Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 11 Haziran 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

AYET

Allah'a isyan ve Resûlüne eziyet edenlere Allah dünyada da, âhirette de lânet etmiş ve onlar için hor ve hakir edici bir azap hazırlamıştır.

Ahzâb Sûresi: 57

11.06.2006


HADİS

Kim sattığı malı geri getiren müşterisinden kabul ederse, Allah da Kıyâmet Gününde onun günahlarını affeder.

Câmiü’s-Sağir, c. 3, No: 3588

11.06.2006


Medeniyet semavî dinleri dinlemeyince...

Medeniyet-i garbiye-i hâzıra, semavî dinleri tam dinlemediği için, beşeri hem fakir edip ihtiyacatı ziyadeleştirmiş, iktisat ve kanaat esasını bozup israf ve hırs ve tamahı ziyadeleştirmeye, zulüm ve harama yol açmış; hem beşeri vesait-i sefahete teşvik etmekle, o bîçare muhtaç beşeri tam tembelliğe atmış, sa’y ve amelin şevkini kırıyor, hevesâta, sefahete sevk edip ömrünü faydasız zayi ediyor.

Hem o muhtaç ve tembelleşmiş beşeri, hasta etmiş. Su-i istimal ve israfatla yüz nevî hastalığın sirayetine, intişarına vesile olmuş.

Hem üç şiddetli ihtiyaç ve meyl-i sefahet ve ölümü her vakit hatıra getiren kesretli hastalıklar ve dinsizlik cereyanlarının o medeniyetin içlerine yayılmasıyla intibaha gelip uyanmış beşerin gözü önünde ölümü idam-ı ebedî suretinde gösterip her vakit beşeri tehdit ediyor, bir nevî cehennem azâbı veriyor.

İşte bu dehşetli musibet-i beşeriyeye karşı Kur’ân-ı Hakîmin dört yüz milyon talebesinin intibahıyla ve içinde semavî, kudsî kanun-u esasîleriyle bin üç yüz sene evvel gösterdiği gibi, yine bu dört yüz milyonun kendi kudsî esasî kanunlarıyla beşerin bu üç dehşetli yarasını tedavi etmesini; ve eğer yakında kıyamet kopmazsa, beşerin hem saadet-i hayat-ı dünyeviyesini, hem saadet-i hayat-ı uhreviyesini kazandıracağını; ve ölümü, idam-ı ebedîden çıkarıp âlem-i nura bir terhis tezkeresi göstermesini; ve ondan çıkan medeniyetin mehasini, seyyiatına tam galebe edeceğini; ve şimdiye kadar olduğu gibi dinin bir kısmını, medeniyetin bir kısmını kazanmak için rüşvet vermek değil, belki medeniyeti ona, o semavî kanunlara bir hizmetkâr, bir yardımcı edeceğini, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın işârât ve rumuzundan anlaşıldığı gibi, rahmet-i İlâhiyeden şimdiki uyanmış beşer bekliyor, yalvarıyor, arıyor.

Said Nursî Emirdağ Lâhikası, s. 335

Lügatçe:

medeniyet-i garbiye-i hâzıra: Şimdiki batı medeniyeti.

tamah: Açgözlülük, hırs.

vesait-i sefahet: Sefahet vasıtaları.

sa’y: Çalışma, gayret.

sefahet: Gayrimeşrû zevk ve eğlenceler.

meyl-i sefahet: Gayrimeşrû şeylere duyulan istek.

mehasin: İyilikler, sevaplar.

seyyiat: Kötülükler, günahlar.

rumuz: İşaretler, remizler.

Bediüzzaman Said NURSİ

11.06.2006


Vefatının 39. yılında rahmet ve mağfiretle anıyoruz: Abdülmecid Ünlükul (Nursî)

Abdülmecid Ünlükul, 1884 yılında Bitlis’in Hizan Kazasının İsparit nahiyesine bağlı Nurs köyünde doğdu. İlk eğitimini burada aldı. Nurs köyünden sonra Arvas’ta eğitimine devam etti. Buradan ayrıldıktan sonra (1900) Van’a gitti. Van’da kaldığı on dört yıl, eğitim sürecinde ayrı bir öneme sahiptir. Buradaki Horhor Medresesinde ağabeyi Bediüzzaman’ın nezaretinde iki yüzü aşkın talebe ile birlikte eğitimine devam etti. Özellikle Arap Dili ve Edebiyatı dalında çok büyük bir aşama katetti. Nitekim bu sebepten dolayıdır ki, Bediüzzaman İşaratü’l-İ’caz ve Mesnevî-i Nuriye eserlerinin Arapça’dan tercüme edilmesi işini ona vermiştir.

