Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 27 Ağustos 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Akıl almaz bir taktik

BM Güvenlik Konseyi kararı çıktığı ve ilgili tarafların hepsi “Gelsin” çağrısında bulunduğu halde, sadece Türkiye değil neredeyse bütün ülkeler, Lübnan’a asker göndermede tereddütlü. Bu tereddütün en önemli sebebi İsrail... İsrail’e karşı güvensizlik hemen her ülkede fark ediliyor.

Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’e, “Rehin alınan askerlerin aileleri sizinle görüşmek istiyor, ama ne olur görüşmeyi gizli tutalım” dedikleri halde, en ince ayrıntılarına kadar konuşulanları medyaya sızdıran yine İsrailliler oldu. Gelin de ‘güven’ duyun bakalım.

Daha vahim bir ‘güven bunalımı’ geçtiğimiz günlerde Amerikan medyasına yansıdı.

İtibarlı Washington Post (WP) gazetesinin Pulitzer ödüllü savunma muhabiri Thomas E. Ricks Irak Savaşı’yla ilgili bir kitap yazdı: ‘Fiasco: The American Military Adventure in Iraq’ (Fiyasko: Irak’taki Amerikan Askerî Macerası). Piyasaya çıkar çıkmaz ABD’yi sarsan kitap yazarını da gündemin ortasına oturttu.

6 Ağustos günü CNN’de yayınlanan bir programda, kendisine yöneltilen “Lübnan’da sivil kayıplar” üzerine bir soruya cevap verirken, WP muhabiri Ricks, şaşırtıcı bir iddiayı dile getirdi: “Bazı Amerikalı askerî yorumcular, Hizbullah füzelerine İsrail’in kasıtlı olarak dokunmadığı kanaatindeler. Üzerlerine füze yağdığı sürece Lübnan’daki operasyonlarında moral eşitliğe sahip olacaklarına inandıkları için...”

Şaşırtıcı değil mi? WP muhabirinin bu dehşetengiz ifşaatına, kendisi de WP’de çalışan CNN programı sunucusu Howard Kurtz da şaşırmış olmalı ki, “Dur bir dakika” müdahalesinde bulunuyor: “Şimdi sen, Hizbullah’ın elindeki ateş gücünü muhafaza etmesine İsrail’in kasıtlı olarak göz yumduğunu mu söylüyorsun; İsrailli sivillerin ölmesi PR açısından yardımcı olacağı için?” Ricks’in, “Evet, askerî yorumcular bana aynen bunu söyledi” cevabı üzerine Kurtz şu sözleri de ekliyor: “Kendi tarafındaki insanların ölmesinin senin lehine olmasına dair olağanüstü bir tanıklık bu.”

İsrail’in kendi sivillerinin ölmesini getiren bir taktik uygulaması önemli bir iddia elbette. Böyle bir iddia, İsrail’e ters bakmayan bir gazetenin ödül sahibi bir muhabiri tarafından CNN gibi dünyanın her tarafında izlenen bir kanalda dile getirildiğinde Olmert Hükümeti’nin derhal yalanlama yoluna gitmesini bekliyorsanız, yanıldınız. İfşaatla ilgili hiçbir resmî itiraz sesi işitilmedi.

Bir süre sonra, sunucu Kurtz, izleyicilerin karşısına şu açıklama ile çıktı: “İki hafta önce, WP Pentagon muhabiri Tom Ricks, bizim programda, İsrailli sivillerin ölmesi savaşta moral eşitlik sağlayacağı için İsrail’in bazı Hizbullah füze rampalarına dokunmadığını ABD askerî yorumcularının kendisine anlattıklarını söylemişti. New York’un eski belediye başkanı Ed Koch’un mektubuna cevaben Washington Post yayın yönetmeni Len Downie, ‘O tür açıklamalar yapmamasını Ricks’ten rica ettiğini’ bildirmiş. Ricks de, bir gazeteye, yorumcuların sözlerini ifadelerine sâdık kalarak aktardığını anlattıktan sonra, ‘Ancak, keşke söylemeseydim, bundan sonra bu konuda çenemi kapalı tutacağım’ demiş...”

Amerikalı gazetecinin askerî yorumculardan aktardıkları doğru olmalı ki, sözlerini yalanlayan yok; bütün yapılan, o doğru bilgiyi tekrarlamaması için gazetecinin ağzına fermuar takmak... Bu ifadeler, bir tık ötede, ‘Reliable Sources’ (güvenilir kaynaklar) programının internet sitesinde, aynen duruyor.

