Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 31 Ağustos 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Cumhuriyetin öncesi de var

Yakın tarihimizin en önemli tanıklarından Falih Rıfkı Atay’ın 3 Ekim 1922 tarihli Akşam gazetesindeki yazısının başlığı “Kocatepe”dir. (...) Uzun yazısının bir bölümü şöyledir:

“Yunanlılar mukavemet ediyorlardı. Hatta bir tepeyi iki ordu birkaç defa alıp verdiler. Top gürültüleri arasında, Kocatepe’nin bir köşesinde Fevzi Paşa Kur’ân okuyordu. Zira Fevzi Paşa’nın ruhu iki imandan yoğrulmuştur: En yeni fen ile düşünen Fevzi Paşa, dinine ve milletine aynı kuvvetle inanıyor.”

Falih Rıfkı, bu tür yazılarını 1933 yılında, tabiî yeni harflerle, “Eski Saat” adlı kitabında topladı; “Kocatepe” yazısı kitabın 218-221. sayfalarındadır. Fakat, yukarıya aldığım satırlar makaslanmıştır!

Falih Rıfkı, Fevzi Paşa’nın Kur’ân okuduğu gerçeğini artık ‘muzır’ bir bilgi sayıyordu galiba!

Cumhuriyetin kökleri

Türkiye’de cumhuriyet, başka ülkelerdeki gibi cunta kararlarıyla kurulmadı; kurulduktan sonra da hiç yıkılmadı. Tarihi kökleri olduğu gibi kuruluşu da Meclis kararıyla gerçekleşti.

Cumhuriyet ilan edildiğinde, aile hukuku dışında, hukuk ve yargı sistemimiz büyük ölçüde laikleşmiş, eğitimde de inisiyatif daha Abdülhamit zamanında medreseden modern mektebe geçmişti. Milli Mücadele’nin asker ve sivil kadrosu çok büyük ölçüde ‘mektepli’dir; komutanlar ‘paşa’dır zaten.

Cumhuriyet modernleşmesini yoktan var edilmiş bir mucize gibi gösterenler onu yücelttiklerini sanırken aslında tarihteki köklerini buduyorlar! Cumhuriyeti köksüz bir fidan gibi görmek sürekli irtica korkusu ve “koruma kollama” duygusu yaratıyor! Halbuki İsmet Paşa, 1925’te ve 1930’da irtica korkusuyla partileri kapatmakla yanlış yaptıklarını sonradan ifade etmiştir.

İdeoloji haline gelmiş aynı korku yüzünden bugün de Türkiye’deki toplumsal modernleşme dinamiklerini dikkate almadan, marjinal faktörlere bakarak hâlâ ‘irtica tehlikesi’nden bahsediyorlar.

Geldiğimiz aşama

Türkiye’nin ulaştığı toplumsal modernleşme ve kurumlaşma aşamasında artık hiçbir “tek fikir” ülkeye egemen olamaz! Böyle bir Türkiye’de askeri müdahale de irtica da ham hayaldir!

Ancak toplumsal modernleşme etnik milliyetçilik sorununu çözemiyor, hatta bazen artırıyor! Türkiye’nin tek ciddi sorunu budur ve artık “Takrir-i Sükun” usulleriyle çözülemez! İşte, 12 Eylül rejimi bu sorunu çözemedi, aksine azdırdı!

Türkiye üniter devlet yapısı içinde demokrasiyi ve toplumsal entegrasyonu geliştirerek bu sorunu zaman içinde ‘yönetilebilir’ düzeye indirmeyi başarmalıdır.

Bu tablo gösteriyor ki, Türkiye’nin liberal demokrasiyi iyi işletmekten başka yolu yoktur, çağımızın devleti böyle bir devlettir. Sayın Org. Hilmi Özkök bunu “birinci sınıf devlet” terimiyle ifade ediyordu. Türkiye’yi buna layık görmemek ayıptır!

Türkiye “meşrutiyet” yoluyla demokrasiyle tanıştı, “meclis hükümeti” sistemiyle Büyük Zafer’i kazandı, “parti devleti” ile devrimleri yaptı. Yoluna “liberal demokrasi” ile devam edecektir.

Cumhuriyetin temel değerleri de elbette buna göre gelişecek, liberalleşecektir.

Bu, Türkiye için aynı zamanda jeopolitik bir zorunluluktur. Demokrasiye aykırı bir girişim Türkiye’nin başına ne belalar açar, bir düşünün!