Abdülmecid, Birinci Dünya Savaşı’nın başlaması ve Ruslardan cesaret alan Ermenilerin saldırıları üzerine Bediüzzaman’ın idaresinde savaşa katıldı. Daha sonra Rusların hücumundan ve istilâsından kurtulan bazı akrabaları ile birlikte Van’dan ayrılarak Diyarbakır üzerinden Şam’a gitti. Üç yıl burada kaldıktan sonra 1917 yılında Diyarbakır’a geri döndü.

Abdülmecid, Diyarbakır’da bulunan Askerî Rüştiyede Arapça öğretmenliğini yaptı. Ancak bir süre sonra bu okulun kapanarak Erkek Sanat Enstitüsüne dönüştürülmesinden sonra buradan da ayrıldı ve tekrar (1920) Van’a döndü. Van’da da öğretmenliğe devam etti. Bu kez yedi yıl burada kaldı (1920-27). Şeyh Said hadisesi ile başlayan ve Bediüzzaman’ın sürgün edilmesiyle neticelenen süreçten kendisi de nasibini aldı. Öğretmenlik görevinden alınınca Van’dan Ergani’ye geçti. Ergani’de bir manifatura dükkânı açarak hayatını devam ettirdi. Bazen Camide fıkhî konuların ağırlıklı olduğu vaazlar verdi. 1936 yılına kadar Ergani’de yaşadıktan sonra çocuklarının eğitimi sebebiyle Malatya’ya göç etti. Burada Cumhuriyet Çarşısında (Eski adı Kürtler Çarşısı) manifaturacılık yaptı. Örnek bir ticarî ahlâka sahip olması kısa zamanda çevresinin dikkatini çekti. Sürekli bir şekilde sohbetlerinde imanî konulara ağırlık vermesi, etrafındaki sevgi çemberinin giderek büyümesine sebep oldu. Malatya’da dört yıl kaldıktan sonra Ürgüp’e müftü olarak tayin edildi (1940).

Ürgüp’te on iki yıl müftülük yaptı. Burada acı-tatlı çok sayıda hadiseye şahit oldu. Bediüzzaman’ın kendisine tevdi ettiği eserlerinden İşârâtü’l-İ’câz ile Mesnevî-i Nuriye’yi Arapça’dan Türkçe’ye tercüme etti. Bu eserlerden talebelerine dersler okuttu. Diğer taraftan hayatında çok büyük iz bırakan evlât acısını burada tattı. Üniversitede okuyan ve gelmesini dört gözle beklediği oğlu Fuat’ın vefat haberini burada aldı.

Abdülmecid’in acılarla dolu hayatı neredeyse vefatına kadar devam etti. Yıllarca ağabeyi Bediüzzaman ile görüşemedi. Oğlu vefat etti. Yine çok sevdiği yeğeni Abdurrahman’ın vefatı, diğer taraftan görevden alınmalar sıkıntılarını arttırdı. Bediüzzaman, kardeşinin yaşadığı sıkıntılı halet-i ruhiyeyi şu şekilde kaydetmiştir:

“Kardeşim Abdülmecid, biraderzadem Abdurrahman’ın (rahmetullahi aleyh) vefatı üzerine ve daha sair elîm ahvâlât içinde bir perişaniyet hissetmişti. Hem, elimden gelmeyen mânevî himmet ve medet bekliyordu. Ben onunla muhabere etmiyordum. Birden bire, mühim birkaç Söz’ü ona gönderdim. O da mütalâa ettikten sonra yazıyor ki:

‘Elhamdülillâh, kurtuldum. Çıldıracaktım. Bu Sözler’in her biri birer mürşid hükmüne geçti. Çendan bir mürşidden ayrıldım, fakat çok mürşidleri birden buldum, kurtuldum’ diye yazıyordu. Ben baktım ki, hakikaten Abdülmecid güzel bir mesleğe girip, o eski vaziyetlerinden kurtulmuş.” (Mektubat, s. 342)