Filistin ve Lübnan’a eşzamanlı saldırılarını, kaçırılan üç askerini geri almak için başlattığını açıklamıştı İsrail. Askerleri geri almak için başlattığı harekâtta İsrailli sivillerin ölümüyle sonuçlanacak bir taktik uygulamış aynı İsrail... Kendi vatandaşını düşünmeyen bir siyasî anlayış başkalarının hayatına beş kuruşluk önem verir mi?

Lübnan’a asker göndermesi beklenen ülkelerin tereddütleri biraz da İsrail’in bu tür taktiklerini bilmeleri yüzünden olmalı...

Haklı bir tereddüt bu.

Yeni Şafak, 26 Ağustos 2006

Fehmi KORU

27.08.2006


 

Düşünce üretimi var, uygulama yok

Aslında hepimiz her şeyi biliyoruz. Türkiye’nin sorunlarının çözüm yollarını da biliyoruz, dünyadaki problemlerin nasıl çözümleneceğine ilişkin düşüncelerimiz de var. Politikacılarımız, uzmanlarımız, bürokratlarımız, aydınlarımız, gazetelerdeki köşe yazarlarımız, her gün her konuda düşünce üretiyor, çözüm yolları gösteriyor.

Düşünce ve çözüm üretimi konusunda bu kadar üretken olmamıza karşın, hem kronik sorunlarımız öylesine çözümsüz duruyor, hem de bunlara yenileri ekleniyor. Gelişmiş dünya için tarih olmuş meseleler, hala bizim “Sorunlar stoku”muzda durmakta.

Bu gerçeğin ışığında bir durum değerlendirmesi yapmamız ve “Nerede yanlış yapıyoruz” sorusuna cevap aramamız şart.

Hem Türkiye’yi, hem dünyayı tanıyan, bilge ve birikimli kişilere bu soruyu yönlendirdiğimizde şu cevapları alıyoruz:

DÜŞÜNCE BOLLUĞU...

Türkiye’de eksik olan ne düşünce ne de proje üretimidir. Ancak bunları icra edecek kesimler, ortaya atılan düşüncelere ve projelere karşı bir nevi mesafelidir. Çok sayıda düşünceler ve projeler seslendirilmektedir. Ama bunların içinden bir tanesinin seçilip devletin ve toplumun büyük çoğunlukla ve tüm katmanları ile bunu benimsemesi ve “Milli Dava” halinde bunun uygulanması mümkün olmamaktadır.

Bir örnek “Avrupa Birliği Üyeliği” projesinden verilebilir. Bu tepeden tırnağa devleti ve toplumu yeniden yapılandırmayı gerektiren bir projedir. Tek başına Ali Babacan ve 3040 kişilik bürokrat kadrosunun bu projeyi üstlenmesi, bunun gerçekleştirilmesine yetmez. Asker sivil tüm devlet örgütlenmesi, sivil toplum kuruluşları, AB’den yana olan tüm siyasi partiler, medya ve üniversiteler AB üyeliği hedefini “Öncelikli mesele” olarak benimsemelidir. Atılması gereken adımlar, belirlenen takvime uyarlı biçimde atılmalı ve bunlar da her an denetlenmelidir.

- Kronikleşmiş siyasi ve sosyal sorunlarda, özellikle iktidardaki politikacılar, çözüm yollarını çok açık biçimde açıklamalı ve bunu hem devletin, hem sivil toplumun karar merkezlerine benimsetmeye çalışmalıdır.

Örneğin iktidardaki AK Parti’nin “Başörtüsü” konusundaki çözüm önerisi, belli ki “İnanç özgürlüğüne saygı” ve “Hukukun üstünlüğü” ilkelerine dayalı olarak şekilleniyor. Buna karşı çıkan kesimler de “Laiklik tehlikede” endişesinden hareket ediyorlar.

BAŞÖRTÜSÜ SORUNU

Başı örtülülerin üniversitelere girmesine engel olan bürokratik ve siyasal direnç odakları ile bu sorunu açık biçimde konuşmak, yasakların devam etmesinin sosyopolitik olumsuz sonuçlarını anlatmak ve karşıt düşünenlerin görüşlerini açık forumlarda dinlemek, en kestirme çözüm yoludur. Bunun yerine “İleride nasıl olsa bir yol bulunur” diye konuyu ertelemek, sorunun kronikleşmesine ve daha hastalıklı yansımalar yapmasına sebep oluyor. (...)