Milliyet, 30 Ağustos 2006

Taha Akyol

31.08.2006


 

Literatüre katkı: silâhsız terör

Türkiye Cumhuriyeti gerçekten de değişik bir cumhuriyet... Bizim bildiğimiz “cumhuriyet”in temel ilkesi (“özgürlük”ten de önce) “eşitlik”tir. Ama tören salonunda nedense bazı şahsiyetler eşli bazıları eşsiz olarak yerlerini almışlardı. Dikkat ettim, “eşsiz” katılanların sayısı bayağı azdı. Demek ki—konuşmalara geçmeden önce—tören salonundaki düzenin “cumhuriyetin en temel niteliğine” aykırı olduğunu söyleyebiliriz...

16.30’da başlayacağı bildirilen töreni sabırsızlıkla beklemeye başladık. Devir teslim töreninde özellikle teslim alan tarafın bugün neler söyleyeceğini yine de merak ediyorduk. Acaba, iki gün önce bize “Bu ne hiddet?” (Gülay Göktürk’ten ödünç alıyorum) dedirten açıklamaların bir kopyası ile mi karşılaşacaktık, yoksa tepki çeken bu sözler bu önemli günde biraz yumuşayacak mıydı? (Sonuç tahmin edildiği gibi çıktı: Aynen devam.)

“Canım sıkıldı” derken araya soktuğum “ben”, bir “yurttaş” olarak ben. Başkaları ne düşünür bilemem ama ben bu “yurttaş olmak” işine (madem ki yönetim şeklimiz “cumhuriyet”tir) giderek daha fazla önem vermeye başladım. Madem ki ben de Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Genelkurmay Başkanı gibi ileri gelenlerden ne fazla ne de eksik bir “yurttaş”ım, yani onlarla “eşit”im, o halde “canımın sıkılmasına” hakkım vardır diye düşünüyorum.

jBir kere her şeyden önce bu tören niçin üç (ben o kadarını sayabildim) televizyon kanalından naklen yayınlanır? Niçin, ne münasebetle? Ayrıca nasıl olur da televizyon kanalları bu yayını tamamladıklarında “hiçbir şey olmamış gibi” davranıp, “Birazdan spor haberleri” diyerek reklama girebilirler? Dinlediğimiz konuşmayı iki cümle ile özetlemekten başka söyleyecek sözleri yok mudur? Sanırsınız ki, görevi teslim alan komutanın “İnsan hakları, barış, özgürlük ve demokrasi gibi çağımızın yüksek değerlerini kendisine kalkan edinen”lere yönelik ağır sözleri televizyon kanallarını hiç mi hiç ilgilendirmiyor. Sanırsınız ki, komutanın literatüre bir katkı olarak dile getirdiği “silahsız terör diyebileceğim iç ve dış oluşum ve girişimler” televizyon kanallarını ya da daha genel bir ifadeyle medyayı hiç mi hiç ilgilendirmiyor. Pes doğrusu... Sıralamada kaçıncı gelirse gelsin bir kuvvet varlık nedenine yönelik bu korkutucu sözler karşısında ancak bu derece soğukkanlı olabilir. Aslında buna “soğukkanlı olmak” dememek lazım, bunun adı olsa olsa ilgisizlik, kayıtsızlık ve de asıl önemlisi varlık nedeninin inkârıdır. Ne yani bundan böyle artık “silahsız terör” temalı da programlar mı izleyeceğiz?

Yeni Genelkurmay Başkanı, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin görevini dört başlık altında özetliyor. Bunların ilk ikisi (askeri birlikleri eğitmek-hazır tutmak ve dış tehditlere karşı ülkenin çıkarlarını savunmak) tabii ki temel görevidir. Peki ya üçüncü ve dördüncü görevler? “Ülkenin üniter yapısını ortadan kaldırmak isteyen terör dahil tüm mihraklarla mücadele etmek” TSK’nın görevi midir? Ya da “anayasanın ilk üç maddesinde belirtilen cumhuriyetin temel niteliklerine sahip çıkmak” TSK’nın temel görevleri arasında mıdır?

Düşünelim bakalım: Ülkenin üniter yapısı niçin illâki “terör dahil tüm mihraklar”ın meşgalesi olsun? “Cumhuriyet”i anlıyoruz ama “üniter yapı” niçin bu derece tartışılamaz bir konu olsun? Kimseyi heyecanlandırmak istemem, “federatif yapı” isteyen (ya da istemeyen) birisi değilim. Ama bu konu niçin “dokunulmazlar” arasında yer alsın?