Abdülmecid, on iki yıl boyunca sürdürdüğü müftülük görevinden alınınca Ürgüp’ten ayrılmak istedi. Ancak, sevenleri bir süre daha yanlarında kalması için ısrar ettiler. Talebelerinin ve Ürgüplülerin ısrarı üzerine üç yıl daha burada kaldı. Gerek müftülüğü sırasında ve gerekse görevden alındıktan sonra iman hizmetini devam ettirdi. Çok sayıda talebe yetiştirdi. Her fırsatta imanî konularda çevresinde bulunanları aydınlatmaya gayret sarf etti. Mantık adlı eseri yazdığı gibi, Haleb-i Sağir ve Kaside-i Bürde şerhini de kaleme aldı. Talebelerinden biri olan ve uzun süre vaizlik ve müftülük görevlerinde bulunan Mustafa Yıldız, hocası için şunları söylemektedir:

“... Hocamız Abdülmecid Nursî’nin çabalarıyla açılan Kur’ân Kursu’nda talebe idim. Malûmat-ı diniye derslerine geliyordu. Çok istifade ediyorduk. Beşeri münasebetleri fevkalâdeydi. Herkesle görüşür, konuşur ve irtibat kurarlardı. Ben müftü iken herkesle (özellikle devlet memurlarıyla) irtibat kuramıyordum. O ise herkesle irtibat kurmuş ve kendini sevdirmişti.” (Halil Uslu, Bediüzzaman’ın Kardeşi Abdülmecid Nursî, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 1998, s. 62-63).

Abdülmecid, on beş yıl Ürgüp’te kaldıktan sonra 1955 yılında Konya’ya gitti. Buraya gelmesinin sebeplerinden bir tanesi kızının Konya Kız Öğretmen Okuluna başlamasıdır. Buraya geldikten sonra büyük hasretini gidermek maksadıyla Isparta’ya giderek çok uzun zamandan beri ayrı düştüğü Bediüzzaman Hazretlerini ziyaret edip, hasret giderdi. Bu ziyaret Bediüzzaman Hazretlerini de son derece sevindirdi.

Abdülmecid, Konya’ya geldikten bir süre sonra, Konya İmam Hatip Okulu Koruma Derneği idarecilerinin ve bazı hocaların dâveti üzerine tekrar öğretmenliğe başladı. Bu sırada 74 yaşında olmasına rağmen okula yaya olarak gidip geldi. Kendisi için bir araba tutmayı teklif etmelerine rağmen kabul etmedi. Derslerine aralıksız devam etti. Öğrencilerinin yorulmaması için oturarak ders vermelerini rica etmeleri üzerine; “Bu, helâket ve felâket asrında iman, Kur’ân dersi almaya gelen, malûmat-ı diniyeyi öğrenmeye koşan sizin gibi gençlerin karşısında oturarak ders vermekten hicap duyuyorum ve bu hareketimle huzur duymaktayım. Ben vücudumun değil, ruhumun rahat etmesini temine çalışıyorum” şeklinde karşılık verir.

Konya İmam Hatip Okulu meslek dersleri öğretmenlerinden Mehmet Fatih Göktay, Abdülmecid için; “Bütün öğretmen ve talebelerle çok iyi geçinirdi. Bir hayli yaşlı olmalarına rağmen gayet dinç idiler. Temizliğe çok dikkat ederlerdi. Sakal bırakmadıkları için her gün traşlı olarak okula gelirlerdi. Hassas bir insandı. Gönül yıkan değil, gönül yapandı” (Uslu, age., s. 77) ifadelerine yer vermektedir. Ders işleme tarzı ile ilgili olarak da talebelerinden Süleyman Uğur: “Derste soru sorulmasını ve itiraz edilmesini pek severdi. Sual sorun, itiraz edin, cevap vereyim ki, takrir, takrib tamam olsun” dediğini nakletmektedir.

Öğretmenlik görevini sürdürmeye devam ederken sebepsiz yere tekrar görevden alındı. Konya’da yaşadığı acı olaylardan bir tanesi de, Bediüzzaman’ın Konya’ya gelmesine rağmen kendisiyle görüşmesine izin verilmemesidir. Bediüzzaman, vefatından önce bir kez daha Konya’ya geldiyse de bu sefer de uzun süre görüşmeleri mümkün olmadı. Zaten bu görüşme veda görüşmesi olup, evin önünde gerçekleşti. Bediüzzaman, arabadan inmeden kapının önünde kardeşiyle vedalaştı ve Urfa’ya doğru yola çıkacağını söyledi.

