü ülkenin kuzey sınır boylarında, biri Sicilya olmak üzere dört özerk bölgesi bulunduğunu bu vesile ile yeni öğrendim. Ve Trieste bunların “en az İtalyan” olanı. Zaten üç kilometre ötesi Slovenya. Körfezin diğer ucunda, 10 deniz mili kadar ötede Istria yarımadası ve Hırvatistan. Ama,hem İtalya’dan hem Balkanlar’dan saklanmış gibi bir konumda ve inadına çok güzel. Zaten, burası uzun yüzyıllar Viyana’nın limanı, Avusturya-Macaristan bir başka deyimle Habsburg imparatorluğunun deniz kenti olarak yaşamış. Hem İtalyan hem de sanki değil.

AB’nin Türkiye’deki ilk temsilcisi (o zamanlar adı AET idi) Gian Paolo Papa, buralı ve iki şehrin aşığı. Trieste ve İstanbul. Emeklilik dönemi misyonunu Türkiye’nin Marmara’sı ile burası arasında ilişkiler kurulmasına adamış; Friuli-Venezia Giulia bölgesinin bir olumlu özelliğini 1976’da geçirdiği ve 1000 kişinin hayatına mal olan depreme bağlıyor. Depremden sonra, bölge tarihi özelliklerini aynen koruyarak, yeniden kurulmuş ve hem İtalya ve hem de Avrupa’nın ileri teknoloji merkezi gibi.

Coğrafyanın ve tarihin ve hem de kendi ülkesinin unutulmuş bu güzel köşesinde, Trieste’de 250 bin civarında insan yaşıyor ve nüfusun yüzde 60’ı 65 yaşının üzerinde. Bu “emekliler cenneti”nin bir başka “işlevi” ise ileri teknoloji üretimi. Ne paradoks.

Paradoks bununla sınırlı değil. 20. yüzyılın en büyük Almanca şairi Rainer Maria Rilke burada yaşamış ve burada “ilhamı durmuş”, hiçbir eserini burada yaşarken verememiş. İrlandalı James Joyce da buraya gelmiş, 10 yılını geçirmiş, buradan ayrılamamış ama ölümsüz ünlü eseri Ulysses’i burada yazmaya başladığı hale bitirememiş. Oysa, Pakistanlı Abdus Salam, burada yaşamaya başladıktan sonra, 1964’de ICTF’i (Uluslararası Teorik Fizik Merkezi) kurmuş ve 1979’da teorik fizik alanında Nobel’i kazanmıştı.

Abdus Salam, çok dindar ve koyu bir Müslüman olarak kaldı. Hem çok dindar bir Müslüman, hem de Einstein’dan sonra teorik fiziğe en önemli katkıları yapmış böyle birisini tanımayı, konuşmayı çok arzulamıştım. Trieste’ye gelmeyi bu nedenle çok istemiştim. Olmadı. 1926 doğumlu deha, 1996’da bu dünyadan göçtü. Ama, Trieste’de onu anmadan edemedim. Nobel Fizik Ödülü kazandığı gün yaptığı 26 sayfalık konuşmanın ağır bilimsel bölümlerini anlamadan sabaha kadar okudum. Anladığım bölümler ise, bizim kimliğimiz, kültür iklimimiz ve insanlığın serüveni için müthiş bir ders niteliğindeydi. Ömrünü “gelişmekte olan ülkeler”in bilimle tekrar tanışabilmesi için harcamış olan bu adamın Nobel konuşmasının şu bölümlerini paylaşalım. Biliyorum, Ankara’da açığa çıkan çeteler, asker-polis ihtilafı ihtimali, hükümetin durumu, Türkiye’nin gidişatı kadar “güncel” değil ama yaşadığımız her an açısından hep “güncel” ve bizim yaşam süremizce öyle kalacak:

