Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 16 Haziran 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

AB sürecinde bardağın dolu tarafı

AB yolunda “12 Haziran istasyonu” da geçildikten sonra, bildik demagoji başladı. Muhalefet partileri, muhalefet olsun diye Kıbrıs Rum basınıyla “aynı dalga boyu”nda yayına başladılar. Bizimkiler, “Rumlar’a taviz verildi” derken, Rumlar, “istediğimizi aldık” diyorlar.

İkisi de yanlış. Ortada böyle bir durum yok. Rumlar, 17 Ağustos 2004’te, 3 Ekim 2005’te ne aldılar ve ne almadılarsa, 12 Haziran 2005’te de o kadar aldılar ya da almadılar. Yani, 12 Haziran günü Lüksemburg’ta 17 Ağustos ve 3 Ekim’in gerisine düşülmedi.

İlerisine gidildi mi?

Evet. Çünkü müzakereler “fiilen” başlamış oldu ve Rum veto tehdidi, ilk “fasıl”da AB’nin diğer 24 üyesi tarafından savuşturuldu; bir başka deyimle AB, Rum vetosu şantajına kendi “vetosu”nu koydu. Aksi halde, “Bilim ve Araştırma fasılı”nın açılması ve kapanması söz konusu olamazdı. Her iki noktada da, Rum vetosu gerçekleşmiş olsaydı, fasıl açılamazdı; açılsa da kapanmazdı. Bu vesile ile, “Rum veto şantajı”nın, AB buna karşı koyma kararlılığı gösterdiği takdirde, ne kadar “gerçek” ve “etkili” olabildiğini de görmüş olduk.

Bu zaviyeden bakıldığında, “geri düşme” değil, “ilerleme” söz konusu.

Buna karşılık, “geleceğin parlak olacağı”na dair, “kesin garantiler” yok. Tam tersine, Lüksemburg’ta “Türkiye-AB ilişkileri iklimi”nin üzerinin bulutlarla hayli kaplı olduğunu gördük. Önümüzdeki sürecin, çetin ve zorlu olduğunu şimdiden bilmemiz gerekiyor.

Zaten, Türkiye’nin müzakerelere “fiilen” başlamasına işaret eden, dolayısıyla bir “kutlama havası” içinde idrak edilmesi gereken Ursula Plassnik-Olli Rehn-Abdullah Gül üçlüsünün ortak basın toplantısına, Plassnik’in “Bugün bir uyarı günüdür” diye bir başöğretmen edasıyla başlaması, geleceğin muhtemel sancıları ve sıkıntıları için yeterli bir gösterge idi.

İngiliz The Guardian gazetesinde dün çıkan bir yazıda, Türkiye’de bu kuşağın değil gelecek kuşağın bile AB üyeliği görmesinin çok zor olduğu, bu tür göstergelere bakılarak, ileri sürülüyordu.

Ama, 1999 yılının ilk yarısında, Türkiye’nin AB’ye aday üye olarak kabul edileceği ve Haziran 2006 yılında “fiilen tam üyelik müzakerelerine başlayacağı”nı kim söylese, herhalde aklından zoru var muamelesi görürdü. Oysa, 7 yıl içinde nereden nereye gelindi. O bakımdan, ikide bir bardağın boş tarafına gönderme yapmak çok anlamlı değil, doğru da değil. Üstelik, bardağın boş tarafı, dolu tarafına oranla giderek azalırken.

AB’nin Türkiye, Türkiye’nin ise AB perspektiflerinin, sadece Türkiye ile Kıbrıs Rumları arasında biteviye devam edeceğe benzeyen “limanları ve havaalanlarını aç; ilişkilerini normalleştir; tanımadan üye olamazsın” dansı üzerinde cereyan edemez. 11 Eylül (2001) sonrasının, Asya’dan iki büyük ülkenin, Çin ve Hindistan’ın “süperdevlet adayları” olarak belirdiği, “Avrasya gücü” Rusya’nın pusuda beklediği, enerji paylaşımının bugüne dek görülmediği oranda gündemin başına yerleşmekte olduğu dünya şartları içinde yaşıyoruz.

Yani?

Yanisi şu: “Türkiye jeopolitiği” bu matriks içinde öyle bir önem ve anlam kazanıyor ki, bazı Avrupalılar’ın, dünyayı Avrupa sınırları dışında algılayamadan Türkiye hakkında verdikleri hükümlerinin hiçbir geçerliliği olmayacak. Son tahlilde hesap-kitap işi bu. AB, demokratik bir Türkiye’yi Kıbrıs Rum şımarıklığına kendisini rehine kılarak, “dışlama lüksü”ne sahip olamayacak.

Türkiye’de ne bu hükümetin ne de bir başka hükümetin, mevcut veriler ile, “tek taraflı bir irade beyanı”yla Kıbrıs Rumları’na limanları ve havaalanlarını açması söz konusu bile olamaz.

Bu AB çevrelerinin kafasına yerleştiği vakit, AB’nin Kıbrıs sorununun hakkaniyetli ve adil bir çözümü için, bugüne kadar olduğundan daha büyük çaba göstermesi devreye girecek. Bunun belli-belirsiz sinyalleri de gelmeye başladı. Koca Almanya’nın Dışişleri Bakanı’nın M. Ali Talat’ı kabul etmesini neye bağlamalı?

Ayrıca, bizim önümüzde Türkiye’ye “uyarılar”da bulunan Ursula Plassnik’in “perde arkası”nda Rum pozisyonunu engelleme adına olağanüstü çaba sarfettiğini de öğrendik. Dış görüntüye aldanmamak gerek. Türkiye’ye en karşıt AB ülkelerinin başında gelen Avusturya’nın kendi dönem başkanlığında, Türkiye’nin “fiilen” müzakerelere başladığı gerçeğini not etmeliyiz.

Lüksemburg, bize gerçekten bir “uyarı” idi ama o gün Ursula Plassnik’in vurguladığından farklı bir uyarı. Türkiye’nin “AB heyecanı” ve bununla “eş anlamı” olan “demokratik reform süreci”nin azimle devamını, kaybetmemesi gereği. Çünkü, kim ne derse desin, bunlar bir süredir tavsamıştı.

Gerek AK Parti hükümeti ve gerekse kamuoyumuzun, Türkiye’nin “demokrasi ufukları”nı tekrar parıldatması ve AB normlarına uygun bir ülke haline gelmemize yönelik “heyecan”ı tekrar canlandırmamız gerekiyor.

Bunu gerçekleştirdiğimiz oranda, Kıbrıs Rumları’nın AB bünyesinde ne kadar “marjinalize” olacağını, AB’deki Türkiye karşıtlarının ne kadar “silahsızlanacağı”nı hep birlikte göreceğiz.

1999’dan 2006’ya inanılmaz bir yol kat’etmeyi becermiş olan Türkiye, 2014’e kadar daha da uzun bir yolu geçebilme potansiyeline sahip.

Bugün, 15.6.2006

Cengiz ÇANDAR

16.06.2006

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler

Başlıklar

  Haberin var mı!

  AB sürecinde bardağın dolu tarafı

  Evet, ‘halkımızı tanıyalım’

  ‘Gelin, halkı yanlış tanıyalım’

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004