Abdülmecid’i en çok sarsan olayların başında kuşkusuz, Bediüzzaman’ın ebedî istirahatgâhında bile rahat bırakılmaması gelir. Vefatından birkaç ay geçtikten sonra, kendisine zorla imzalattırılan bir yazıya dayanılarak Bediüzzaman’ın kabri açıldı ve naaşı bir gece Urfa’daki mezarından alındı. Abdülmecid’in, gözleri bağlı bir şekilde içinde bulunduğu bir uçakla taşınan naaş, bilinmeyen bir yere götürülerek defnedildi. Bediüzzaman’ı hayatta iken rahat bırakmayanlar, vefatından sonra da rahat bırakmamışlardı.

Abdülmecid, 1967 yılı geldiğinde herkes ile vedalaşmaya başladı. Ona göre ölüm vakti gelmişti. Çünkü, Bediüzzaman son buluşmalarında kardeşine, kendisinden yedi yıl sonra öleceğini söylemişti. Abdülmecid, Bediüzzaman’ın her söylediğinin gerçekleştiğini müşahade edenlerden biri idi ve buna bütün kalbi ile inanıyordu. Nitekim de öyle oldu. 11 Haziran 1967 Cuma günü vefat etti. Kaderin garip bir cilvesidir ki, oğlu Fuat da 23 yıl evvel 9 Haziran 1944 Cuma günü vefat etmişti.

11.06.2006


Cevşenü'l Kebir'den

Allah’ın ismiyle. Allah bana Kâfi. Allah’tan başka İlâh yok. Allah her şeye Şâhid. De ki; O Allah’tır. Allah’ın dilediği olur. Rabbim Allah’tır. Allah’ın şânı yücedir. Allah âlîdir. Allah’a tevekkül edip güvendim. Allah onlara karşı sana kâfîdir. O her şeyi işiten ve bilendir.

Sen bütün kusur ve noksan sıfatlardan münezzehsin.

Ey kendisinden başka ilâh olmayan Allah’ım! Eman ver bize, eman diliyorum. Sana olan medh ve senâları sayıp dökemiyorum. Sen, Zâtını övdüğün gibisin. Ey bütün kemâl sıfatlarını taşıyan hakikî Ma’bud olan Allah! Ey bütün mahlûkata rızık verip merhamet eden Rahman! Ey âhirette sâlih kullarına lütuflarda bulunacak olan Rahîm! Ey bütün günahları bağışlayan Gafûr! Ey kullarının ibâdet ve şükürlerine bol mükâfatla karşılık veren Şekûr!

Zâtın için saydığın güzel isimlerin, yüce sıfatların ve eksiksiz kelimelerin hakkı için Senden istiyor ve yalvarıyorum ki; beni, anne-babamı, Üstadım Said Nursî’yi, Nur Talebelerini ve bütün erkek ve kadın mü’min ve Müslümanlardan hayatta olan ve ölenleri bağışla!

Bize öyle bir merhamette bulun ki, Senden başkasının merhametine ihtiyacımız kalmasın! Dünyada ve âhirette ihtiyaçlarımızı yerine getir ve dileğimizi ihsan eyle! Dünyadan ayrılırken son nefesimizi saâdet, şehâdet, ikram ve müjdeyle vermemizi nasip eyle!

11.06.2006


Bediüzzaman Üsküp’te

1911 Haziran’ında Sultan Reşad’ın Rumeli’ye seyahati münasebetiyle kendisine yapılan dâvet üzerine, Şark vilayetleri nâmına bu seyahate Bediüzzaman da katılır.

Donanmaya yeni katılan Barbaros Zırhlısı ile İstanbul’dan hareket eden kafile 7 Haziran Çarşamba günü Selanik’e, oradan da trenle 11 Haziran’da Kosova vilayetinin merkezi olan Üsküp’e varır.

Bekir Sadak Hoca ve Üsküp eşrafından Kemal Vardarlı, yaşlı Üsküplülerden dinledikleri o günlerin hatıralarını şöyle naklederler:

“Bediüzzaman’ın ayağında çizme vardı. Bıyıkları kısa, gözleri parlak idi. Buğday tenli, yakışıklı, heybetli bir genç idi. Elinde altın savatlı, Çerkez yapısı kamçısı, belinde fil dişi saplı hançeri vardı. Kısa zamanda Üsküp’te ‘Bediüzzaman Molla Said Efendi’ diye tanınmıştı. Üsküp âlimleri grup grup ziyaretine gelerek sualler soruyorlardı.