Düşünelim bakalım: Cumhuriyetin temel niteliklerine sahip çıkmak niçin TSK’nın temel görevi olsun? Cumhuriyet idaresi altında yaşayan herkes ülkenin genelkurmay başkanı ile aynı haklara sahip olduğuna, yani herkes ne eksik ne fazla “eşit” olduğuna göre, cumhuriyetin niteliklerine sahip çıkmak o ülkenin eşit yurttaşlarının tümünün temel görevi değil midir? Ayrıca madem ki cumhuriyetimiz “temsili demokrasi” üzerine oturmaktadır, bu “sahip çıkmak” meselesinde diğer kuvvetlerin önüne geçmenin, onlardan “rol çalmaya” çalışmanın izah edilebilir bir yanı var mıdır?

Daha fazla uzatmadan sonuca geleyim: Bu türden “törenler”in ülkenin gündemine bu derece oturmuş olmasından; törene katılan devlet ricali ve töreni naklen yayınlayan televizyon kanallarını esir almış o “ciddiyet”ten; yıllardır sürdürülen “O komutan demokrattı oysa bu komutan daha sert” türünden hiçbir sonuç çıkmayacağı başından belli karşılaştırmalardan; Genelkurmay başkanları başta olmak üzere komutanların “iç siyasetle ilgimiz yok” notunu düştükten hemen sonra Kıbrıs meselesi dahil ülkenin kamusal hayatını ilgilendiren her konuda—hem de sert bir üslupla—tez geliştirmelerinden dolayı canım son derece sıkılmış durumda... Bir de elimizdeki Anayasa’yı unutuversek, demokratik cumhuriyetimizi bir “garnizon cumhuriyeti” ile karıştırmak işten değil...

Biliyorum yazıyı yine uzattım ama “sapına kadar”(!) bir cumhuriyetçinin (Regis Debray) şu sözünü bir kere daha hatırlatmadan yazıyı noktalamayacağım:

“Hasta bir cumhuriyetin varacağı yer kışladır.”

Bu güzel söz aklımızın bir yerinde dursun derim...

Yeni Şafak, 30 Ağustos 2006

Kürşat Bumin

31.08.2006


 

Büyükanıt ve ‘Genç Subaylar’

Genç subaylar, Büyükanıt’ın sert bir üslûp benimsemesini ve sürekli irtica ile bölücü terörü gündemde tutmasını istiyorsa, Türkiye’de yaşayan başka insanlar, iş ve aş peşinde; dolayısıyla istikrar ve huzur arıyorlar. Ülkelerinin her an bölünmek üzere olduğu kuşkusunun yaratılmasını istemiyorlar. Tek tük vakalardan yola çıkarak, irtica tehdidinin abartılmasını da arzu etmiyorlar.

Büyükanıt, “Türkiye’nin bu kadar tehditle hiç karşı karşıya kalmadığını” söylüyor. Çünkü, Genelkurmay Başkanı’na göre, Türkiye Cumhuriyeti’nin bütünlüğü ve temel ilkeleri hiçbir zaman bu boyutlarda tartışılmamış.

Büyükanıt, “İrtica bu döneme damgasını vurdu” derken, AK Parti’nin iktidar olmasının ve Cumhurbaşkanı seçiminde AK Parti Grubu’nun belirleyiciliğini kastediyorsa, o zaman hatalı yolda.

Asker, siyasi otoritenin emrindedir. Atatürk’ün işaret ettiği “muasır medeniyet” bunu icap ettirmektedir.

***

Mehmet Ağar, Org. Yaşar Büyükanıt’ın sert mesajlarını çok güzel yorumladı Haber Türk’te: “Bu ilkeler, askerin zimmetinde değildir. Herkesin malıdır” dedikten sonra iletti: “İki senedir Büyükanıt bazı saldırılara muhatap kaldı. O sözler, iki senelik birikimin boşalmasıdır.”

Bu boşalmadan sonra inşallah genç subaylar onu yeniden doldurmaz.

Bu arada “Genç Subaylar” sözünün siyasi tarihimizi bilenlerde olumsuz yankılar yarattığını hatırlatalım. 27 Mayıs ve 12 Mart öncesinde, genç subaylar, yasa dışı örgütlenmeler içinde fevkâlade faaldi. Evren, 12 Eylül öncesinde de, onların etkili olduğundan söz etti.