- Özellikle dış politikada kendince “Taban”a verilen mesajlar ve popülizm denemeleri, en az ekonomideki kadar zararlıdır. “Devletin temel dış politika çizgisi” her olaya göre kırılabilen veya dış dünyada ne tür radikal değişiklik olsa da değiştirilemeyen “Dondurulmuş pozisyonlar” üzerinde inşa edilemez.

Özellikle Ortadoğu’nun karmaşık gelişmelerin içinde bulunduğu bu dönemde dış politika belirlenirken, bunun arkasında asker sivil tüm bürokrasinin de aynı çizgide bulunduğu mutlaka bilinmelidir. Eğer bazı “Kırmızı Çizgiler” yeşilleşecekse, bu oldu bittilerle değil, önceden planlanan zamanlamalar içinde gerçekleştirilmelidir.

Düşünce ve projelerin gerçekleşmesi konusundaki yetersizliklerimiz, tabii ki diğer sayısız örneklerle ele alınabilir.

Sabah, 26 Ağustos 2006

Mehmet BARLAS

27.08.2006


 

Cuumhuuriyeeet haayaaat demeeek...

İyi ama bu tartışma olmayan tartışma on beş yıl kadar önce yapılmış ve de ilkokul düzeyinde denebilecek bazı bilgiler de Türk basınının büyük imzalarına hatırlatılmıştı yahu...

Demek ki iman ve nikâh tazeler gibi dönem dönem tanım tazelemek de gerekiyor.

Sayın Deniz Baykal şöyle demiş: ‘Türkiye’de marjinal bir çevre, cumhuriyeti etkisizleştirerek tasfiye edecek, demokratikleştirecek, solculaştıracak, Avrupalılaştıracak diye düşünüyor. Türkiye çağdaş değerlere cumhuriyetle yürür, cumhuriyeti kaldırdığınız zaman Ortadoğu’ya döner. CHP bu bilinçtedir.’

Uyyy, ne mutlu CHP’ye bu yaman bilinç ile...

Bundan on beş yıl kadar önce, Türk basınının büyük kahramanlarından biri, ‘cumhuriyet demokrasi demektir’ gibi bir laf etmişti.

Kendisine, en ileri demokratik düzenlerin geçerli olduğu İngiltere ve İspanya gibi ülkelerin cumhuriyet değil krallık oldukları, diğer bazı krallıkların, örneğin İsveç, Norveç, Danimarka ve Hollanda’nın da onlardan pek aşağı kalmadıkları, buna karşılık o zamanlar Saddam diktası altında inleyen Irak’ın da, şeriat düzeninin yürürlükte olduğu İran’ın da birer cumhuriyet oldukları hatırlatılmıştı.

Kaldı ki, Nazi Almanyası’nın da, Sovyetler Birliği’nin de birer cumhuriyet olduklarını hatırlatmak, o büyüğümüze basın kartı verenlere hakaret olacaktı...

Kendisini daha fazla üzmemek için, Osmanlı İmparatorluğu’nun son günlerinde Osmanlı Sosyalist Fırkası, Halk İştirakiyyun Fırkası, hatta Türkiye Komünist Fırkası’nın ‘legal’ ve faaliyette oldukları, buna karşılık 1925-1945 yılları arasında bunların hepsinin yasaklı oldukları söylenmemiş, olduğu varsayılan ‘ferasetine’ bırakılmıştı...

Cumhuriyet, devlet başkanının ya doğrudan halk tarafından, ya da onun yetki verdiği temsilcileri tarafından seçildiği, yani başında bir ‘monark’ olmayan devlet şekli demekti ve bunun demokrasiyle ya da diktayla uzaktan yakından ilgisi yoktu. Cumhuriyetin elbette kendine özgü bazı kurumları da vardı. (Olduğu varsayılır.)

Bu kurumların aslında devletin şekliyle ilgileri yoktur, o iki düzende birbirlerini dışlamazlar, ‘mutually exclusive’ sayılamazlar, birinden ötekinde de bulunabilir ya da bulunmayabilir. Örneğin senato Osmanlı’nın son on yılında vardı ama bugün bizde yok. Cumhuriyetimizin 1961-1980 döneminde vardı ama artık yok. Demek ki ‘cumhuriyete özgü’ (intrinsic) bir kurum değil. Tıpkı bunun gibi, Danıştay da, Sayıştay da, Yargıtay da Tanzimat döneminin kurumlarıdır ve cumhuriyete özgü değillerdir (Şura-yı Devlet, Divan-ı Muhasebat, falan filan.)