“... Toledo ve Salerno’nun okulları, Arap, Yunan, Latin ve İbrani bilim adamlığının en iyi sentezini temsil ettikleri gibi, bilimsel işbirliğinde en unutulmaz uluslararası araştırmaları ortaya koydular. Toledo ve Salerno’ya gelen beyinler, sadece Suriye, Mısır, İran ve Afganistan gibi dönemin zengin ülkelerinden, Doğu ve Güney’den değil, İskoçya ve İskandinavya gibi dönemin gelişmekte olan Kuzey ve Batı ülkelerinden geliyorlardı... Toledo ve Salerno’daki hocaları bunları gelişmiş bilimsel araştırma konusunda eğitmenin akılcılığı ve değeri konusunda kuşkuluydular. Genç İskoç Michael’e hocalarından biri, ülkesine dönüp koyun tüylerini kırpmaya ve yün eğirmeye devam etmesini tavsiye etti.

Bu dengesiz bilimsel döngüye bakarak, George Sarton’dan söz edebilirim. Beş ciltlik anıtsal kitabı Bilim Tarihi’nde bilimlerdeki gelişmeyi her biri yarım yüzyıl kadar süren dönemlere ayırır ve her dönemi bir merkezi şahsiyetle tanımlar. Sarton, böylece, MÖ 450-400 arasını Plato çağı diye adlandırır, bunu yarım yüzyıllar ile Aristo, Euclid ve Arşimed çağları izleri. MS 600-650 Hsiian Tsang’ın, 650-700 arası I-Ching’in Çin yarım yüzyıllarıdır. Bunun ardından 750’dan 1100’e dek Cabir, Harezmi, Razi, Mesudi, Vefa, Biruni ve İbn Sina’nın, ardından Ömer Hayyam’ın, Araplar, Türkler, Afganlar ve Farsların, İslam kültürüne mensup insanların kopukluk yaşamayan sürekli çağları gelir. 1100’den sonra ilk Batılı isimler ortaya çıkar. Cremona’lı Gerard ve Roger Bacon. Ama onlar da bu onuru İbn Rüşd, Maimonides (Yahudi), Tusi ve Harvey’in kan dolaşımı teorisini önceden tahmin etmiş olan adam, İbn Nafi gibi isimlerle paylaşırlar. İspanyol dönemi öncesinde sıfır rakamını, ay ve Venüs takvimlerini bulan, kinin dahil olmak üzere çeşitli farmakolojik buluşlara imza atarak Batılı çağdaşlarına üstünlük kurmuş olan Mayalar ve Azteklerin bilimsel yaratıcılık tarihlerini yazan bir Sarton çıkmamıştır.

Bununla birlikte, 1350’den sonra, 1400 yılında Timur’un torunu Uluğ Bey ve 1720’de Jaipur’lu Mihrace Jai Sing’in bilimsel parlamaları dışında, gelişmekte olan dünya kaybetmiş, devre dışı kalmıştır... Ve, gelişmekte olan dünyada bizler, bilim için yüzümüzü Batı’ya çevirmişizdir. Al-Kindi’nin 1100 yıl önce yazdığı gibi, ‘Hangi kaynaktan gelirse gelsin, bunu kabullenmek ve içselleştirmekten utanmamalıyız. Onun için, gerçeğin kendisinden daha yüksek bir değer yoktu ve bu olguyu kabullenmek, onu ne ucuzlatır ne de incitirdi.’

Bayanlar, Baylar,

Toledo ve Kurtuba üniversitelerinin bugünkü muadilleri olan ve mensubu bulunmak imtiyazına sahip olduğum Cambridge ve Trieste Merkezi’ne şükranlarımı sunarak, Al-Kindi’nin bu ruhu ile konuşmama başlıyorum...”

Ben de bugün Trieste’deki merkeze gidiyorum. Abdus Salam yok artık ama ruhu oradadır...