27 Mayıs’ı yapanların, Cemal Gürsel hariç, hiçbiri orgeneral değildi; albay en yüksek rütbeydi. Aralarında Numan Esin gibi yüzbaşılar da vardı.

12 Mart müdahalesi, bir başka genç subay grubunun darbe hazırlığını boşa çıkartmak için, emir-komuta zinciri içinde gerçekleşti.

***

Aslında Büyükanıt, Genelkurmay Başkanlığı’nın devir teslim töreninde, “siyaset dışı” bir çizgi benimsediklerini de iletti: “TSK’nın iç siyasetle ilgisi yoktur ve olmamalıdır. Ben, silâh arkadaşlarıma, 1830- 1918 dönemi Osmanlı tarihini iyi incelemelerini öneriyorum. Askerin, yasalarla verilmiş görevleri yapma veya yapmama gibi bir seçeneği ve lüksü yoktur.”

Büyükanıt, yeniçeriliğin kaldırılıp, Asakir-i Mansure-i Muhammediye adı altında modern ordunun kurulması sonrasına gönderme yaparken, herhalde askerin, İttihat ve Terakki yandaşları ile Halaskâran-ı Zabitan Grubu arasında bölünmesine işaret ediyordu. Askerin siyasete karışması sonucunda yaşanan Balkan faciasını, ardından, 1. Dünya Savaşı’nı ve nihayet Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanmasını, Sevr Anlaştması’nı hatırlatıyordu.

Anladığım kadarıyla, Büyükanıt, “Cumhuriyet’i koruma, kollama görevini”(!) siyaset dışı bir durum gibi görüyor. Bir ihtimal, üslûbunu da “Genç Subaylar”ı teskin etmek için sertleştiriyor. Aynı zamanda, onlara, “Siyasete bulaşma” mesajını veriyor.

Yoksa, böylesine iyi yetişmiş, tecrübeli bir komutan “irtica ve bölücülük” tehlikesinden sürekli söz etmenin tuhaf, hatta gülünç kaçtığının hiç farkına varmaz mı?

Sabırla, Büyükanıt’ın boşalmasını ve bir daha dolduruşa gelmemesini bekliyoruz.

Takvim, 30 Ağustos 2006

Nazlı Ilıcak

31.08.2006


 

Saldırılar bünye içinden mi?

(...)Org. Yaşar Büyükanıt’ın son konuşmasında dikkatimi çeken, hakkındaki iddialara değindiği bölümdü: “Bir hususu çok iyi biliyorum: Birçok kişinin ve değerli basın mensuplarının merak ettiği, şahsıma yönelik iki yıldır süren akıl, ahlâk ve yasadışı saldırılar konusunda ne düşündüğüm ve ne söyleyeceğim konusudur. / Bu, Türk Silahlı Kuvvetleri ve lâik Türkiye Cumhuriyeti düşmanı şer odaklarını yalnız ben değil Türk milleti de bilmektedir ve inanıyorum ki, yakın gelecekte maskeleri düşecek olan bu şer odakları yüce Türk adaleti önünde gereken hesapları vereceklerdir. Bu nedenle, konu ile ilgili başka bir şey söylemek de istemiyorum.”

Uzaktan izlemenin sıkıntısı bu satırları deşifre etmeye çalışırken daha da büyüyor. Konuşmasında kullandığı ‘şer odakları’ deyimiyle kimi veya kimleri kast etti yeni Genelkurmay Başkanı? Yakın gelecekte ‘maskeleri düşecek’ ve Türk adaleti önünde hesap verecek bu odaklar için, ‘TSK ve lâik Türkiye Cumhuriyeti düşmanı’ sıfatlarını uygun gördüğünü de unutmayalım Org. Büyükanıt’ın...

Kim bunlar?

Hani bazen bilirsiniz de bilmezi oynarsınız; benimki o türden bir kurnazlık değil. Tam tersine, etrafta neler konuşulduğunu, gazetelerde neler yazıldığını elbette biliyorum. Çok satan bir gazetenin yazarlarından biri, daha dün, bir dinî cemaati işaret ediyordu suçlu olarak... O cemaati biraz bildiğim için fazla ihtimal vermediğim bir tez bu. Kaldı ki, TSK’yı daha yakından tanıyan, vaktiyle bana gösterilen ilgiyi şimdilerde gören meslektaşlar farklı tezler ileri sürüyorlar.

