Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 06 Temmuz 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

O şimdi terörist!

Malum yasa geçti. Şimdi artık ne yazsak suç olabilir. Artık kara bahtımız önce savcılara, sonra hâkimin takdirine bağlı. Çünkü yasa, ceza hukuku mantığına tamamen ters olan geniş bir “takdir hakkı” tanıyor hâkimlere. Sadece yasada açıkça belirtilmiş ve tarif edilmiş fiiller suç olabilecekken, Ceza hukuku böyle bir mantığa dayanırken, yeni Terörle Mücadele Yasası hâkimin paşa gönlüne bağlıyor akıbetimizi.

Yasada, herhangi bir hukukçuya, “Yok artık, daha neler!” dedirtecek daha bir çok şey var. Ama yasanın ruhu esas olarak devletin ve devlet görevlilerin tasarruflarının sorgulanamazlığına dayanıyor. Bu yüzden yasa, ruhu bakımından hukuk devleti ilkesine tam anlamıyla aykırı.

Tanım genişledikçe

Örneğin, terörle mücadelede görev alan kamu görevlilerinin kimliklerini açıklayan basın yayın organları cezalandırılacak. Yani, biri eğer terörle mücadele adı altında suç işliyorsa bu durumdan söz etmeniz, bu suçu kimin işlediğini yazmanız suç olacak.

Terör örgütlerinin açıklamalarını da yazamayacağız. Elbette “terör örgütü” tanımı genişledikçe, bir süre sonra kimin söylediklerini yazıp yazamayacağımız iyice karışacak.

Bir süre sonra “Hani şey vardı ya, şeyin şeyi olan şey hani, o şey yapmış sonra da şey demiş. Olaylar böyle gelişmiş” demek zorunda kalabiliriz.

Çünkü eğer böyle yapmayıp her şeyi adlı adınca yazarsak savcı amcalar gelip herhangi bir mahkeme kararına gerek duymadan gazetelerimizi kapatabilecek.

İstemeden oldu!

Önceki gece, yeni Terörle Mücadele Yasası TBMM Genel Kurulu’nda oylanıp kabul edilirken Adalet Bakanı Cemil Çiçek kendilerinin Meclis’e taşıdığı yasa hakkında “Sevimsiz bir tasarı” dedi. “Hayırlısı ne ise olsun” tadında bir şey söyleyerek, hâkimlerin özgürlüklerden yana tutum almalarını “diledi”. İnşallah ve maşallahla nur topu gibi bir yasaklar yasamız daha oldu.

Adalet Bakanı Çiçek’in açıklamaları “İstemeden oldu” anlamına geliyordu. Yasanın, terörle mücadele görevini yürütenlerin isteğiyle hatta baskısıyla çıktığını ima etti.

İnsanın sorası geliyor tabii:

Çiftçilere, doktorlara, Diyarbakırlı çocuklara, topyekûn halka “Artizlik yapma!” zılgıtını çekebilen Kasımpaşalı ruhu şimdi nerede? Nerede o delikanlılar?!

Kahramanlık mecburiyeti

İnsanca yaşamak, özgürce düşünmek ve konuşmak için kahraman olmak mecburi hale gelmişse yaşadığımız yer iyi bir yer değildir. Şimdi bu yasayla Türkiye’nin gerçeklerine ilişkin bir şeyler söylemek, hatta herhangi bir cümle kurmak suç haline gelecek.

Bizden düşünmememizi, konuşmamamızı, işlerine burnumuzu sokmamamızı istiyorlar. İşlerimize gidip, akşam televizyon seyredip, yemek yiyip, uyuyup tekrar aynı çarkı birer kobay gibi döndürmemizi bekliyorlar.

Bizden hiç gazetecilik yapmamamızı, bu memleketin hikâyelerini hiç anlatmamamızı istiyorlar. Onlar gibi düşünmeyen herkesin “terörist” olmasını istiyorlar.

Gazetecilerin masalarının teker teker boşalmasını, o masalara “O şimdi terörist!” yazan kâğıtlar konmasını istiyorlar.

Şimdi bir umudumuz Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’de. Kendisi bir hukukçu olduğu için bu yasanın ne anlama geldiğini herkesten daha iyi bilecektir.

Tarihe bu yasanın altına imza atan bir insan olarak geçmek istemeyeceğini düşünüyoruz biz.