Bugün, 6.6.2006

Cengiz ÇANDAR

07.06.2006


 

Lâfla AB gemisi yürümüyor

Önümüzdeki günler Türkiye’nin AB ilişkileri açısında zorlu geçecek. Avrupa ve Amerika basınında ardı ardına Türkiye’nin AB yoluyla ilgili endişe dolu makaleler çıkıyor. AB’li politikacılar ve AB kurumları da endişeli. Bu gözlemler dayanaksız değil. Nitekim hükümetin taahhüt altına girmek istememesinden bazı başlıklarda müzakere açılmayacak. 19 Mart 2001 tarihli Ulusal Program’da uyum için verilen taahhütlerin sadece %30’u gerçekleşti. Bütün bunlara rağmen hükümet, geçen Aralık’tan bu yana çocuğa masal anlatır gibi “asayiş berkenıâl, herşey yolunda” mesajı veriyor.

12 Haziran’da Lüksemburg’da Türkiye ile AB arasındaki en üst düzey karar organı olan Ortaklık Konseyi’nin 45’inci toplantısı gerçekleşecek. Son toplantı Nisan 2005’te yapılmıştı. Aynı gün taraması biten ve fiilî müzakereye hazır olunan ilk başlık ‘Bilim ve Araştırma’nın müzakeresi başlayacak. Bu konuya Cuma günü değineceğim. Ortaklık Konseyi toplantısı akabinde ayın 15 ve 16’sında Brüksel’de Avrupa Konseyi yani Avusturya dönem başkanlığını noktalayacak zirve toplantısı var. Brüksel toplantısında da Türkiye gündemde olacak.

Geçtiğimiz günlerde AB ülkelerinin Ortaklık Konseyi toplantısında sunacakları tutum belgesi sızdırıldı. 19 sayfalık belgede âdet yerini bulsun diye, eskiden yapılmış bir kaç özgürlükçü reformdan duyulan memnuniyet dile getiriliyor ve hemen arkasından hepimizin yakından bildiği eksiklikler birbir sıralanıyor. Reform sürecinin genelde yavaşlamış olması; dinî özgürlükler konusunda hiç bir somut ilerleme kaydedilmemiş olması ki bu konuda artık üstüne basa basa Heybeliada Ruhban okulunun açılması konusu işleniyor; askerin sivil denetimi ve siyasetteki rolü; yargı bağımsızlığı ve yargının reformları uygulamadaki rolü; Ceza Yasası’nın 288 ve 301’inci maddelerinin yargı tarafından yapılan dar yorumlarının ifade özgürlüğüne getirdiği kısıtlamalar; PKK’nin tekrar şiddete başvurmasıyla tırmanan gerilim ortamı; ve elbette Gümrük Birliği ek protokolünün onaylanması ve Kıbrıs Cumhuriyeti de dahil olmak üzere uygulanması talebi.

Karşılıklı bocalama dönemi

15 ve 16 Haziran Avrupa Konseyi sonuç bildirisinin Türkiye ile ilgili 3’üncü paragrafında bütün bu eksiklikler ayrıntılarıyla dile getirilmeyecekse de içerik farklı olmayacak. Ancak burada bir yenilik var. Bir önceki makalede sözünü ettiğimiz “AB’nin sindirim kapasitesi” artık açık seçik bir kıstas halini alıyor. Ama aday ülkeler için değil, AB için bir kıstas. Sindirim kapasitesi, ne idüğü belirsiz ve ilerde AB’nin elini kolunu bağlayacak bir lakırdı. AB’nin kendisine ve başarılarına duyduğu güvensizliğin ifadesi. Önümüzdeki aylarda, önce Parlamento ve şimdi de Konsey’in Komisyon’dan sindirim kapasitesi konusunda talep ettikleri değerlendirmeyle havanda epeyi su dövüleceğe benziyor.

AB yaz aylarıyla birlikte mutad rehavet dönemine girecek. 20 Temmuz ile 6 Eylül arasında tarama süreci bile askıda. Buna mukabil ilerleme Raporu şimdiden kaleme alınmaya başlandı. 15 Ekim’de yayımlanması beklenen rapor, bu gidişle Türkiye açısından hiç hoşa gitmeyecek bir fotoğraf çıkartacak. Piyasalar ve siyasî aktörler fotoğraftan gereken sonuçları çıkaracaklardır.