Radikal Ankara Temsilcisi Murat Yetkin aynı olayda ısrarla bir başka kesimi suçluyor sözgelimi. Konuya ilişkin son yazısını okuyalım isterseniz: “Hesap sorma konusuna dönersek, bunun muhataplarını yalnızca Silâhlı Kuvvetler ve özellikle de Büyükanıt ve ekibi aleyhinde kampanya yürüten Kürtçü ve lâiklik karşıtı kesimlerin örgütlenmesi olarak görmemek gerekiyor. Şemdinli olayından, Harp Okulu’nda yasadışı telefon dinleme ile ortaya dökülen olaya dek, son zamanlarda Büyükanıt nezdinde orduya yönelen kampanyaların, bünye içinden destek aldığı ihtimalini de göz ardı etmemek gerekiyor. Büyükanıt’ın göz ardı edip etmediğini yakında anlayacağız. Bakalım açık ya da örtülü olarak kimlerden ne hesap sorulacak?”

Konuyu daha once de ele almıştı Radikal yazarı. Hatta, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın CNN’de Larry King’in karşısına çıkmadan once benim de aralarında bulunduğum bir grup gazeteciyle yaptığı sohbeti de kanıt göstererek... “Nasıl oldu da Taha Akyol gibi kulak misafiri olamadım” diye hayıflandığım bir özel bilgi sunuyordu o geceden Murat Yetkin. Okuyalım:

“Başbakan, o toplantıda Büyükanıt’ın Genelkurmay Başkanı olmasını önlemek amacıyla bazıları etik sınırları aşan ve daha çok internet kanalıyla ortaya atılan iddiaların arkasında, bazı emekli orgenerallerin bulunduğunu bildiklerini ima etmiş. Bu bilgi, bir süredir Radikal’in elinde bulunan ama teyit edilemediği için yazılamayan bir başka bilgiyle, Şemdinli ve Reha Taşkesen olaylarının da aynı nedenle, aynı çevreyle bağlantılı olabileceği bilgisiyle örtüşüyor-MY.”

Bunlardan siz nasıl bir sonuç çıkardınız? Büyükanıt’ın çevresinden Gen. Reha Taşkesen’i istifaya sürükleyen süreçte bazı emekli orgenerallerin parmağı olduğu bilgisine sahipmiş Radikal; Murat Yetkin, “Büyükanıt’a karşı kampanya da aynı çevrenin eseri olabilir” kuşkusunda. Bu durumda “TSK ve lâik Türkiye Cumhuriyeti düşmanı” ithamı havada kalmıyor mu?

Yeni Şafak, 30 Ağustos 2006

Taha Kıvanç

31.08.2006


 

Meğerse siyaset belgesi tavsiye imiş!

Doğru kararları; zamanında vermek de önemli...

Bakıyorsunuz; mahkemeden bir karar verilmiş.. Ama öyle bir zamanda verilmiş ki karar, adeta haklı tarafı haksız, haksız tarafı haklı çıkartır gibi bir sonuç çıkmış ortaya...

Konuyu kısaca özetleyeyim.

Türkiye İnsan Hakları Vakfı ile insan hakları derneği, Milli Güvenlik Kurulunca hazırlanan ve irtica adlı ne idüğü belirsiz hayali suçun da dayanağı olarak gösterilen, “Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’nin kabul ve onayına ilişkin Bakanlar Kararının ve Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’nin iptali ve yürümesinin durdurulması istemiyle dâvâ açmış..

Danıştay’ın nöbetçi dairesi olarak 10. Dairede de, dün kararını vermiş: “Yürütmeyi durdurma talebinin reddine...”

Yürütmeyi durdurma talebi niçin reddedilmiş acaba? “Milli Siyaset Belgesi çok güzel tesbitler içeren bir belge.. Olması gereken bir belge.. Kanuna, hukuka uygun olarak düzenlenmiş.. Bu belgeye dâvâ haklı değildir” falan demiyor Danıştay!..

Ya ne dyior?

“Belge, tavsiye niteliğindedir. Tavsiye niteliğindeki işlemler için dâvâ açılmaz!”

Üstelik talebi incelemeye bile gerek görmüyor: “Tavsiye niteliğinde bir karar olması nedeniyle, bu işlem yönünden yürütmenin durdurulması isteminin incelemeksizin reddine.”

Bana soracak olursanız, dört dörtlük bir karar..