Fakat meşruti saltanat dönemimizde siyasi partiler de vardı, yüksek yargı organları da vardı, parlamento da vardı, genelkurmay da vardı da bir YÖK yoktu örneğin!... Milli Güvenlik Kurulu da yoktu... Ama bunlar Atatürk devrinde de yoklar, İnönü devrinde de!

Öyleyse nelerdir şu ‘olmazsa olmaz’ demokratik cumhuriyet kurumları, bilen varsa bana da anlatsın.

Bütün bu bilgiler ‘ortamektep yurttaşlık bilgisi dersi’ düzeyindelerdi ve bunları bilmeyen liseye gidemezdi. Ama Türk basınında köşe yazarlığı yapabilirdi.

Demek ki Türk siyasetinde ana muhalefet liderliği de yapabilirmiş...

Gençler bilmezler, Sayın Baykal politikaya atılmadan önce üniversitede hocaydı da, hani o bakımdan ilgimizi çekti yani...

Sayın Baykal, bildiğimiz kadarıyla dinciler arasında hiç ‘padişahçı’ yok. Birkaç ‘egzantrik’ vardı ama onların sesi artık pek çıkmıyor. Kimse ne Ertuğrul Osmanoğlu’nu tahta çıkarmayı düşünüyor, ne de Birinci Recep ile yeni bir hanedan başlatmayı...

Gene de, sizi de mutlu etmek için, geliniz çocuklara öğretilen bir cumhuriyet tanımında uzlaşalım. O da şu: Cuumhuuriyeeeet haayaaat demeeek, yüükselmeyeee kaanaaat demeeeek... Vallahi öyle.

Akşam, 26 Ağustos 2006

Engin ARDIÇ

27.08.2006


 

Devlet eliyle tahrifat

Radikal’in tahrifat tamtamlarıyla haberleştirdiği olay bundan biraz fazlası. Eğer doğruysa, burada, çevirmenlerin metindeki bazı kelimeleri ve ifadeleri Müslüman dindarların hoşuna gidecek ve dinî söylem ve kültürün çocuklar arasında yayılmasını teşvik edecek şekilde değiştirmeleri söz konusu.

(...)Gazetenin haberi çevirilerde atlama olduğu, olayların ve mesajların değiştirildiği yolunda bir bilgi kapsamıyor. Muhtemelen, ana mesajlar ve hikâyeler aynı, ama ifadelendirilmeleri daha “Müslüman’ca” veya “Müslüman kültürünce.” Bunun yapılmasının doğru olduğunu iddia edemem; ama olayın gazetenin ve hızlı köşe yazarlarının abarttığı kadar önemli olmadığını söyleyebilirim.

Esasen tahrifat ülkemizin topraklarında hayli kök salmış desek yalan olmaz. Bu yüzden, dindarları şamar oğlanı haline getirmenin alemi yok. Tahrifat laisist kesimde de gayet yoğun şekilde yapılmaktadır. Size bunu kanıtlayan ve gayet ilginç örnekler vereceğim. Bu kesimde yer tuttuğu kabul edilen televizyon kanallarındaki Türkçe seslendirilmiş yabancı filmlerin dili bunun bir örneğidir. Mesela Türkçe dublajlı yabancı filmlerde “kahretsin” diye bir ifade sık sık kullanılır. Türkçede “Allah kahretsin’” deriz ama tek başına “kahretsin” demeyiz. Galiba filmin konuşmalarını çevirenler veya seslendirenler “Allah” kelimesinin diyaloglarda geçmesini uygun bulmadıkları—belki de bunun “şeriat” propagandası olduğunu düşündükleri—için olsa gerek, Allah kelimesini “azl” etmişler. Aynısı “aman Tanrım” ifadesi için de geçerlidir. Televizyonlar sayesinde “aman Tanrım” nidasının son zamanlarda biraz yaygınlaşmasına rağmen Türkiye’de halk genelde “aman Allah’ım!’” der. Bu gibi icraatlarda Radikal’in işaret ettiğinin tersine bir problem vardır; yani dini nidalar ve ifadeler günlük lisandan temizlenmektedir.