Türkiye’de AB işleri 17 Aralık 2004’ten bu yana yavaş yavaş tavsadı, gündemden büyük ölçüde düştü. Bu endişe verici gidişatın arkasında hükümetin irade eksikliği olduğu kadar Avrupa tarafından ve özellikle Avusturya ve Fransa gibi ülkelerden gelen menfî mesajlar, hasmane tutum ve baltalama girişimleri de var. Bu ay içindeki toplantılarda Avrupa tarafının Türkiye’ye çıkışırken, üyeliğimiz konusunda kendi bocalamalarını da gözden geçirmesi ve bir vicdan muhasebesi yapması sürecin bekası ve istikbali için çok önemli.

Vatan, 6.6.2006

Cengiz AKTAR

07.06.2006


 

Bu kafayla çetelerden kurtulamayız

Önce şunu belirtelim: Hukuk dışı kurulan bütün teşkilatlar gayrimeşrudur. Hukuk dışı faaliyette bulunan örgütlerin bir devlet kuruluşu içinde bulunmaları, onlara meşruiyet kazandırmaz.

Bu çerçeveden bakılınca, istihbarat birimlerinin iç politikaya dönük faaliyetleri, mafya ile birlikte gerçekleştirilen operasyonlar, silahlı kuvvetler ve güvenlik kuvvetleri içindeki antidemokratik örgütlenmeler, hukuk ve meşruiyet sınırının dışında kalır. Meselâ, 28 Şubat’ta TSK içerisinde çöreklenmiş olan illegal ‘Batı Çalışma Grubu’nun faaliyetleri de, varlığı uzun süre inkâr edilen JİTEM’in eylemleri de, hâlen Jandarma Genel Komutanlığı bünyesinde yapılan fişlemeler de hukuka aykırı ve gayrimeşrudur.

İllegal örgütlenmelerin saiki de onları meşru hâle getirmez. Vatanı kurtarmak, devrimleri tamamlamak, ülkeyi tehlikelerden korumak gibi olumlu saikler, bunun için çete kurup eylem yapanları mazur göstermez.

Hukuk dışı, illegal örgütlenmeleri yapanların politik ve ideolojik mensubiyeti de onlara farklı davranılmasını gerektirmez. Bu açıdan, Marksist, Kürtçü, dinci, ulusalcı eylemlerin birbirinden farkı yoktur.

Nihayet, bir demokratik hukuk devletinde, hukuk dışı bir örgütlenme ve eylem karşısında herkes aynı tepkiyi göstermek zorundadır.

***

Halbuki son dönemde ortaya çıkan olaylar, illegal örgütlenmeler ve eylemler konusunda her kafadan bir ses çıktığını, politikacıların olayları kendi menfaatleri açısından ele aldığını ve ‘ocakçılık’ anlayışının devam ettiğini göstermektedir.

Şu son ‘Atabeyler Çetesi’ olayındaki tutarsızlıkları bir düşünelim. Bir kısmı muvazzaf subay ve astsubay olan ve geri kalanı emekli askerlerden meydana gelen çete, ordu malı patlayıcılarla ve birtakım eylem planlarıyla yakalanıyor. Sanıklar gözaltına alındıktan sonra birileri olayı basına bildiriyor. Daha sonra yakalanan muvazzaflar TSK’ya teslim ediliyor.

Olan biteni üç gün sessizce seyreden Genelkurmay Başkanlığı, yaptığı açıklamada Emniyet Müdürlüğü’ne olayı basından öğrendik diye sitem ettikten sonra, sanıkların ‘Askerî malzemeyi gizlemek ve zimmetine geçirmek’ suçundan tutuklandığını belirtiyor. Dikkat edilirse, daha ağır cezayı gerektiren ‘hırsızlık suçu’ dahi söz konusu edilmemiştir. Hele, ‘çete kurmak, eylem planlamak’ gibi suçlardan hiç bahsedilmemektedir. Yani, sanki adamın birini elinde tabancayla cinayet işleyecekken yakalıyorsunuz ama sadece ruhsatsız silah taşıdığı için tutukluyorsunuz.