Biz, bu yasanın hepimizin boğazını sıkacağını, ülkeyi 13 Eylül 1980’e geri götüreceğini düşünenler olarak, Cumhurbaşkanı Sezer’in bu yasayı onaylamadan Meclis’e geri göndereceğine inanmak istiyoruz.

Milliyet, 5.7.2006

Ece TEMELKURAN

06.07.2006


 

Tek kelimeyle saygısızlık...

Her zaman söylüyorum; darbe anayasasının ürünü olan YÖK ortadan kaldırılmadığı sürece, Türkiye’de eğitim-öğretim işleri düzelmez. YÖK, çünkü, eğitim-öğretimle ilişkisini çoktan kesmiş, “kutsal devleti korumayı” varlık nedeni sayan çok çok özel bir kurum...

Bunu ben söylemiyorum, bizatihi YÖK’ün bir parçası olan rektörlerin ifadesi...

İntihal suçlamasıyla geçici süre meslekten men edilen bir eski rektör, “laiklik uğruna bilimsel çalışmalardan taviz verilebileceği” fetvasını vermiş, bir başkası da “gerekirse birer Kubilay olacaklarını” söylemişti; söylediği şeyi “Kör testereyle kestiler, kanını da içtiler” cümlesiyle süslemeyi ihmal etmeden tabii.

Diyeceksiniz ki, kutsal devleti koruyacak, üstelik asıl işi bu olan başka kurumlar yok mu? Hem de fazlasıyla var ve bu “koruma-kollama” işini başarılı bir şekilde yerine getiriyorlar çok şükür; 60, 71, 80 ve 97’de olduğu gibi...

Fakat işin dramatik tarafı şu:

Bu koruma-kollama faaliyeti birinci sırayı işgal ettiği için eğitim ve öğretimden ne anladığımızı, ne beklediğimizi de konuşamıyoruz. Daha doğrusu konuşmuyoruz. YÖK de böyle bir şeye ihtiyaç duymuyor. Çünkü üniversitelerimiz, Teziç’in ve Cumhurbaşkanı Sezer’in de sıklıkla belirttikleri gibi, “çağdaş üniversiteler.”

Eh, “çağdaş” olunca mesele kalmıyor.

İyi de, bu çağdaş kurumun bir benzeri dünyanın neresinde var? Hangi ülkede eğitim-öğretim işlerini tedvire memur edilmiş rektörlere “fişleme” yetkisi tanınmıştır? Hangi ülkenin çağdaş üniversitelerinde bazı netameli konularda bilimsel araştırma yapmak yasaktır? Ve, ister demokratik ister totaliter, hangi ülkede kimin rektör olacağına karar veren, üniversitelere ‘gizli’ yazılar gönderip ‘şu konuda, falanca sonucu elde etmek üzere bir araştırma yaptırın’ diyen çağdaş kurumlar var ve adları nedir?

Özel şartlara sahip bir ülkede yaşadığımız için bu soruları cevaplamamıza gerek kalmıyor.

Sözü nereye getireceğim?

Dün ajanstan okudum: YÖK Başkanı Erdoğan Teziç bir “Yükseköğretim Stratejisi Taslağı” hazırlatmış... 1.5 yıldır üzerinde çalışılan ve hazırlayıcı komite dışında YÖK üyelerinin bile haberdar olmadığı taslak, nihayet hayırlısıyla önceki gün Köşk’te Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’e sunulmuş...

Bu, elbette sevindirici bir gelişme...

Demek ki sonunda YÖK de eğitim-öğretimle ilişkili bir kurum olduğunu hatırladı...

Üzerinde 1.5 yıl çalışıldığına, sızmamasına özen gösterildiğine ve de “stratejik” olduğuna göre önemli bir taslak olmalı.

Hemen söyleyeyim: Önemli bir taslak... Niçin gizlendiğini, niçin “stratejik” diye isimlendirildiğini, niçin hususen Ahmet Necdet Sezer’e sunulduğunu bilmesem de, önemli bir taslak.

Peki ne var bu dostlardan bile gizlenen son derece önemli taslakta?

Bir sürü talep var.

Belki “taslak” demek de yanlış. Bir talepler silsilesi... (Gerçi taslak Çankaya’da görücüye çıkarılıncaya kadar “devlet sırrı” gibi gizleniyordu ama, Köşk’teki sunumun ardında özet halinde YÖK’ün internet sitesinde yayımlandı.)