İngilizcedeki, başta “God” olmak üzere, Tanrı’yı adlandıran kelimelerin nasıl Türkçeleştirileceği de ayrı bir sorundur. “God”ı Allah diye çevirmek her durumda ve otomatikman tahrifat olmaz. Şimdi elimde bir çeviri kitap var: Jeremy Gunn’ın “Din Özgürlüğü ve Laisite”si. Çevirmen arkadaşlarım “God”ı genel olarak “Allah” diye çevirmişler ve bu, metinde bir sakatlanmaya sebep olmuyor. Ancak, bir noktada bir problem doğuyor. Yazar ABD’de “one nation under God” (Tanrı huzurunda bir millet) ifadesinin tarafsız olduğunu iddia edenlere bir sualle cevap veriyor ve bu ifadede “God” yerine “Allah” kullanılsaydı hakimler bu ifadenin tarafsız olduğunu yine iddia ederler miydi? diye soruyor. Ve bu durum “God”ın “Allah” diye çevrildiği yerleri “Tanrı” olarak düzeltmeyi gerektiriyor.

Cennet vatanımızda benim ele aldığım hata-tahrifatlardan veya Radikal’in ve laisistlerin diline doladıklarından çok daha vahim tahrifatlar yapılmaktadır. Üstelik hem toplumsal hem resmi ortamlarda ve kanallardan. Birbirinden ilginç üç örnek vereyim. G. Orwell’in Stalin-Troçki kavgası üzerinden Sovyet sosyalist totalitarizmini hicveden “Hayvan Çiftliği” adlı ünlü eseri bir sol yayınevi tarafından çizgi roman haline getirilip yayımlanmış. Kitabın sonuna doğru, Orwell’in ilkelerin nasıl yozlaştırıldığını anlattığı yerde, “bütün hayvanlar eşittir, bazı hayvanlar daha eşittir”in son kısmı, “…bazı hayvanlar daha marifetlidir”e çevrilmiş. Böylece, sosyalist totalitarizmin, maazallah, çocuklar nezdinde kötü bir izlenim bırakması önlenmiş. Meşhur yazar Ortega y Gasset’in “Kitlelerin İsyanı” adlı klasik eserinin yine sol bir yayınevi tarafından Türkçe baskısı yapılmış. Ama çeviri metinde bir paragraf eksik. Bu paragrafta liberalizmin insanlığın ortak hayat ve barış için geliştirdiği en asil, en ince ve en faydalı teori olduğu anlatılmakta. Çevirmen veya yayınevi bu paragrafı sevmemiş ve metinden atmış. Son örnek Kant’ın “Aydınlanma nedir?” adlı kısa fakat tarihi önemi haiz makalesinin başına gelendir. Bu metin yıllar evvel bir akademisyen tarafından çevrilmiş ve yayımlanmıştır. Ne var ki, bu çeviri orijinal metne ihanet etmektedir. Bir kere metnin ana fikri dinin-dindarların egemenin vesayeti altında kalmasının kötü olduğu iken çeviride dinin insanları vesayet altına almasının kötülüğü öne çıkmaktadır. İkincisi, metindeki bir paragraf olduğu gibi atılmıştır. Bu paragrafta iki şey anlatılmaktadır: “İyi” monarkın uyruklarının din hürriyetine verdiği önem ve yine iyi monarkın dini-dindarları vesayet altına alma teşebbüsüne girişmeme fazileti. Anladığım veya tahmin ettiğim kadarıyla çevirmen cumhuriyet karşısında monarşinin-monarkın iyiliğinden söz edilemeyeceğine inandığı için bu pasajı atmış veya bu inanç onu bu pasajın önemsiz olduğu ve atılmasının bir anlam eksikliği yaratmayacağı kanaatine itmiş. Bu tespitimin çevirmene haksızlık olmadığı, çevirinin sonuna doğru, Alman monarşisinin serbest tartışmaya verdiği değeri anlatan ve cumhuriyetin asla aynı şeyi yapamayacağını ifade eden bir cümlenin de atılmış olması tarafından ispatlanıyor. Umarım, Radikal yöneticileri, bu yazıyı dikkate alıp buna benzer asıl büyük tahrifatların da üzerine şevk ve heyecanla giderler.