Gerçekten de, idare hukukunun en temel kurallarındandır; “kesin ve icrai nitelikteki kararlar için dava açılabilinir”!

Tavsiye mahiyetindeki kararların hiçbir önemi yoktur ki, aleyhinde dava açılıp iptali de istensin!

Karar dört dörtlük bir karar da; bu kararı, şu veya bu ihtilaf sebebiyle önüne gelen herhangi bir davada, daha önceleri verseydi ya Danıştay!

Hani şu meşhur 28 Şubat sürecinde!..

Hükümetlerin tepesinde, “MGK kararları var. MGK kararları çerçevesinde karar ders veriyor, haydi bakalım şu Milli Siyaset Belgesi denilen bürokrasinin dayatması evrak hakkında da bir karar versin, bakalım “demekratik kurallar çerçevesinde mi, yoksa totaliter zihniyete üstünlük tanıyan bir mantıkla mı” karar verecek diye merak ediyoruz.

Onlar etliye sütlüye karışmadan bu işi de çözüme bağlıyor!

“İptali istenen kararın icrai anlamda bir etkisi yok ki! Sadece tavsiye mahiyetinde bir belge. Yürütme organı ister uygular, isterse uygulamaz” diyerek konuyu kapatıyorlar!”

İyi güzel de, şu söylediğiniz ilkeyi, daha önce söyleseydiniz ya.. Söyleseydiniz ki, “MGK kararları, siyaset belgesi” falan deyip, İmam Hatipler’in orta kısımlarının kapatılması için hükümete baskı uygulandığında biz de diyebilseydik; “ Bakın Danıştay’ın da kararı var. Bunlar tavsiye mahiyetinde kararlardır" diye..

Olur mu; Danıştay, mütedeyyin insanları rahatlatacak kararlar alacak hütümete böyle bir destek verir mi hiç?

Önüne dava gelse bile, yanından geçer, köşesinden döner, konuyu kapatır, “MGK kararları tavsiye mahiyetindedir” demez.. Dediği an; hükümete yönelik antidemokratik baskıların tümünün etkinliğinin sıfırlanacağını bilir çünkü..

Ama gün olur, devran döner, bu sefer bürokraside biraz daha mantıklı işler yapılmaya başlanınca, “MGK kararlarının tavsiye niteliğinde olduğu” ilkesi hatırlatılır kararlarda.

“Niçin siyaset belgesi için dava açtınız ki, bu belgenin hiçbir önemi yok” denilir. “Belgenin hiçbir önemi yok ama, o belgeyi dayanak alıp, bu ülkenin neredeyse yarıdan fazlası, ‘mürteci olmak’la suçlanıyor” diyemezsiniz..

Hayali bir irtica suçu icad ederler. Sonra her askeri törende, her resmi törende konuşmaya onunla başlarlar: “Birinci tehdit olan irtica.”

İşte söyledi Danıştay. “O belgenin hiçbir önemi yok” dedi.

Bekleyip görelim, “irtica irtica” diyenler, bu karardan sonra olsun, biraz utanıp, bu hayali suçu, insanların haklarını kısıtlamak için kullanacaklar mı hâlâ!?

Vakit , 30 Ağustos 2006

A. İhsan Karahasanoğlu

31.08.2006


 

Ürkütücü bir üslup!

Televizyonda Genelkurmay’daki devir teslim töreni... Eski ve yeni Genelkurmay Başkanlarını bazı açılardan mukayese etmeye çalışıyorum.

Özkök Paşa’nın üslubu güleryüzlü.

Büyükanıt Paşa öyle değil.

Yeni Genelkurmay Başkanı’nın alışılagelmiş, klâsik bir üslubu var. Sesini yükseltmeden yapamıyor. Asker gibi derler ya öyle, sert ve köşeli konuşuyor. Galiba bazı konulardaki vurgularını yüz hatlarını germeden, bağırmadan yaparsa mesajlarının anlaşılamayacağını sanıyor.

Özkök Paşa öyle değil. Mesajlarını sakin sakin, sesini yükseltmeden vermeyi tarz edinmiş...

Oysa, her ikisinin de Türkiye’ye yönelik tehditler konusunda benzer, ortak kaygıları var.

Ama Büyükanıt Paşa, sanki dünyanın sonuymuş gibi vurguluyor bu tehditleri.

Biraz ürkütücü!

Milliyet, 30 Ağustos 2006

Hasan Cemal

31.08.2006

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004