Tamamı 237 sayfa tutan taslakta şunlar isteniyor: Anayasa’da YÖK’ü düzenleyen maddelere dokunulmadan yasa değişikliği yapılsın. Liselere “bitirme ve alan belirleme” sınavı konulsun. Bu sınavı geçemeyenler üniversiteye alınmasın. Mevcut ÖSS kökten değiştirilsin. Üniversite sınavı iki aşamalı hale getirilsin. YÖK’ün yetkilerinin bazıları Üniversitelerarası Kurul’a, bazıları üniversitelere devredilsin... Şu olsun, bu olsun...

Hepsi iyi hoş da, “olması istenen” şeylerin olabilmesi büyük ölçüde yasa değişikliğine bakıyor. Bu işler için de, son anda bir değişiklik olmadıysa, ilgili bakanlık ve “parlamento” yetkili kılınmıştır?

Teziç niçin parlamentoyla ve parlamenter organlarla değil de, sadece onaylama mercii olan Cumhurbaşkanı’yla meşveret ediyor? Benim bildiğim Sezer’in yasa hazırlama, yasa teklif etme yetkisi ve hakkı bulunmuyor...

Ne demek istiyor Teziç? “Ben bu hükümeti ve parlamentoyu tanımıyorum” demeye mi getiriyor? Bu yüzden mi stratejik taslak? Parlamentoyu ve temsil mekanizmasını devreden çıkarma stratejisi mi yani bu? Nedir?

Tamam, kafasına göre iktidar tanımı yapıyor (yapsın), “devlet iktidarı-parlamento iktidarı” gibi tuhaf-ötesi cümleler kuruyor (kursun) ve gönlünün her zaman “devlet iktidarı”ndan yana olduğunu söylüyor (söylesin) ama, yetkisini ve alanını bilsin, parlamentoya saygısızlık yapmasın...

Hangi ideolojik görüşten olursa olsun, herkes parlamentoya saygı göstermek, onun yönetme ve kanun çıkarma yetkisini kabul etmek zorundadır. Gülay Göktürk’ün de dediği gibi, “Onlar, bazı rektörlerin 28 Şubat’ta karşılarında el pençe divan durdukları paşalar gibi kapalı darbe yaparak gelmediler, halkın oylarıyla seçilerek geldiler.”

Dolayısıyla, herkes haddini bilecek, başka güçleri yasama organı yerine koymaya kalkışmayacak...

Yeni Şafak, 5.7.2006

Ahmet KEKEÇ

06.07.2006


 

İtiraf ediyorum: Ben de...

“Ayasofya Müzesi yavaş yavaş ibadete açılıyor. Bir minareden ezan okunuyor. Çalışanlar için yapıldığı söylenen mescit halkla dolup taşıyor.

Mescidi uzun süredir gayri resmi olarak halkın ibadetine açık olan Ayasofya’dan son dönemde ezan sesi de yükselmeye başladı. Topkapı Sarayı tarafındaki minarede bulunan beş hoparlörden ezan okunuyor.”

Dünkü Sabah haberinin giriş paragrafı aynen böyle; hele girişteki, “Ayasofya Müzesi yavaş yavaş ibadete açılıyor” cümlesini okuyunca ister istemez o meşhur fıkrayı hatırlamadan edemiyoruz; mahkumun biri günaşırı vizite talebiyle hastaneye gidermiş. Bir süre sonra hapishane müdürü mahkumu çağırtmış,

“Baksana” demiş, “Beş ay önce safra kesesi ameliyatı olmuşsun. İki ay önce beş dişini çektirmiş, üç hafta önce apandisitini aldırmışsın; bu arada bademcik ameliyatı da olmuş, sol ayak başparmağının tırnağını çektirmişsin: Ne o, taksit taksit firar mı etmektesin!”

Sabah, demeye getiriyor ki, “bunlar taksit taksit Ayasofya’yı yeniden cami haline getirecekler. Amanin ey ehl-i vatan, müteyakkız bulunalım!”

Efendim, itiraf ediyorum; haber doğrudur; hatta geçen sene bu zamanlar bendeniz dahi bu vaziyeti gözlerimle görmüş, hatta çok daha cür’etkâr davranarak Ayasofya’da öğle namazını edâ etmiştim.