Sistematik resmî tahrifatçılık

Türkiye’de tahrifatçılığın sadece toplum katmanları arasında vuku bulduğunu sanmak için çok saf ve bilgisiz olmamız lazım. Tahrifat, resmi boyutta da hem Osmanlı hem Türkiye Cumhuriyeti döneminde var olmuştur. Kuşku yok ki, cumhuriyet döneminde, özellikle de bu dönemin tek parti yönetimi evresinde iyice koyulaşmıştır. Bunun sebebi, bu evrede rejimin totaliter renklere bürünme yolunda ilerlemesidir. Faşist, nasyonal sosyalist, Marksist-Leninist sistemlerde görülen totaliter motifler yaratma çabaları bilhassa 1925-45 arasında bu topraklarda da yaşanmıştır. Bu çabaların bazılarının etkileri hâlâ sürmektedir. Somut örneklerle ilerleyelim. Bahadır Türk’ün ilginç ve önemli bir çalışmasının gösterdiği üzere 1941 yılında CHP—ki dönemin tekelci tek partisidir ve devlettir—tarafından yayımlanan bir kitap Karagöz-Hacivat anlatılarını değiştirmiş ve tek partili cumhuriyet rejiminin temel görüşleri ile yeniden şekillendirmiştir. Kültürümüzün bu iki hoş figürü, rejimin halk tarafından benimsenmesini istediği fikirlerin telkin edilmesi, bazı kesimlerin aşağılanması ve bazılarının yüceltilmesi için tekelci partinin emrine koşulmuştur. Sadece onlar mı? Maalesef hayır! “İçişleri Bakanlığı’nın Matbuat Umum Müdürlüğü kanalıyla 1937’de yayınladığı genelge ile yazarlardan halkın tanıyıp sevdiği Nasrettin Hoca, Tahir ile Zühre, Ferhat ile Şirin, Köroğlu gibi kahramanlar vasıtasıyla rejimin ruhuna uygun yüksek manalı yeni vakalar yaratılması” istenmiştir. Bu dönemde Kemalist iktidar sahipleri, gerekirse bütün kültür unsurlarını tahrif etmeyi de metotları arasına katarak, toplum üzerinde bir kültürel hegemoni kurmaya çalışmıştır.

Bütün manzarayı görelim

Elimizi vicdanımıza koyup düşünelim. Bu ülkenin tarihi otorite sahibi zevat ve müttefikleri tarafından yeniden yazılmış ve birçok gerçek gizlenmiş, birçok olay çarpıtılmış değil midir? Bizde, hepimiz öyle olmadığını bildiğimiz halde, İstiklal Harbi’nin tek kahramanının M.K. Atatürk olduğu söylenmez mi? Tek parti döneminde muhalefetin ifade, seyahat, teşkilatlanma özgürlüğü gibi temel haklardan mahrum bırakıldığı gizlenmez mi? Tek parti döneminin sansürcülüğü es geçilip, sansürün kaldırılması, sansür sanki sadece Osmanlı dönemine ait bir olguymuş gibi gösterilip, cumhuriyet dönemi öncesine atıfla kutlanmaz mı? Hepimiz bunları ve bunlara benzer yüzlerce şeyi biliriz; ama bilmiyormuş gibi davranır veya öyle davranmaya mecbur ediliriz. Bu, tarihimizin, rejimimizin tahrifat üstüne oturduğunu göstermez mi?

Toplum katmanlarında vuku bulan tahrifat, laisistlerin inanmamızı arzu ettiği gibi sadece dindar kesimlerden gelmez ve çözümü de yine onların istediği gibi bir merkezi denetim mekanizması tesis edilmesi değildir. Tahrifatçılık genel bir problemdir ve tahrifatçılığı önlemek için bir merkezi denetim organı oluşturulması sansürcülüğü geliştirmekten ve tahrifatın devlet eliyle daha etkili biçimde yapılmasını ve daha da koyulaşmasını sağlamaktan başka bir sonuç vermez. Toplum içinde tahrifatçılığı önlemenin yolu açıklığı ve özgürlüğü teşvik etmekten, yanlışları teşhir etmekten ve insanların aklına ve sağduyusuna güvenmekten geçmektedir. Çifte standartlı olmamak ve her türlü tahrifata cephe almak bu işte bir öncülük yapmak veya bir pozitif rol oynamak isteyenlerin uyması gereken ilk kuraldır. Sistematik tahrifatın önlenmesi ve şimdiye kadar yarattığı tahribatın giderilmesi ise sistemin demokratiklik derecesinin kuvvetlendirilmesinden ve kime ve neye dayanır ve nereye varırsa varsın, her türlü tahrifatın üzerine gitmekten geçmektedir.

Zaman, 26 Ağustos 2006

Prof. Dr. Atilla YAYLA

27.08.2006

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004