“Üsküp’te daha sonra zelzeleden yıkılan idadiyenin balkonundan Sultan Reşad halkı selâmlarken, hemen yanında Bediüzzaman da vardı. Binlerce Üsküplü onlara büyük tezahürat yapmıştı.”

(Bilinmeyen Taraflarıyla

Bediüzzaman Said Nursî, s. 151)

11.06.2006


Zübeyir Gündüzalp'in kaleminden

Şefkat ve merhamet

* İnsanlara merhamet etmeyen kimseye, Allah merhamet etmez.

* Rıfk ve merhametten mahrum olan kimse, bütün hayırlardan, iyiliklerden mahrum olabilir ve olur.

* Şefkatten daha hayırlı bir şey yoktur.

11.06.2006


Dört sıkıntı

Mihenk

Evet, ihlâsı zedeleyen ve riyâya ve dünyaya sevk eden tûl-i emel olduğu gibi, riyâdan nefret veren ve ihlâsı kazandıran, rabıta-i mevttir. Yani, ölümünü düşünüp, dünyanın fâni

olduğunu mülâhaza edip, nefsin desiselerinden kurtulmaktır.

Bediüzzaman, Lem’alar, s. 167

Hz. Ali (ra) bir gün Hz. Selmân (ra) ile karşılaştı ve hatırını sordu.

Selmân-ı Fârisi (r.a.) cevaben:

“Yâ Emire’l-Mü’minin! Dört büyük sıkıntım var, dertliyim” dedi. Hz. Ali, “Nedir sıkıntın, Allah sana rahmet eylesin” dedi. Hz. Selmân cevaben:

“1. Ailevî sıkıntım var. Yiyecek isterler, temin edemiyorum. 2. Rabbim “ibâdet ve taatle” emrediyor, onu da lâyıkıyla yapamıyorum. 3. Şeytân isyân ile emrediyor, o da sıkıntı veriyor. 4. Melekü’l-Mevt ruhûmu talep ediyor, ben ise ölüme hazır değilim. Bu sebeplerden çok büyük sıkıntıdayım” dedi. Bunun üzerine Hz. Ali şöyle söyledi:

“Ey Ebû Abdullah! Seni tebşir (müjde) ederim, bu sıkıntıların her birinden dolayı sana çok büyük dereceler vardır. Bir gün ben de aynı senin gibi Resûlullâh’ın yanına varmıştım. Resûlüllâh (asm) bana, ‘Nasılsın Yâ Ali?’ buyurdu. Ben de cevaben: ‘Dört büyük sıkıntı içindeyim Yâ Resûlallah’ dedim. ‘1- Evde sudan başka bir şey yok, yavrularımın hali beni üzüyor. 2- Rabbime hakkıyla ibâdet edememekten üzüntülüyüm. 3- Ölürken hangi halde öleceğimi bilememekten gamlı ve kederliyim. 4- Melekü’l-Mevt (Azrâil a.s.) peşimde, ruhumu nasıl alacağını bilemediğimden üzüntülüyüm’ deyince Resûlullâh Efendimiz (asm), ‘Seni tebşir ederim Yâ Ali, zîrâ âilen için üzüntün Cehenneme perdedir; ‘Rabbime lâyıkıyla ibâdet edemiyorum’ sıkıntısı ise, azâb-ı ilâhiyeden emniyet; âkîbeti düşünmek ise cihâddır. Bu ise altmış sene ibâdetten efdaldir. Ölüm meleğini düşünmek ise, bütün günahlara keffârettir’ buyurdu.”

Bu haberi alan Hz. Selmân (ra) çok sevindi ve Hz. Ali’ye (ra) şöyle duâ etti:

“Yâ Ali, Allâh (c.c.) senin şerefini ziyâde etsin. Ben bu sebeplerden çok gamlı-kederli idim, beni rahatlattın” dedi.

Hz. Ali (ra) ise şu hadîs-i şerîfi nakletti:

“Ben Resûlullâh’tan şöyle işittim: ‘Çocuklarının nafakasını helâlinden temin için sıkıntı çekmeyenin Cennetten nasibi yoktur’”

(Hadîs-i Erbaîn Şerhi)

Süleyman KÖSMENE

11.06.2006

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 
 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004