Pişman mıyım? Duygularım karmaşık: Bir yanda vakit namazını edâ etmenin huzuru, diğer tarafta memleketin temeline dinamit koymakla, Türkiye’yi uluslararası çevrelerde rezil-rüsvây hale getirmenin doğurduğu mahcubiyetten mütevellid bir kızarıklık...

Hayır, biz bir örgüt filan değiliz hâkim bey, Topkapı Sarayı’nı ziyaret etmiş, bilahire Sultanahmet Köftecisi’nde kifâf-ı nefs eylemek kasdıyla Ayasofya’nın kıble cephesinin önünden yürürken bir baktım; a, içeride birisi namaz kılıyor.

Evvela sandımdı ki restorasyonda çalışan işçilerden birkaçı, dulda bir köşeye seccade sermişler de filan. İçeri girince ne göreyim, aşağı yukarı yirmi-otuz metre murabbaında bir mescid şekline koymuşlar bunlar burayı hâkim bey. Memlekete dönünce en azından, “ben Ayasofya’da namaz kılmış adamım bre” diye hava atarım düşüncesiyle gözümü karartıp daldım içeriye. Kapıda kimlik soran, “sen kimsin, necisin kardaş; burada namaz kılmanın yasak olduğunu bilmiyon mu?” diye sual eden de olmadı.

Hatta oraya halı-kilim bile sermiş bunlar sayın hâkimim. Bunca ağır tahrike dayanamadım ve daha evvel karakolda alınan ifademde belirttiğim üzre, “niyet ettim vaktin farzına, Allahüekber” deyip durdum divana.

Efendim?.. Evet, bilerek ve isteyerek... hayır efendim bu mevkii Ayasofya’nın asıl mekânı değil, meselâ Dolmabahçe Sarayı avlusundaki nöbetçi kulübesi gibi müştemilat tabir edilen bir mahal...

Ezan duymadım efendim, zaten Sultanahmet’in altı minaresinden gümbür gümbür okunuyor ezan, belki gazeteci arkadaş sesleri karıştırmıştır.

Hayır efendim, cuma namazı değildi, öğleyle ikindi arasıydı; zaten küçücük bir mekân ama nasıl derler havası büyük... Evet efendim ben de gazetede okudum, kapıda, “Ayasofya Müzesi’nin ibadete açılan bölümü” diye bir tabela varmış; olabilir, tam hatırlamıyorum. Bazı arkadaşlar, “İnşallah bu tabelayı yakın zamanda ön tarafa asarız” demiş de olabilirler. Şahsen ben de bu temenniye katılırım efendim. Takdir edersiniz ki Ayasofya bundan önceki 500 sene zaten cami idi, yine cami olmasında ne gibi bir mahzur olabilir ki efendim?

Son olarak ne söylemek istediğimi soruyorsunuz; efendim müsaade ederseniz, size bu ihbarda bulunan zihniyete takdim edilmek üzere bir fıkra anlatmak istiyorum. Fıkranın ismi, hâşâ huzurunuzdan “Camcının iti” efendim... Anlatmayım mı, nasıl takdir edersiniz hakim bey, zaten herkes biliyor diyorsunuz, peki efendim.

Fırsat bulsam tekrar aynı fiili işler miyim; işlemez miyim efendim; zevkle, iftiharla, hatta günün birinde inşallah asıl mekânında...

Zaman, 5.7.2006

Ahmet Turan ALKAN

06.07.2006


 

Bediüzzaman temel direk

İlk dönem Cumhuriyet “intelligentsia”mızı esas itibariyle ikiye ayırmak gerekir.

Bugünkü konuma girmese de, birincisini kendi hesabıma öznel bir “3 M” formülüne; yani “mütefekkir - muhafazakár - mütedeyyin” gelenek çerçevesine oturtacağım.

Farklı formasyon ve parkurlara rağmen de, yine kendi hesabıma, Fuad Köprülü ve Bediüzzaman Said-i Nursi’yi bu çok önemli aydın spektrumunda temel direk addediyorum.

Diğeri ise bunun zıddında yer alıyor ve laik ve pozitivist şema üzerinde yükseliyor.

Mensupları 1932-1935 yılları arasında yayınlanan “Kadro” dergisi etrafında toplandıkları için, aynı adla anılan entellektüel akımı kastettim.

Hürriyet, 5.7.2006

Hadi ULUENGİN

06.07.2006

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004