Bu durumda, Emniyet görevlileri -pek de öyle olduğunu sanmıyoruz ama- olayın örtbas edileceğinden korkarak sanıkları geç göndermiş ise bir bakıma haklı sayılmazlar mı?

Bir de, bazı Emniyet mensuplarının çetenin varlığından önceden haberdar olduğunu ve özellikle yakalama zamanını ayarladıkları iddiası var. Önceden haberdar olma iddiası doğruysa, bunun mantıklı tek izahı, askerden çekinmekten başka bir şey olamaz. Hele Van Savcısı’nın ve Emniyet İstihbarat Daire Başkanı’nın başına gelenlerden sonra...

Ya, bir CHP milletvekilinin, TSK’yı çetelerle ilişkilendirmek isteyenler hakkında soru önergesi vermesine ne demeli?!.

***

Biz bu kafayla çetelerden kurtulamayız. ‘Senin çetecin, teröristin kötü, benimkisi iyi’ diyerek bir yere varamayız.

Örgüt, çete, illegal faaliyet ve terör olaylarından kurtulmak istiyorsak; iktidarı ve muhalefetiyle bütün siyasîler; TSK, MİT ve Emniyet Genel Müdürlüğü başta olmak üzere bütün devlet kuruluşları ve hukuk mercileri bir araya gelerek hukuk dışı ve gayrimeşru bütün örgütlerin üzerine aynı şekilde gitmek zorundadırlar.

Aksi takdirde, hem bu olaylar çözümsüz kalır, hem toplumun huzuru ve ekonominin istikrarı bozulur, hem de gözümüz gibi sakınmamız gereken ordumuz yıpratılmış olur.

Radikal, 6.6.2006

Hasan Celal GÜZEL

07.06.2006


 

Gariplikler

20 yıldır “PKK terörü ile mücadele eden” Silahlı Kuvvetler’de, bu mücadeleyi eksik, yetersiz, yanlış bulan bir zümre mi var ki, kimi muvazzaf subaylar “çete sanığı” olduklarında, “Askeri emir ve hiyerarşi dışında kendi inisiyatifimizle PKK’ya karşı örgütlendik; ordudan zimmetimize geçirdiğimiz ve PKK’dan elde edilen patlayıcıları PKK’ya karşı kullanacaktık” diyorlar.

Yani, zaten mücadelenin içinde olan, onca şehit, yaralı veren büyük bir orduda... Bir de böyle bir şey!

Silahını kaptıran herhangi bir erin “namusunu kaybetmiş” sayıldığı bir askeri kültürde, kapanın elinde kalan, evden eve dolaşan, istiflenen, kimi ordu meşeli, kimi PKK kılıklı bombalar, patlayıcılar; nasıl bir şey!

Çok özel bir eğitim ile farklı ve sıkı emir komutaya tekabül eden “özel harp-özel kuvvetler” bünyesinden, birtakım garip sivillerle, suça yatkın kişilerle ve suçla iç içe olan “aşırı inisiyatif sahibi” subayların, astsubayların “dışarı sızması”, ne bileyim “hiyerarşiden ve yasalardan kopması” da garip bir şey!

Daha da garibi ve vahimi...

Kimi haber kaynakları ile medya bakış açılarında, bütün bunların, yukarıdan aşağıya hemen hepsinin “normalleştirilmesi”, misal “aşırı lokalize” edilmesi, “dördüncü kuvvet olarak kamu adına denetim ve hesap sorma işlevi” nin, iktidara yahut başka güçlere biat alışkanlığıyla terk edilebilmesi.

Sabah, 6.6.2006

Umur TALU

07.06.2006

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004